MEVLÂNA’DA AŞK ESTETİĞİ
Mevlâna’nın Aşk felsefesinin bir diğer boyutu aşk estetiğidir. Bu çalışmamızda bu konuya ağırlık vereceğiz. Gerçi daha önce “Mevlâna’da estetik”üzerine bir bildirimiz olmuştu. (Bkz. 9. Milli Mevlâna Kongresi, 15-16 Aralık 1997) O çalışmada konu daha ziyade estetik tavırlar açısından ele alınmıştı Şimdi ise konumuz itibariyle burada, aşk odaklı bir estetik anlayışının hâkim olduğu Mevlâna’da, mutlak ve izafî güzellik anlayışından vuslata gidiş konusunu derinleştirmek istiyoruz. Bunun için o çalışmamızdaki fikirleri burada özetlememiz ve Mevlâna’dan önceki estetik anlayışları tekrar ele almamız gerekecektir. Ancak bu şekilde Mevlâna’yı düşünce tarihinde lâyık olduğu yere oturtabiliriz.
I-Estetik Üzerine
Estetik kelimesi, Grekçe “aisthetikos(=aisthanestai)” dan latince’ye “aestetica” şeklinde oradan da Avrupa dillerine: “esthétique(Fr.),aesthetics(İng.), aesthetik(Alm)” şeklinde geçmiştir. Duymak, duyumlamak, duyumla algılamak anlamındadır. Literatürde ilk defa Alman düşünürü Baumgarten tarafından kullanılmıştır(Nouveau Dictionnaire Etimologique, s. 272).
Vaktiyle Türkçe’mizde “ilm-i bedâyi, ilm-i hiss ve ilm-i hüsn” gibi terkiplerle ifâde edilen estetik, konu itibariyle felsefede köklü bir geçmişe sahiptir. Gerek tabiatta ve gerekse sanat eserlerinde, güzel hangi şartlara ve kriterlere sahiptir, herkes için geçerli objektif bir güzellik kavramının mevcudiyeti söz konusu mudur? Yahut güzellik sübjektif midir? gibi soruların araştırılmasından ibaret olan estetik değer kavramı, şimdiye kadar cevapsız kalan şu soruyu hep sora gelmiştir: Bir şey güzel olduğu için mi biz ona güzel deriz, yoksa biz güzel dediğimiz için mi o şey güzeldir?(Krş. İ. Fennî, Lüğ. Fels., 243; Keklik, Fels. İlk., s.268).
Ahlak disiplininde “iyi”, mantıkta “doğru” kavramı ne ise, estetikte de“güzel” kavramı odur. Kelime itibariyle “duyumlama” demek olan bu kavram, duyularımıza hoş gelen nesneler için kullanılmıştır. Nitekim Türkçe’mizde bize hoş gelen nesnelere güzel deriz. Güzel kelimesi Divan-ı Lüğati’t-Türk’e göre “kork=körk” şeklinde telaffuz edilen “körklü” kelimesiyle karşılanmıştır. Bu da göz anlamına gelen “köz” den gelip, oradan da güzel olmuştur. (Div. Lüğ. Türk., Iv, 363). Türkçe’mizde güzel kelimesinin kökeninin göz kelimesi olmasının sebebi, her ne kadar işitme ve tatma duyularına hitabedenler varsa da estetik keyfiyetlerin daha ziyâde görme duyusu olan göze hitap ediyor olmasındandır. Nitekim Kutadgubilig’de :
“Aklın güzelliği dil, dilin güzelliği sözdür
İnsanın güzelliği yüz, yüzün güzelliği gözdür”
(Kutadg.., s. 42, byt. 274)
Ancak bu maddi nesneler içindir. Manevi güzellik söz konusu olduğunda da “kalp gözü” devreye girer. Ayrıca Türkçe’mizde güzel anlamına gelen “körk”ten “körkem=görkem” kelimesi de türetilmiştir. Bu da yüce olan demektir. Şu halde güzel ile yüce arasında bir anlam bağı vardır: Güzel olan yücedir veya yüce olan güzeldir. Yücenin bir estetik değer olduğunu Batı dünyası ancak İ. Kant’ı bekleyerek öğrenebilmiştir. (Hacıeminoğlu, Türk Dil Fiil.,s. 31; Aykut, Türk-İsl. Est.,s.,66 vd., Yakıt, Türk-İsl.Düş.., s.109)
II-Mevlâna Öncesi Estetik –Sevgi İlişkisi
Bilindiği üzere düşünce tarihinde “güzel nedir” sorusunu ilk defa felsefî anlamda ortaya koyan, pek çok filozof tarafından “estetiğin babası” lâkabı verilen filozof, Platon(=Eflatun)’dur. Ona göre, güzel olan nesneler güzelliklerini ortak bir kaynaktan, yani “güzellik idea” sından alırlar. Bu güzellik mutlak olup, bütün güzel şeylerin üstündedir. Ona ulaşmak için dünyevî güzelliklerin üstüne çıkmak gerekir. İnsan, ister kendisi, isterse bir rehber eşliğinde, dünyevî güzellikten hareketle basamak basamak yükselerek yüce güzelliğe ulaşır. Yüce güzellik mutlak ve salt güzelliktir. Oraya ulaşan insan, hayatı yaşamaya değer bulur. Eflatun’a göre “Mutlak” ve “izafî” olmak üzere iki güzellik telakkisi bulunmaktadır. Onun mutlak güzellik anlayışı, kendisinden sonra özellikle İslâm dünyasında “ilahî güzellik” şeklinde yorumlanmıştır. Böylece Eflatun, idealist-metafizik bir estetik anlayışının temellerini atmıştır.
