SIR ve HİKMETLERİ OKU!.. – Osman Nûri TOPBAŞ

SIR ve HİKMETLERİ OKU!..

Osman Nûri TOPBAŞ

Cenâb-ı Hak, insanı «كُنْ : Ol!» sözüyle halk etmiştir. Hidâyet için yine insana kelâmını göndermiştir. İnsanı terbiye için vazifelendirdiği peygamberler de; âyetleri tilâvetle, zikir, hikmet ve güzel öğütlerle, yani yine sözün en güzeliyle insanı irşâd etmişlerdir.

Rabbimiz bu hakikatle, ilk vahyi;

«اِقْرَأْ : Oku!» emr-i ilâhîsi ile göndermiştir.

«Oku!» İlâhî kelâmı oku!..

«Oku!» Kâinat kitâbını oku!.. Yani tefekkür et!..

«Oku!» Kendini oku, kendi hiçliğini idrâk et!.. Rabbini tanıyabilmek için önce kendini tanı, kulluğunu bil!..

Hazret-i Mevlânâ da; işârî, edebî ve tasavvufî bir Kur’ân tefsiri olan Mesnevî’sine;

«بِشْنَوْ : Dinle!» diyerek başladı.

Müşrikler; «Kur’ân’ı dinlemeyin!» diye propaganda yaparlar, hattâ gürültüler çıkarırlar yahut getirdikleri Acem masallarını süslü câriyelerine okutarak, Kur’ân’ın mesajının dinlenmesine mâni olmaya çalışırlardı. Çünkü Kur’ân’ı dinleyen, onun muazzam tesiri altına giriyordu.

Mü’minler ise; «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : İşittik ve itaat ettik! Duyduk ve uyduk!» diyerek îman ve teslîmiyetlerini ifade ediyorlardı.

Mevlânâ Hazretleri şöyle der:

“Kulağın duyuşu, anlayışları değiştirir; gözün apaçık görüşüyse özü değiştirir.” (Mesnevî)

Demek ki hak ve hakikati dile getiren Allah kelâmına ve Hak dostlarının hikmetli nasihatlerine kulak kesilmek gerek.

Hazret-i Mevlânâ yine der ki:

“Söz söylemek için önce duymak gerek. Bunun için söze, dinlemek yolundan gir.” (Mesnevî)

Cenâb-ı Hak, ilâhî tâlimatlarını tebliğ etmeleri için peygamberler göndermiştir. Peygamberler; insanlara âyetleri tebliğ eder, onların gönül dünyalarını temizler ve onlara «Kitap ile Hikmet»i tâlim ederler.

Son Peygamber Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra ise; O’nun vârisleri olan rabbânî âlim ve ârifler, insanlara sır ve hikmetleri beyân ederler. Bu sırları alabilecek gönül kıvâmı herkeste bulunmaz. Bu sebeple, onları dinlemek ve onların irşâdından istifâde etmek lâzımdır:

“Her gönül, gizli sırları duysaydı; dünyada harfle ses olur muydu hiç?” (Mesnevî)

Hak dostları, gönül deryâlarının derinliklerinde sır ve hikmet tecellîlerine nâil olurlar ve bizler için o sırların tercümanlığını yaparlar. Nurettin TOPÇU’nun dediği gibi, bizim onlardan işittiklerimiz, ancak tâ ötelerden gelen feryatlardır.

Her hâlükârda insan, hidâyete muhtaçtır. Bu hidâyete; vahyin rehberliği olmadan, sırf aklıyla ulaşması mümkün değildir. İnsan haddini bilmelidir. O, yeryüzündedir. Maddî rızıklar olan; yağmur, ışık / nur, sıcaklık gibi, mânevî rızıkları da semâvîdir. Bu sebeple; insanın yeryüzünde elde ettiği fânî bilgi ve maddiyatla böbürlenerek, ilâhî tâlimatlara karşı müstağnî bir hâle bürünmesi, ne acınası bir nankörlüktür.

Bu tür bilgi sahibi oluş, insanı câhilleştiren bir gaflete sebebiyet verdiği zaman hiçbir kıymete sahip değildir. Asıl bilgi odur ki, dâimâ insanı «mârifullâh»ın eşiğine götürsün ve hiçlik deryâsında ârifler kervanına dâhil etsin…

Yani hiçbir bilgi, insanı Rabbine karşı câhilleştirmek için olmamalıdır; çünkü bilginin asıl maksadı, kulu Allâh’a karşı cehâlete düşmekten kurtarmaktır.

