Bir fare bir devenin yularını eline alıp çekti
Kibirle çekiştirip “Durma! Hadi! Yürü” dedi
Deve uysal tabiatı gereği yürüdü
Fare kendinin pehlivan olduğunu düşündü
Farenin bu duygusu deveye aksetti
Dedi “Sabret! Şimdi görürsün keyfiyeti”
Bir fare ile bir deve arasında ilk akla gelen ilinti insicamsız farklılıkları olmalıdır. Deve fareye göre kat be kat büyük, fare deveye nazaran minicik iki ayrı varlıktır. Bu iki ayrı varlık ancak bu orantısızlık düzleminde bir araya gelebilirler. Burada deve ve fare ile neyin simgelediğini anlamak için bir kaç bölüm önce geçen köstebek hikâyesini hatırlamalıyız. Orada Hazreti Musa’nın bile ledün ilminden habersiz oluşu anlatılırken “o hazreti Musa idi, sen küçük bir faresin” mısraı ile insanlar arasındaki asıl farkın cesamette değil akılda ve algıda olduğuna vurgu yapılmaktaydı. Burada da fare sıradan bir insanı deve ise üstün özelliklerle mücehhez bir yüce kişiyi simgelemektedir. Ana hikâyenin bir şeyhin arkasından kötü konuşma olduğu göz önünde bulundurulursa bu yüce kişi ile bir insanı kâmilin kastedildiği ortaya çıkar.
Allah’ın veli kulları, bu dünya ölçeği ile bilinen özelliklerinden dolayı bir üst konumda değillerdir. Cisimde büyüklük, malda çokluk, makamda yükseklik gibi bu dünyaya ait kıstaslarla ölçülmezler. Onları has kul mertebesine yükselten değer kâinatın yaratıcısına olan yakınlıklarıdır. Bu farklılık ise insanın iradesine dayanan davranışlarla meydana geldiği için kaçınılmazdır. Allah’ın has kulları bütün insanlık için hem bir hedef hem bir örnektir. Aynı zamanda sınırlarını belirleme ve davranışlarını hatta duygu ve düşüncelerini düzenlemesi için bir imkândır.
Fare ise fareliğini bilmelidir.
Deve ve fare arasında geçen hadiseler bunların öğretisidir.
Deve tabiatı gereği uysaldır. Fare, deveyi uysallığı sebebiyle yularından çekip götürebilmektedir. Ancak fare bu durumu kendinde bir güç olduğu şeklinde yorumlamıştır. Hatta hadi yürü, çabuk ol bakayım gibilerinden emirler yağdırarak gücünün deveye tahakküm etmeye bile yeteceği vehmine düşmüştür. Farenin kendi cirmini unutması cürüm işlemesine yol açmıştır.
“Farenin bu duygusu deveye aksetti” mısraından önemli bir hakikate işaret buluruz. Tıpkı sesler gibi duygular da karşılıklı geçirgenlik özelliğine sahiptir. Duygular karşıdakine geçebilir. Beş duyu dışında kaldığı için genellikle hissetme kelimesiyle ifade etmeye çalıştığımız durum tam olarak bir duygu geçirgenliğidir.
Devenin yularından tutup çekiştiren üstüne üstlük bir de tahakküm etmeye çalışan farenin kibirli tavrına hemen cevap vermemesi, sabretmesi ve beklemesi de ayrıca dikkat çekici bir husustur. Muhatap almayacak kadar küçük görmesinden olabileceği gibi ona bir şeyler öğretme vazifesinin sorumluluğu da olabilir. Sonuçta deve “hadi oradan münasebetsiz” diyebileceği halde demez, uygun ortamın gelmesini bekler. Bir müddet sonra beklediği olur.
Nihayet büyük bir nehre vardı ikisi
Oradan ancak deve geçebilirdi
Fare orada durdu, sanki kurudu kaldı
Deve: “Ey arkadaş! Ey palavracı!”
“Niye durdun, nedir bu şaşkınlık bu hayret?”
“Merdane bas ayağını nehre, himmet et”
“Sen benim kılavuzum öncüm değil misin?”
“Yolda kalma, haydi hızlı yürür müsün?”