Mevlâna öncesi temel estetik anlayışlarının bir diğer temsilcisi “Ennead”ların sahibi, Plotinus’tur. O, Kitabının I. Bölümünde “Güzel Üzerine” adlı kısımda, özü itibariyle güzel olanla, başkası sayesinde güzel olanı ele alarak söze başlar. Ona göre kendiliğinden güzel olan ruhtur ve ondan pay alarak güzel olan da bedendir. Zira beden, ancak ruhun aksettirdiği ölçüde güzel sayılabilir. Plotinus’a göre âlemdeki güzellik, “Nous” adını verdiği Mutlak’ın görünüşünden ibarettir. Yani onun dışa yansımasıdır. Güzeli temâşaya dalan insan, “idea”nın duyumlanır âlemdeki aksini bulur. Böylece insan maddeyi aşarak, duyumlanır güzellikten manevî güzelliğe ulaşır. Plotinus’a göre ruhun yakınlık duyduğu şey güzel, yakınlık duymadığı şey de çirkindir. Yine ona göre ilahî olanın güzelliği ile ondan pay alanın güzelliği şeklinde iki farklı güzellik söz konusudur. Birinden diğerine “arınma” sayesinde ulaşılabilir. Böylece Plotinus, idealist-mistik bir estetik teorisiyle düşünce tarihindeki yerini alır.
Mevlâna öncesi estetik anlayışının temeli Türk-İslâm estetiğinin ana kaynağı olan Kur’an’dır. Çünkü Kur’an, kainatın estetik bir düzen içinde yaratıldığını, insan fıtratında estetik sevgi ve yargının yer aldığını açıkca belirtir.
“Muhakkak Biz, sizi en güzel şekilde yarattık” (Tin, 95/4)
“Yeri ve gökleri yerli yerince yarattı. Sizi en güzel şekilde şekillendirdi. Dönüşünüz O’nadır” (Teğâbun, 64/3)
Bu ayetlerde, insanoğlunun fıtratında var olan estetik duyarlılık, evvela kendi yaratılışındaki güzelliği çevrilmek isteniyor. Yani insanın kendi varlığındaki estetik zevk ve değere dikkat çekiliyor.
“Yaratanların en güzeli Allah ne kadar yücedir”(Mu’minun, 23/14)
Ayetiyle de gerek insan ve gerekse evrenin estetik bir değerle ele alınmasını gerektiği belirtiliyor. Nitekim bir hadis’te Hz. Peygamber: “Allah güzeldir, güzelliği sever” demektedir. Şu halde Kur’an ve Hadisler, estetiğin kaynağını Allah’a dayandırmaktadır. Buradan hareketle İslâm dininin, estetik zevk ve değerlere çok önem verdiğini söyleyebiliriz. Nitekim Hz. Peygamber de hayatı boyunca bütün insanların ibadetlerinde, yeme içmelerinde, giyim kuşamlarında, konuşma ve davranışlarında ve birbirleriyle olan münasebetlerine varıncaya kadar her şeyde hep güzel ve güzel olanı tavsiye etmiştir.(Yakıt, Türk-İsl.Düş.., s.111).