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Yer; gökyüzüyle düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü hâle gelir.” (Mesnevî)

İnsan kime muhtaç olduğunu iyi bilmeli, ondan yardım talep etmeli.

İnsan ilâhî mesajları okur ve onları dinler ise; aklını vahyin muhtevâsında çalıştırırsa, en güzel tefekküre nâil olur.

TEFEKKÜR İLE HAYAT BUL!..

Mevlânâ Hazretleri şöyle der:

“Ey kardeş; sen, tefekkür ile hayat bulmalısın.

Bedenin; kemik ve etten ibaret, hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.” (Mesnevî)

Bu tefekkür, mü’minin gönlünden ahlâkına ve yaşayışına yansır. Bu sözün bir başka anlaşılma şeklini de Hazret-i Mevlânâ şöyle söyler:

“Sen, hatırlanması ve dile getirilmesi güzel olan bir söz ol! Çünkü insan, kendi hakkında bir şahitlik olarak kendisini senâ eden güzel sözlerden ibarettir.” (Mesnevî)

Tefekkür bir îmân anahtarıdır. Hak ve hakikate karşı âmâ olmayan bir kişinin; kâinattaki ilâhî imzayı, nâdîde nakışları ve sonsuz kudret akışlarını görmemesi mümkün değildir. Öyle ki; başındaki göz âmâ bile olsa, yine de o, basîret gözüyle âşikâr olarak görür:

“Âmâ olan bir kimse bile noksansız bir güneşin doğduğunu, hararetinden anlar.” (Mesnevî)

Fakat kalp gözü âmâ olur ise, ona da en âşikâr hakikati dahî göstermenin imkânı yoktur:

“Bakışı eksik, görüşü kıt olan yarasanın gözleri, güneşin ışığını da göremez.” (Mesnevî)

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de kâfirler için;

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ

“Onlar kördürler, sağırdırlar ve dilsizdirler!” buyurur. (el-Bakara, 18)

Çünkü hakkı görmezler, hakikati işitmezler ve kalpleriyle, dilleriyle ikrâr edip îmâna gelemezler. İnsanı bu hâle gaflet düşürür:

“İki parmağının ucunu, iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan, bu âlem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru, ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir.

Sen evvelâ gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör. İnsan gözden ibarettir. Geri kalansa cesettir. Göz ise ancak gerçek dostu (yani Hakk’ı) görene denir.” (Mesnevî)

Gaflet, hakikî tefekkürü dondurur. O hâlde, onu ısıtıp harekete geçirecek bir hararete ihtiyaç vardır ki, Mevlânâ Hazretleri bunun zikir olduğunu şöyle belirtir:

“Zikir düşünceyi harekete geçirir. Zikri şu donmuş fikre bir güneş yap.” (Mesnevî)

Göz ve gönül, böyle bir zikir ve tefekkürle, nurlandırılırsa, kalp gözü hakikatleri seyretmeye başlar:

“Hakk’ı tanıyan iki göz sahibi olursan, iki dünyayı da dostla dopdolu görürsün.” (Mesnevî)

Böyle bir göz; insana rehberlik eder:

“İnsana, kimse gözü gibi rehberlik edemez.” (Mesnevî)

Nitekim Hazret-i Yûsuf, kendisine; «Heyte lek: Gelsene bana!» diyen Züleyhâ’nın câzibesinden, Rabbinin burhânını görerek kurtuldu. Allâh’a sığındı. Demek ki, onun gözü; hakkı hak ve bâtılı bâtıl görebilmişti. Davet edildiği nefse hoş gelen zinânın; aslında ateş olduğunu, yılanlar, akrepler gibi korkunç bir hâlde olduğunu görebildi.

O esnada köle edilip babasının yanından uzaklaştırıldığı için, yanında onu terbiye edecek ne babası ne de hocası vardı. Fakat onun, tenhada da kalbine ve diline; «Maâzallah!» dedirten bir takvâsı vardı. İnsana değer veren de budur:

“Hayvan nasıl kabiliyeti ile değer kazanırsa, insan da aklını ve kalbini kullanmasıyla değer kazanır.” (Mesnevî)

Günümüzde, «akıl» dâimâ vahyin mukabili ve rakibi gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki böyle bir akıl; kontrolsüz, şaşkın ve tenâkuzlarla dolu felsefeci aklıdır.