Uygun ortam gelmiştir. Geçecekleri su hayatın akışı içinde insanın karşılaşacağı, zorluklar, engeller, felaketler, musibetler, beklenmedik hadiseler, umulmadık gelişmeleri simgelemektedir. Bunların hepsi de insanın asıl değerini ortaya çıkaracak olağan akışın dışındaki şeylerdir. İnsanlar, hayatın olağan akışı içinde birbirleriyle çoğu zaman farklı bir maskeyle ilişki ve iletişim kurar. Değerlendirmeler hep bu maskenin üzerinden yapılır. Çok cömert, çok yiğit, çok yardımsever, çok iyi, çok fedakâr, çok nazik, çok kibar, çok, çok, çok her ne ise, her ne ile nitelenmişse o özelliğin olup olmadığı ancak uygun ortamda netlik kazanır. Çok yiğit görünen bir kimsenin yiğitliğini ancak savaş meydanında veya kavgada anlayabiliriz. Keza cömert bildiğimizin cömertlik derecesi kendisinde yokken anlaşılır. Bencil veya diğer-gam, kibar veya kaba, iyiliksever veya sadece kendini düşünür şeklinde bir niteleme yapabilmek için o özelliğin tebellür edeceği bir ortama muhtacız. Bu karşımızdakinden daha çok kendimizle ilgilidir. Kendi kendimizi değerlendirirken de nasıl göründüğümüz değil gerçekten ne olduğumuzdur önemli olan.
Fare suyu görünceye kadar deveye tahakküm edebileceğini zanneden bir büyüklenme hastalığı müptelası idi. Devenin ipini çekiyor olması kendisinin deveden daha büyük daha güçlü daha kudretli olduğu vehmini doğurmuştu. Bu hastalık hâli daha çok yöneticilik konumunda olan insanlarda görülür. Hasbelkader bir şekilde masanın arkasına geçmiş kişi oraya nasıl geldiğini, hangi alçak kapılardan sürünmek zorunda kaldığını unutur da kendinde bir seçilmiş olmak seçkin olmak vehmetmeye başlarsa bu farenin durumuna düşer. Bu tarz vehimler bir hastalık belirtisidir. Bu tür hastalığa duçar olanlar yönettiği insanları kendine mahkûm, zavallı acizler olarak görmeye başlar. Olur, olmaz şarlamaya, karşısındakini yerli yersiz azarlamaya, öfkeli ve celadetli bir lider rolü oynamaya soyunur. Kırıcı kabalığın ardında yatan bu zayıflıktır. Kabalığın güçsüzün güçlü taklidi yapması şeklinde tarifi son derecede doğru ve isabetlidir.
Bütün bu büyüklenmelerin bitiş noktası kriz anıdır. Yani yolda giderken karşısına çıkan suyu görünceye kadardır her şey. Su takındığı maskeyi yırtacak takındığı aslından uzak görüntüyü silecektir. Şimdi gerçeklerle yüzleşme zamanıdır. Hadi bakalım, hadi aş şu sorunu, hadi geç şu engeli, hadi devam et yoluna yürü bakalım tavrınla aslın arasında uyumun derecesi çıksın ortaya. Yiğitlik taslıyordun işte kavga başladı göster yiğitliğini. Cömert bilinmek itibar görmek için elinden gelen gösteriş budalalığını yapıyordun. Şimdi sana kalmayacak şekilde vermen gerekiyor elindekini. Bakalım bunu başarabilecek misin? Göster cömertliğini. Kudretli bir lider gibi görünüyordun, peşine takılmış sorumluluğunu üstlendiklerini bu engeli geçirerek yoluna devam etmen gerekiyor, göster liderliğini.
Ama deveyi çekiştirip “hadi yürüsene” diye azarlayan fare suyu görünce takındığı bütün tavırlardan vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Fare “Ya su derinse, boyumu aşarsa” dedi
“Arkadaşım boğulmak korkutur beni”
Deve “dur” dedi “ben bir bakayım derinliğine”
Yürüdü, ayağını soktu suyun içine
Ve dedi “Fare kardeş, su ancak dizime geldi”
“Sen niye bu kadar korktun da aklın başından gitti?”
İşte bir başka hakikat, hayatın zorlukları kişinin gerçek değerine göre görecelidir. Bir büyük felaketin pençesine düştüğü halde kahramanca direnen, uğraşan hatta savaşan bir mert ile zoru görünce kaçacak yer arayan, söylediği sözü “yanlış anladınız” diyerek değiştirmeye, yaptığı ettiğini hata etmişim diyerek vazgeçmeye çalışan namert için her engel aynı cesamette değildir. Biri için kolaylıkla aşabileceği engel diğeri için bütün hayatını karartacak bir felakete dönüşebilir.
Su deveye göre azıcıktır, sadece dizlerine kadar çıkan basit bir şeydir engel bile sayılmaz. Çünkü deve büyüktür. Aynı su farenin felaketidir. Onu boğacak bir ummandır. Çünkü fare küçüktür.
