Agaç Hiç Ağlar mı?

Agaç Hiç Ağlar mı?

Aziz dostlar, sohbetimize  Hz. Mevlânâ’nın bir rubâisiyle başlayalım isterseniz.

Bişnev tu zî ney çehâ çehâ migûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriya migûyed

Rûh zerd ü derûn tehî vü ser dâdebedâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed

Dinle şu neyi. Bak neler neler söylüyor
O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor.

Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de
Dilsiz dudaksız, Hüdâ Hüdâ diyor.

Bir kamış parçasından “Hüdâ” sesini duyabilmek. Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü tarif ederken, Bakır bir tas, bunun üzerine kuru bir deri gerilmiş, kuru iki değnekle vuruluyor. Öyleyse bu Allah sada’sı nerden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve değnekten Allah sada’sını duyabilmek. İşte kendi varlığından geçip Hakk ile Hakk olan bu nimete eren kullar için Hakk sada’sı, her zerreden dudaksız ve kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sadece insanlar için de değildir.

Fehm kerde ân nidâ bi gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng

O nidâ’yı kulaksız ve dudaksız olarak ağaç da anlar, taş da.

Her zerreden gelen Allah sadâ’sını ağaçlar, taşlar nasıl anlar? diye soracak olanlara yine Hz. Mevlânâ cevap veriyor:

Zançi goftem men zî fehm-i seng û çûb
Der beyâneş kıssa-i hoş dâr-ı hûb

veya

Zançi goftem âgehî-i çûb u seng
Der beyâneş kıssa bişnev bî dereng

Taşın ve çubuğun yani kuru dallarında anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya, bunun izahı için anlatacağım kıssayı can kulağı ile dinle ve ezberle. Dedikten sonra şu kıssayı anlatmaya başlıyor Mesnevî-i Şerif.

Üstün-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mized hemçu erbâb-ı ukûl

İnleyen sütun -direk- Resulün ayrılığı ile akıl sahipleri gibi -yani insanlar gibi- ağladı, inledi.

Der meyân-ı meclis-i vâ’z ân çûn ân
Keyvez âgehgeşt hem pir u cevân

Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki o iniltiyi orada bulunanların, ihtiyarından gencine, hepsi duydu.

Goft Peyâmber çi hâhî ey sütün
Goft, cânem ez fîrâkat geşt hûn

Peygamber (S.A.V.) sordular: Ey direk niçin inliyorsun? Ne istiyorsun?

Direk dedi ki: Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.

Mesnedet men budem ez men tahtî
Ber ser-i minberu mesned sahtî

Direk diyordu ki: Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. Yani işte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.

Aziz dostlar, Hz. Mevlânâ burada bir tarihî olayı aktarıyor. İzninizle o olayı hatırlatayım. Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam, Medine’ye hicret buyurduktan sonra Hâlid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî yani Eyüb Sultan Hazretlerinin (R.A.) evinde misafir olarak ikamete başladılar. Hicretin yedinci ayında Eyüb Sultan Hazretlerinin evinin batı istikametinde boş bir arazi vardı, bu boş arsa Sehl ve Sehîl isminde iki yetim kardeşe aitti. Efendimiz (S.A.V.) orada bir mescid ve kendisi için de bir hücre – odacık yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler ise de Efendimiz (S.A.V.) yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebubekir (R.A.)idi. Arz ettiğim gibi Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi ve üzeri hurma dalları ile kapatıldı. Bu ilk Mescidde mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Bu direklerin, daha sonra o direkler isimlendirilmiştir, bir tanesine tövbe direği veya Ebû Lubâbe direği, bir tanesine de Şerir Direği denir idi.

Resulullah (S.A.V.) en çok tövbe direğine yakın bir mahalde namazı kılar ve kıldırırlardı. Daha sonraki inşaatlarda o yer tesbit edilmiş olduğundan ilk mihrab sonra oraya yapıldı. Yani Halife Velid bin Abdülmelik zamanında, daha sonra halife olacak olan Ömer ibn-i Abdülaziz’in valiliği sırasında o yer mihrap olarak tespit edildi ve mescidin genişleme inşaatı yapıldı. İşte ilk mihrap o zaman yapılmıştı. Gerçi Hz. Osman (R.A.)’ın hilâfeti zamanında da bir mihrap yapıldığı rivayeti var ise de çok kuvvetli bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resul-ü Ekrem Efendimizin (S.A.V.) emirleriyle yaptırılmıştır, işte Mesnevî-i Şerifte anlatılan olay, bu minber ile ilgili.