Gerçek akıl ise; insanı yanlışlardan koruyan, ilâhî hakikatleri okumasını ve dinlemesini sağlayan mekanizmanın adıdır. Yani Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kurban olmuş olan akıldır.

Mevlânâ -kuddise sirruhû- ne güzel söyler:

“Akıl zarûrîdir; ama insanda, ancak aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar akıl olmalıdır.” (Mesnevî)

Eğer insan, aklın sınırlı olduğunu idrâk edemeyecek kadar akılsız ise; o âciz ve fânî aklıyla, dîni de kendisi vaz‘ etmeye, onun üzerinde fikir yürütmeye kalkar.

Hazret-i Mevlânâ uyarır:

“Dînin aslını anlamaya imkân yoktur, ona ancak hayran olunur.” (Mesnevî)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü de bu hakikatin güzel bir ifadesidir:

“Eğer din, rey ile olsa, ayakların altına mesh etmek, üstüne mesh etmekten daha evlâ olurdu.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 63)

Âhirzaman fitnesi olan modernistler ve tarihselciler; boş felsefelerini ve kör akıllarını, Kur’ân ve Sünnet’in üzerinde görmeye kalkan ahmaklardır. Böylelerinin ilmi, yine Mesnevî’de anlatılan şu kıssaya benzer:

NEFS-İ EMMÂRE’NİN AHMAKLIĞI

Hazret-i İsa, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri, bu hâle hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi:

“–Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!”

İsa -aleyhisselâm- o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın suâline cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve tekrar sordu:

“–Ey Rûhullah! Senin bu kaçışın benim için bir muammâ oldu! Kimden kaçıyorsun?”

Bunun üzerine Hazret-i İsa;

“–Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mâni olma ki, kendimi kurtarayım!..” diye karşılık verdi.

Bu sefer adam;

“–Sen nefesi ile körlerin ve sağırların şifâ bulduğu «Mesîh» değil misin?” diye ona mûcizelerini hatırlattı ve bu kaçışın hikmetini sordu.

İsa -aleyhisselâm-;

“–Evet ben İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Ölüye okudum, dirildi.

Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lâkin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da ondan bir ot bile bitmedi!” dedi.

Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hazret-i İsa’ya sordu:

“–İsm-i Âzam bu kadar şeye tesir edip şifâ verdiği hâlde niçin ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara devâ olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir?”

İsa -aleyhisselâm- şöyle cevap verdi:

“–Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahîye uğramayan ibtilâlardır. İbtilâ da bir hastalıktır; ancak sadece mübtelâsına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”

İşte bu zarara sebebiyet vermemek için, nefs-i emmâre seviyesindeki ahmaklara ilim öğretmemek lâzımdır:

“Ahlâksıza ilim öğretmek, eşkıyânın eline kılıç vermektir.” (Mesnevî)

Böyle kişiler; elde ettikleri bilgiyle, sahih, müstakîm dînin yolunu kesmeye çalışan eşkıyâlar gibidirler. Onların sahip oldukları bilgiler, kendileri için değersiz bir yüktür:

“Gönle nakşedilen bilgi insana yardım eder, dost olur; fakat bedende yani zâhirde kalan bilgi yük kesilir.” (Mesnevî)

Cenâb-ı Hak; İsrailoğullarının ilmiyle âmil olmayan âlimlerini de; «kitap yüklü merkepler»e benzetir. (Bkz. Cum‘a, 5)

Demek ki;

“İnsanı yücelten, bilgidir. Fakat bilgi, canlı olmalı ve insanı değiştirmelidir. Yoksa sözde ve dilde kalmamalıdır.” (Mesnevî)

Hazret-i Mevlânâ’nın bahsettiği canlı bilgi, takvâ ile yoğrulmuş olan bilgidir. Çünkü takvâ; bilgiyi artıran ve derinleştiren, böylece insanı olgunlaştırıp kemâle erdiren yegâne âmildir. Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282)

Demek ki;

İlmin irfâna dönüşmesi zarûrîdir. Faydalı ilim, zihne depo edilen mâlûmat değildir. Gönülde «mârifetullâh»a vesile olan, ihlâs ile tatbik edilen ve sahibini Allâh’a yaklaştıran ilim, faydalı ilimdir.