İslâm düşüncesinde güzellik “hüsn” veya “cemâl”, çirkinlik de “kubuh”kelimeleriyle ifâde edilmiştir. Eş’ari kelam ekolü bunların, Allah’ın bildirmesiyle, Maturidi ekolü de aklın bildirmesiyle bilinebileceğini savunmuşlardır.(İzmirli, Yeni İlmi Kelam, s. 72)
Ana hatlarıyla baktığımızda, Türk-İslâm filozoflarına göre; varlığı kendi zatından olanın güzelliği ile varlığı kendi zatından olmayanın güzelliği olmak üzere iki türlü güzellik anlayışı olduğunu görürüz. Farabî’ye göre en üstün varlık, varlığı kendi zatında olanın varlığıdır. Öyleyse O’nun güzelliği bütün güzelliklerden üstündür. Diğerlerinin güzelliği ise, en üstün olan varlığa derece ve yetkinlik açısından yaklaşabildiği ölçüdedir. İbn Sina’ya göre güzellik, onun psikolojik anlayışına bağlıdır. Güzellik, kemâldedir. O, duyumlanır nesnelerin kemâlini de onların tenasüp ve ölçülerinde aramıştır. Ona göre “kemâl” Mutlak’a=Ma’şuk’a=İlk Varlık’a yaklaşmakla elde edilir. Gazzali’ye göre bir varlık, kendisinde bulunması mümkün olan bütün kemâlatı kendisinde topladığı vakit, güzelliğin zirvesine ulaşmış demektir. Şayet bir kısmı bulunsa, bulunduğu nispette güzelidir.(İhya, IV, 542)
Ünlü işrak filozofu Sühreverdi’ye göre, bütün manevî ve cismanî varlıklar kemâlâtı arar, hepsinin de güzelliğe temâyülleri vardır kanaatindedir. Sühreverdi, aşk ve güzelliği ontolojik bir zemine yerleştirirken, estetik anlayışını bu temel üzerine oturtur. O’na göre Tanrı’dan ilk sudûr eden akıldır, ondan da güzellik, aşk ve hüzn sudur etmiş ve bu üç kavram varlığın temelini ve kaynağını oluşturmuştur. Bu kavramlar birbirinden ayrılmaz. Hatta bu özelliği tarihe mal olmuş büyük aşklarda bile görebiliriz. Mesela güzellik Hz. Yusuf’ta, Aşk Züleyha’da, hüzn ise Hz. Yakup’ta tecelli etmiştir. Nitekim Sühreverdî’nin etkilerini gördüğümüz Doğu Edebiyatı ve Divan Edebiyatına hem güzellik, hem aşk hem de hüzn edebiyatı denebilir(Yakıt, Türk-İsl.Düş.., s.113)
Güzellik konusunda sufî ekol, daha mücmel bir anlayış sergiler. Onlara göre Tanrı, Mutlak güzeldir. Bütün varlıklar güzelliklerini O’dan alırlar. Şu halde varlıkların güzelliği, ilahî güzelliğin bir yansıması ve bir tecellisidir. Güzellik dereceleri, ilahi güzellikten aldıkları pay kadardır. İşte bu sebepledir ki, evrende Tanrı’nın güzelliği temâşa edilir. Sevgi de bu güzellik neticesi ortaya çıkar. Dolayısıyla varlıklara sevgi ile bakmak esastır. İşte bu ekolün bütün görüşlerini Mevlâna Celâleddin Rumî’de görmekteyiz
III-Mevlâna’nın Güzellik Anlayışı ve Aşk
Mevlâna’nın aşk estetiğini bütün yönleriyle ortaya koyabilmek için onun bu konudaki görüşlerini alt başlıklar halinde ele almamız gerekmektedir.
1)İnsanda Güzellik Duygusu Fıtrîdir:
Mevlâna, Kur’an ve hadislerin ışığında ve kendisinden önceki düşünürlerin paralelinde kalarak güzellik duygusunun insanda fıtrî olduğu ve fıtraten insanoğlunun hep güzeli aradığı ve ona meyyal olduğu görüşündedir. Güzellik gibi onun zıttı olan çirkinlik de fıtrî bir duygudur ve insan çirkin olandan hep kaçmak ister. Mesnevî’den:
“Sana rüyada kötü şeyler gösterdi. Onlardan ürktün, halbuki o kötü şeyler, senin suretinde.
Hani aynaya bakınca yüzünü çirkin görüp aynayı pisleyen Zenci gibi!
Tükürmüş de, sen çirkinsin, lâyığın ancak bu demiş. Ayna da çirkinliğin, senin çirkinliğin a kör ve aşağılık adam!” (Mesnevî, IV, 2489-2491 İzb. Terc.)