Hz. Peygamberimiz (S.A.V.), Mescid-i Şerifte Cuma Hutbesi gibi, vaaz gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübarek yüzünü ashabına döner ve öyle konuşurdu. Bu mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde konuşulmaya müsait bir yer yoktu. Onun için Efendimiz (S.A.V.), hiçbir yere dayanmadan, kıble duvarına yakın bir yerde bütün cemaati görebileceği ve cemaatin de onu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan o tarzda yapardı. Resulullah Aleyhisselâm, peygamberâne nezaketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmediğinden, bu konuşmaları yapma sırasında duvara da dayanamadığından -yer müsait değildi çünkü- ayakta durarak konuşması zat-ı seniyyelerini üzeceği endişesi ile ashabtan bazı zevat, kendilerine bir dinlenme yeri temin etmek için Şerir Sütunu diye anılan sütunun yakınına bir hurma direği, daha doğrusu bir hurma kütüğü koydular ve Efendimiz (S.A.V.) konuşurken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da biraz daha az yorulsun diye düşündüler ve bunu kabul etmesi için kendilerine niyaz ettiler. Yüksek ahlâkı gereği hiçbir rica ve talebi geri çevirmeyen Resul-ü Kibriya, okuyacağı hutbe ve vaazları bundan sonra bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması, cemaatin kalabalıklaşmış olması sebebiyle cemaatin arka tarafında kalanlar Efendimizin (S.A.V.) o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricacı olarak dediler ki: Ya Resulullah, size bir minber yaptıralım müsaade buyurursanız, bir kürsü yaptıralım oraya çıkın da, arkada kalanlar da cemalinizi görsünler. Efendimiz, tabi bu ricayı da kabul buyurdu. Saîdeoğulları kabilesinden Said bin As’ın kölesi Bakum, çok iyi bir marangozdu. Bu marangoz üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan bir kürsü yaptı. Bu ahşap kürsüden Efendimiz (S.A.V.) vaaz etmeye ve hutbelerini okumaya başladı. İşte, Efendimiz (S.A.V.) ilk defa bu kürsüye çıktığında, yani hurma kütüğünden ayrıldığında, biraz evvel Mesnevi lisanından arzetmeye çalıştığım hâdise meydana geldi. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği bir şekilde yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resul-ü Ekrem (S.A.V.) hemen minberden indi ve o ayrılık acısı ile inleyen hurma kütüğüne sarıldı, onu kucakladı, teselli etti. Ashab-ı Kiram’ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırlarken “Efendimiz hurma direğini kucakladığında direk, tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan, ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu.” buyuruyor. Bu hâdise Enes bin Mâlik, Abdullah ibn-i Abbas, Ebu Saidi-l Hudri, Abdullah ibn-i Ömer gibi ashabın büyükleri tarafından da hep anlatılmıştır. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri (K.S.)de bu hâdiseyi sık sık anar ve Yazıklar olsun bize ki Resulullah ( S.A. V) muhabbetinde bir kütük kadar olamadık, diye ağlardı. O, Hasan-ı Basrî böyle söylerse biz ne söyleyelim?

İsterseniz biz hâdiseye dönelim. Efendim, o ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihayet Hicretin 578. yılında tamir kabul etmez derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadet’e çeşitli minberler yapıldı. Fakat bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Hanın, Mescid-i Nebevi’ye hediyesidir; projesi, çizimi de Mimar Koca Sinan’a aittir. Peki, o hurma kütüğü ne oldu? Biz tekrar Mesnevî-i Şerife kulak verelim.

Goft hâhî ki turâ nahl-i konend
Meşrik u garbi zî tû mîbe çinend

Yâ daran âlem hâkat servi koned
Tâ Ter u tâze bîmânî tâ ebed

Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra sordu: Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönmek ve yemişinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin, yoksa öteki âlemde bir cennet selvisi olarak sonsuza kadar hep terü taze kalmak mı istersin?

Goft ân hâhem ki dâim şod bekâş
Bişnev ey gâfıl kem ez çûbi mebâş

Direk dedi ki : Dâima bakî olanı isterim. Yani yeniden canlanmayı değil, âhirette canlanmayı isterim. Ve Hz. Mevlânâ burada bir öğüt veriyor : Bişnev ey gafil Ey gafil kişi dinle, dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yani, ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatler yapma.

Ân sütün râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-iu dîn

Ve Resul-ü Kibriya, Din Günü’nde -yani kıyamette- insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı gömdürdü. Hem nereye gömüldü o ağaç, bilir misiniz aziz dostlar? Resulullahın (S.A.V.) minberinin altına. Ve hâlâ orada. Birkaç adım ötesinde de Resulullah (S.A.V.).

Ağaç hiç ağlar mı? Böyle şey olur mu? diyenler varsa eğer İsra Suresi’nin 44. âyetini inceleyiversinler vesselam.

Keşkül Dergisi 6. Sayı’dan alınmıştır.