Çünkü ilim tatbikat ister… Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- asr-ı saâdette; ilmi gönülden gönüle tahsil ettirmek için, devrimizde akademi dedikleri tarzda ashâb-ı suffeyi kurdu. İlmi dâimâ tatbikatıyla beraber öğretti. Yani suffe talebeleri ne öğrendilerse o ilimle ihlâslı bir şekilde amel etmek üzere tahsil ettiler. Peygamberimiz yaklaşık on âyet öğretir, ardından tatbikatını tâlim ederdi. Meselâ; infâk âyetleri nâzil olunca, hepsi tatbik etmeye koştu. Fakir sahâbîler dahî, dağdan odun toplayıp sattılar, bedelini infâk ettiler.

Her şey böyle tahsil edildi.

Rabbimiz’in;

“Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihâd edin!” (et-Tevbe, 41) emrinin tatbikatını gazvelerde şehîd olarak, gāzî olarak gerçekleştirdiler. Aynı zamanda burada adâlet ve merhamet dolu bir savaş hukukunu öğrendiler. Esirlere insânî muâmeleyi yine yaşayarak öğrendiler. Nitekim Bedir dönüşünde, esirleriyle bineklere münâvebeli bindiler.

Aile hukuku, kul hakları, mîras, tesettür, haramlar, helâller her şeyi böyle tatbikat ile öğrendiler.

Din böylece 23 senede ikmâl edildi…

«اِقْرَاْ : Oku!» (el-Alak, 1) ile başladı.

«اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ : Bugün size dîninizi tamamladım!» (el-Mâide, 3) âyetiyle tamam oldu. Kur’ân kültürü bu zaman zarfında hayatlara ve gönüllere nakşedildi…

Bugün maalesef, kuru bilgi ezberine ilim denir oldu. Bu bilgi yığınlarının, maalesef hiçbir faydası olmuyor. Bilâkis zararı oluyor.

Eğer ilim; irfâna dönüşmezse, sâlih ameller hâlinde amel defterine nakşedilmezse, hebâ olur gider. Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi:

“Kalemin rüzgârdan, kâğıdın sudan olursa, ne yazarsan derhâl yok olur.” (Mesnevî)

Hakikaten fânî insan, öğrendiklerini unutur. Fakat ihlâs ve takvâ ile işlediği makbul sâlih ameller unutulmaz. Bu olgunluktaki kimseler, günahlarını da hiç unutmazlar ve devamlı istiğfar hâlinde olurlar. Çünkü âhirette istifâde, buna bağlıdır.

İşte akıl, bunu idrâk edecek akıldır:

“Akıl, sonradan ah çekmek için değil; düşünüp tedbir almak içindir.” (Mesnevî)

Vahyin muhtevâsından kaçan aklı; nefsin, şeytanın ve dünyanın türlü türlü desîseleri, tuzak ve hileleri doğru yoldan saptırır ve yanlışlara sürükler. Ona ahmakça tercihler yaptırır. Mevlânâ Hazretleri’nin teşbihleriyle:

“Merkep; müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.”

“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.” (Mesnevî)

Nefsâniyete zebûn olan akıl, sahibini böyle hatalardan koruyamaz. Zira o, ebediyet yolları hakkında mâlûmat ve tecrübe sahibi değildir. Ölüm ve ötesi hakkında yegâne mürşid, Allâh’ın kelâmı ve elçileridir. Yani vahyin tâlimatlarına uymaktır.

İnsan bekāyı arzular. Fânîliğe isyan hâlindedir. Dünyadaki huzursuz çırpınışları da aslında bu arayışın tezâhürleridir. Fakat yanlış yerde aramaktadır.

“Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.” (Mesnevî)

Bir Hak dostunun dediği üzere:

“Dünyadan ebedîlik isteme, kendinde yok ki sana da versin.”