Mevlâna gerek insanın içinde bulunan güzellik duygusunun ve gerekse dış âlemde var olan güzelliğin hep Hakk’ın güzelliğinden kaynaklandığını söyler ve bunun da “Allah güzeldir, güzelliği sever” hadisiyle irtibatlandırır.
“Dedim ki: eğer güzelsem bu güzelliği O’nun lütfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinler bile bana güler!
Çaresi şu: Kendime bakayım, kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona lâyık mıyım, değil miyim?
O güzeldir, güzelliği sever. Taze bir delikanlı, kart bir ihtiyarı nasıl seçer?” (Mesnevî, II, 77-79, İzb. Terc.)
2)Mutlak Güzelliğin Tecellisi:
Mevlâna güzelliğin “Mutlak” ve “izafî” olarak iki şekilde ele alınabileceğini düşünür. Ona göre gerçek güzellik, Mutlak güzelliktir ve Tanrı’nın güzelliğidir. Çünkü Tanrı, güzelliği kendinden olan Varlık’tır. Diğer bütün güzellikler izafîdir ve Tanrı’dan derecelerine göre, pay aldıkları nispette güzeldirler. Çünkü güzellikleri kendi varlıklarından değildir. Mevlâna’nın bu düşüncelerini aynı zamanda ontolojik bir temele oturtmak da mümkündür. Kozmik varoluş, ilahî aşktan zuhur etmiştir. Mutlak güzellik her bir varlıkta tecelli ederek kendini göstermektedir. İslâm düşüncesinde bu keyfiyet farklı yorumlarla zenginlik kazanmıştır. Özellikle Mevlâna’nın da temsil ettiği sufî ekole göre insan, âleme baktığında bu güzelliği her varlıkta seyr ü temâşa edecektir ve her şeyde bir güzellik bulacaktır. Dolayısıyla insan olsun, hayvan olsun, bitki olsun görünen ve görünmeyen her şeyi sevecektir. Çirkin addedilenler bile sîrette yani özde güzeldirler. İnsan öze yönelerek ilahî güzelliği ve aşkı kendinde tecelli ettirecektir. Mevlâna’yı dinliyoruz:
“Tanrı da gözü aydınlar için altı tarafı da delillerine mahzar etti.
Her hayvan, her bitki, nereye baksa; nereye varsa tanrı güzelliği görsün; ondan gıdalansın dedi.
Onun için O oraya ‘Nereye dönerseniz Tanrı yüzü var’ buyurdu.
Susar da bir bardaktan su bile içerseniz suyun içinde Tanrı’ya bakmaktasınız.
Fakat âşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür ey gözü açık er!
Ama âşığın sureti, Tanrı’da fâni olursa söyle bakalım, suda kimin suretini görür?
Güneşte Tanrı güzelliğini görür âşıklar. Gayret sahibi Tanrı’nın sanatıyla nasıl ay, suya varır da suda görünürse güneşte de hak görünür.
Fakat Tanrı’nın bu gayreti, âşık ve sâdık kişileredir. Şeytanla hayvana tecelli etmez o” (Mesnevî, VI, 3640-3647, İzb. Terc.)
Eşyadaki güzelliğin farklı derecelerde olması yukarıda beyan edildiği gibi, Mevlâna onların Hakk’tan yani Mutlak güzellikten aldıkları tecelli nispetinde olduğunu yeri geldikçe vurgular. Mevlâna diyor ki:
“Güzellerin bazıları, nasıl bazılarından üstün, bir kısmı da öbürlerinden aşağıysa insanların akılları da fazla, yahut eksiktir,
Ahmed, erlerin gazelliği dillerinin altında gizlidir meâlinde bir söz söyledi” (Mesnevî, III, 1538-1539, İzb. Terc.)
3)Hayranlıktan Aşka
Tanrı’nın evrendeki tecellisini sey ü temâşa eden insanlar, Hakk’ın bütün varlıklara yayılmış olan hikmetini, sanatını, ilmini ve tüm güzelliğini görür ve derler ki:
“Cihan bizim gerçek sevgilimizin güzelliğinin aynasıdır. Onlara gönül vermek, onları sevmek, hakk’ı istemenin, Hakk’ı aramanın yankısıdır. Hakk’ın düşünülmesidir(Ş. Can Terc. S. 181, Mesnevî, VI, 3181)
Tanrı’nın âlemdeki tecellisinin büyüsüne kapılan insanoğlu kendini tarifi muhal bir hayranlık yumağı içinde bulur. İlahi güzelliğin âleme yansımasından kendi içinde, yine güzellik gibi fıtrî olan sevgi ateşi uyanır ve gittikçe şiddetlenir ve sonunda aşka dönüşür. İşte bu aşk, onu maşukuna götürecektir.