“Bana ejderha olan sana karıncadır “dedi fare
“Aradaki fark besbelli, bir benim dizime bak bir senin dizine”
“Eğer su senin dizine kadar geliyorsa”
“Benim boyumu yüz kere aşar”
Bu sözlerden farenin henüz yaptığının farkında olmadığı anlaşılmaktadır. Suyun devenin sadece dizine geliyor olması sanki kendi kabahatiymiş onun dizinin küçücük olmasında ise herhangi bir sorun yokmuş gibi konuşmaktadır. Adeta “ne yapalım yani, senin boyun uzun olduğu için su sana az görünüyor olabilir, ama benim boyum kısa o yüzden beni boğar bu su” deyişi bile biraz önceki afralı tafralı hâlini devam ettirir olduğunu göstermektedir. Eğer birazcık feraset sahibi olsaydı, “özür dilerim, hadi yürüsene deyip çekiştirdiğim için beni bağışla” demesi gerekirdi. Elbette bu feraset olsaydı boyuna bakmadan kendinden büyük birine tahakküm etmenin saçmalığını görebilecekti.
Suyun karşılarına çıkışı, devenin dizine kadar çıkan suyun ona ejderha gibi görünmesi, suda boğulup gitmekten korkması kâr etmediği için fareye haddini bildirecek birkaç söz söylemek şart olmuştur.
Deve “Öyleyse” dedi “bir daha küstahlık etme”
“Yoksa sonra çok düşersin bir sürü derde”
“Kendin gibi farelerle boy ölçüş öyle kibir et”
“Olur mu deve ile fare arasında nispet”
Haddini bilmezlik, bir başka ifadesiyle küstahlık çok yaygın bir davranış bozukluğudur. Ya fare gibi cirminin farkında olmayanlar veya farkında olsa bile önemli olan nasıl göründüğümdür diyerek edepsizlik edenler tarafından kuşatılmış bir hayatı yaşamak zorunda olmak da şu kısa dünya hayatı içinde karşımıza çıkan nehir gibidir. Hayata karşı bir engeldir. Aşılması gereken bir musibettir. Böyleleri genellikle müşahhas ve muayyen kişiler hakkında bu tavrı gösteremezler. Çünkü hemen karşılığını görmeleri, hemen kesilecek cezayı ödemek zorunda olduklarını bilirler. O yüzden daha çok yanlarında olmayan kişiler, somut olmayan fikirler düşünceler değerler hakkında küstahlık ederler. Aksinin ispat edilemeyeceğini düşündükleri şeyler hakkında yukardan üste perdeden aptalca bir haddini bilmezlikle konuşmaya fikir ileri süremeye cesaret ederler.
Küstahlığın en aymazı insanların inançlarıyla alakalı olanlardır. Hazreti Mevlana, Mesnevi’de bu konu üzerinde çok durur. Peygamber de insan ben de insanım veya evliya da insan ben de insanım veya insanı kâmiller hakkında onlar da bizim gibi insan şeklinde düşünen bu düşüncesini uluorta gelişigüzel küstahça ifade etmekten çekinmeyenlere birçok etkili teşbih ve telmih ile haddini bildirecek şeyler söyler. Bu hikâyede geçen fare günlük hayatın içinde birçok benzer insanı simgeler. Ne yazık ki onların bazıları bu fare kadar başlarına gelenden, kendilerine verilen öğütten ders almaz akılları başlarına gelmez. Fare haddini bilmiştir.
Fare dedi “Tövbe eyledim, Allah için”
“Bana yol göster bu sudan nasıl geçeyim”
Merhamete geldi deve dedi ki ona
“Haydi, gel bakalım, hörgücüme sıçra”
Baş tarafta geçtiği üzere deve bir insanı kâmili işaret ettiğinden alicenaplığını zatının yüceliğini gösterir. Küstahlığa karşı çıkışı da cezalandırmak için değil öğretmek içindir.
“Suları geçip gitmek benim işim bil”
“Senin bin mislin gelse de dert değil”
İnsanı kâmiller küstah da olsa haddini bilen de olsa yardım talep edenleri, talip olanları ürkütücü derin sulardan korkusuzca geçirirler. Onların boyu uzundur. Sıradan bir insanın içine düşürse boğulacağı derin sulardan, şüphe nehirlerinden, vehim ve vesvese deryalarından, yeis karanlıklarından sırtına alır geçiriverirler.
İnsan selamet sahiline ulaştığının farkına bile varmaz. Bazen bir cümle bazen bin sene öncesinden yazılmış ve bugün elimize ulaşan bir mektup ruhumuza sükûnet, aklımıza ışık verirler.
Mehmet Sait Karaçorlu
#M. Sait Karaçorlu