Evet;

“İnsan; dünyaya, dünya sırlarını anlamak için gönderilmiştir.” (Mesnevî)

Bu sırları öğretecek ise, Hak dostlarıdır:

“Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.” (Mesnevî)

Hak dostları; mânevî istîdat ve kabiliyetleri görüp inkişâf ettirebilme melekesine sahiptir. -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Hazret-i Ali, Muâz bin Cebel, Abdullah bin Ömer, İbn-i Abbâs, İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anhüm- ve emsâli genç ashâbıyla husûsî ilgilenir, onların istîdatları istikametinde terakkî etmelerine vesile olurdu. Onlar da Allah Rasûlü’nü canlarından çok severler, O’nun bir tek arzusunu yerine getirebilmek için, her şeylerini fedâ ederlerdi.

Onlar; câhiliyye karanlığında iken, kaba, nâdan kişiler idi. Fakat Rasûlullah Efendimiz’in gönlündeki muhabbet ateşi, -biiznillâh- onların kalplerini eritti:

“Katı taş olsan, mermer kesilsen bile, bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.” (Mesnevî)

Kız evlâtlarını diri diri gömen, enâniyet yüzünden çıkardıkları kabîle savaşlarında çölleri kana bulayan insanlar; gözü yaşlı, rakîk, muhabbet dolu ârifler hâline geldiler.

Mevlânâ Hazretleri, Selçuklu Medresesi’nde ilmin zirvesinde bir dersiâm idi. Fakat Şems-i Tebrizî -kuddise sirruhû- ile karşılaşıncaya kadarki hâlini; «Hamdım!» diye ifade eder. Şems, onun mânâ okyanusu olmaya istîdatlı gönül deryâsını, ilâhî aşk ateşiyle tutuşturdu. O zamana kadar zâhid bir âlim olan Mevlânâ Hazretleri; bundan sonra aşk heyecanı ile coşan, kabına sığmayan, bağrı yanık bir ârif oldu. Hikmet ve sırlara vâkıf olduğu zamanları; «Piştim!», kâinat kitabının sayfalarını çevirerek vardığı mârifetullah devresini de; «Yandım!» diye ifade etti.

Mevlânâ Hazretleri, bu sebeple dâimâ hakikî bir Hak dostunu bulmaya ve onun sohbetinden istifâde etmeye teşvik eder:

“Hak dostu bir kişiye kul olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir.” (Mesnevî)

Tarihimiz bunun sayısız misâliyle doludur:

Yûnus Emre Hazretleri der ki:

Taptuk’un tapusunda,
Kul olduk kapısında,
Yûnus miskin, çiğ idik;
Piştik elhamdülillâh.

Bursa kadısı iken, nefsinin enâniyetinden korkan ve Üftâde Hazretleri’nin dergâhında hizmetkâr olup, çarşılarda kaftanıyla ciğer satan Aziz Mahmud Hüdâyî; nâil olduğu feyiz ve rûhâniyetle sultanların hizmet ettiği bir Hak dostu hâline geldi.

İlmî derecesi sebebiyle kendisine Şemsü’ş-Şümûs / Güneşler Güneşi denilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri; mânevî irşâd için, bir yıllık yol giderek Hindistan’da Abdullah Dehlevî Hazretleri’ne talebe oldu. Dergâhın tuvaletlerini temizleyip, sırtında su taşıdı. Fakat samimî sebâtı neticesinde; memleketine dönerken, üstâdı tarafından şehrin dışına kadar uğurlandı:

“Allah ile (mânen) oturup kalkmak isteyen kişi, velîler huzûrunda otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen helâk oldun gitti.” (Mesnevî)

Cenâb-ı Hak, dostlarını karanlıklardan nûra çıkaracağını va‘d buyurmuştur. Dostluğuna erenlere; dünyada ve âhirette destek olacak melekler gönderir, onları âhirette korku ve hüzünden muhafaza eder.

Sâdıklarla ve sâlihlerle beraber olan mü’minler de onların hâlleriyle hâllenerek, onların rûhânî dünyalarından hisseler alarak, kendilerini gafletten muhafaza ederler.

Rabbimiz, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ve talebeleri olan Hak dostlarının feyiz ve rûhâniyetinden istifâde edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Dünyada sünnet ve sîretlerinden, âhirette de şefâatlerinden müstefîd olmayı ihsan buyursun!..

Âmîn!..

Yüzakı Dergisi