4)Estetik Haz ve Aşktan Vuslata
Türk-İslâm Düşüncesinde insanın mikro kozmik bir varlık olarak telakki edilmesi, Mevlâna’nın da benimsediği bir düşünce şeklidir. Bu, insanın kainatın bir parçası olmaktan ziyade, doğrudan doğruya kainatmış gibi ele alınmasına yol açmıştır. Bu husus aynı zamanda Tanrı, kainat ve insan anlayışına açıklık getirmek için de kullanılmıştır. Bir diğer ifâdeyle , kainata bak insanı anla, insana bak kâinatı anla; her ikisine bak Tanrı’yı anla şeklinde formüle edilmiştir. Kemâle ererek vahdet bilincine ulaşmış insan, Tanrı’nın hem kainatta , hem de kendisindeki tecellisinden, O’nun aşkı ve Cemâlinden nasibini alarak derin bir estetik hazza erişecektir. İnsan, bu haz içinde ilahi sevgi yolunda kademe kademe ilerleyecektir. Her türlü dünyevî ve beşerî kaygıyı geride bırakıp O’na ulaşacaktır. İnsan-ı kâmil olacaktır. Böylece insan-ı kâmil Tanrı’ya, Tanrı da insan-ı kâmile âşık olacaktır. Bu estetik hazzın verdiği metafizik anlayışa göre Tanrı, hem Aşk, hem Âşık hem de Ma’şuk’tur.
Aşkla Maşuk kavramları, Mevlâna’nın eserlerinde sık sık geçen kavramlardır. Aşk konusu her nerede ele alınırsa karşımıza bu kavramlar çıkar. Konuya bir başka açıdan bakacak olursak şunları görürüz: Tanrı’yı suje olarak ele aldığımızda O, hem seven hem de sevilen olur. Nitekim olayı bu şekilde değerlendiren bir çok sufî de: “Tanrı insanda kendi kendini sever” demişlerdir. Mevlâna da, insan Allah’a âşık olduğu gibi Allah’ın da insana âşık olduğunu, aynı zamanda Allah’ın insanı severken kendisini de sevdiğini söyler. Bir diğer ifadeyle Mutlak Varlık olan Tanrı, yaratıkları üzerinde sıfatlarıyla tecellisinin aksini görür ve bir kere daha âşık olur. İnsan-ı kamil de Birliğe olan Vuslat’ında kendi nefsinin gerçeğini de görür. Bu konuda Mesnevî’de şunları okuyoruz:
“Sen mademki hayret âleminde ‘lillah’ sırrına mahzar oldun, ben de senin olurum. Çünkü ‘kim Tanrı’nın olursa, Tanrı onun olur” (Mesnevî, I, 1939, İzb. Terc.)
Mevlâna, aynı zamanda Mutlak’ın tecellisi gereği nesnelerin güzelliğinden duyulan hazla Tanrı’ya ulaşmayı hedefleyen kişiye, estetik tavrın karşılıksız bir sevgiye dayandırılmasını öğütler. Zira Hakk’a âşık olup, O’na duyduğu hayranlığın denizinde yüzen kişi, O’ndan bir karşılık beklememelidir.
IV-Sonuç:
Görüldüğü gibi Mevlâna, diğer bütün konularda olduğu gibi, bütün bedii zevkleri, sanatı , estetiği , psikolojiyi vs yi aşkta temerküz ettirmektedir. Onun estetik anlayışı, bir aşk estetiğidir. Mutlak güzelliğin tecellisinden hareketle yine Mutlak olana yani ilahî ve ebedî olana yükselmek gerektiği fikri onda esastır. Bu görüşüyle sufî ekolle, bedii zevkle kemâlatı elde etmede meşşai ekolle, varlığın ontolojik temeline aşk ve güzelliği yerleştirmekle işrakî ekolle hem fikirdir. Kısaca Mevlâna’nın aşk estetiği, Türk-İslâm estetiğinin önemli bir köşe taşı olduğu kadar, aynı zamanda çağdaş estetikçilere de örnek olacak niteliktedir.
(Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın bu yazısı, Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin çıkardığı “Mevlana Araştırmaları Dergisi’nin Yıl:1, Sayı :1, Mayıs 2007 s. 35-43 de yayımlanmıştır)