Hizmet – I
Hizmet, duyar duymaz insanda olumlu güzel şeyleri çağrıştıran bir kelime. Gerçekte herkesin istediği fakat çoğu kimsenin hakkı ile yerine getiremediği, âciz kaldığı saha. Esasında herkes, kurulmuş bu dünya tezgâhında bir şekilde hizmet etmektedir ve her şey esas itibarı ile o Zât’a çalışır. Ancak hizmeti idrak nasip meselesidir. Belki sonda söylenecek başta söylendi. Baştan başlayalım.
Hizmet kelime olarak aslen Arapça “hdm” kelimesinden türetilmiştir. Biz Türkçe telâffuz ederken kelimeyi bazen “d” ile bazen “z” ile kullanmışız. Hademe, Hadim, Mahdum şeklinde söylediğimiz gibi hizmet, hizmetkâr şeklinde de kullanmışız. Tasavvuf terbiyesinde hizmet her safhada olması gereken, aranılan ve istenilen en önemli unsurdur. Daha evvelki yazılarımızda defaatle tasavvufun; muhabbet ile güzellikleri hayata tatbik etmek olduğunu beyan etmiştik. Muhabbet ve aşkın ölçüsü fedakârlıktır. Fedakârlığın tezahürü ise hizmettir. Makbul olan bütün güzelliklerin başında, güzel ve temiz bir niyetin olduğunu görürüz. Tasavvufî ahlâkın öğretisindeki hizmette böyledir. Yani ilk önce niyetin sağlam ve hâlis olması lâzımdır.
Aşk membaı Hz. Mevlânâ’dan şahane bir menkıbe ile mevzûyu açalım.
Hz. Pir Efendimizin hizmetinde bir genç zât varmış. Mükemmelen Pir’in hizmetini îfa edermiş. Cenâb-ı Mevlânâ, sâir hizmet edenlere teşekkürler edip iltifat ederken genç zâta sözle mukabelede bulunmaz alâkadar olmaz gibi gözükürmüş. Hz. Pir’e nazı geçenlerden biri varmış, Efendim biz bu kardeşimizi görürüz ki hem sizin hem tekkenin hizmetinde. Siz söylemeden muradınızı anlar da canla başla hizmet eder. Buna rağmen biz, sizin ona teşekkürünüzü duymadık. Lütfetseniz de mahsuru yoksa bizi meraktan kurtarsanız. Sebebi nedir? O irfan deryası Mürşid-i Agâh, “O bahsettiğiniz genç, öyle ihlâsla ve sâdece Allah için öyle hizmet eder ki âhirette alacağı yüksek derece ve nimete hiçbir eksiklik gelmesin ve bu hizmetlerinin karşılığını en mükemmel şekilde Allah’tan alsın diye kalbimden ettiğim teşekkürü dahi lisâna dökmüyorum. Onun ecrini tamamı ile Allah versin” diye cevap buyurmuş.
Hizmet gerek maddî, gerekse manevî sahada muhakkak suretle bilgiye ve donanıma muhtaçtır. Hayatımızdaki hizmet sahalarını şöyle bir düşünürsek, az veya çok bilginin araştırmanın gerekliliğini hemen fark ederiz… Hastalara hizmet etmek için tıbbî ilimden nasipdâr olmak, herhangi bir sosyal hizmeti yapmak için o faaliyetle ilgili bilgilere sahip olmak ve öylece hizmet etmek gibi daha bir çok iş eğitime, bilgiye ve görgüye dayanmaktadır. Aynı bunun gibi kulun da Mevlâ’sına ibadet ve hizmet için belli seviyede bilgiye ihtiyacı vardır. Buna bağlı olarak manevî yolda kullara hizmet edebilmek için, ilim ve eğitim şarttır. Kişinin îmanı, İslâm’ı, ibadet, taatı, haramı, helâli özetle doğruyu, yanlışı öğrenmesi kulluk için şarttır. Bundan dolayıdır ki bu nevi ilimleri öğrenmek kadın ve erkeğe farz kılınmıştır. Hem bu ilmi öğrenirken hem de mahlûkata hizmeti öğrenirken insana, insanın terbiyesi şarttır. Hak Teâlâ, insan cinsinden peygamber göndererek eğitimin şeklini de ortaya koymuştur.
İnsanı hayvandan ayıran özelliklerinden birisi de yaptığı işi idrak edebilme kabiliyetidir. Biz bu idrak kabiliyetini kısa ve öz olarak “niyet” tabiriyle biliriz. Niyet âdet ile ibadeti, düşüncesizlikle, düşünmeyi birbirinden ayırt eden en önemli idrak hâllerindendir. Bu yönüyle hizmet kavramına bakarsak ancak insanın, insana hizmet edebildiğini görürüz. Hayvanlar birbirleri ile yardımlaşabilirler. Bunu, insiyaki (içgüdüsel) olarak yaparlar. İnsan ise hizmet sahasını görür, hatta arar, bulur ve bu idrakle hizmetini yapar. Bu mevzûyu şöylece özetleyebiliriz. İnsan maddî ve manevî gelişimde insana muhtaçtır… Bu eğitimi tamamlamak için de yine hizmet etmesi lâzımdır… O hâlde hayat hizmetten ibarettir… Ömürlerini bu hâl üzere geçirenler bahtiyar kimselerdir.
Sûfî büyüklerinden birisi diyor ki; Dünya nimetlerine talip olan, sultanlık dâvasında bulunan kişilere, köleler ve cariyeler yani hür olmayan kişiler hizmet eder. Âhiret yurduna, âhiretteki saltanata rağbet edip dünyaya meyletmeyen kişilere, hürler hizmet eder. Burada kastedilen, dünyevî işleri ihmâl etmek, evlâd ü iyâline bakmamak, helâl rızık peşinde koşmamak değildir. Hz Ali Efendimizin çok güzel beyan ettiği gibi Hangi şey seni sahibin olan Rabbinden alıkoyarsa o senin dünyandır. Dünya hayatı kötüdür gibi düşünceye sahip olmak asla dinde yeri olmayan sübjektif bir görüştür. Bir insanın malı mülkü onu Allah’ın zikrinden alıkoymuyor, hatta bununla hizmet ediyor insanlara faydalı olmaya gayret ediyor ise bu kişi dünyada, âhiret hayatını tahsil ediyordur… Öte yandan hiç dünya ile meşgul olmuyormuş gibi görünüp ibadet ve taatını insanlara gösteriş niyetiyle yapan bir kişi; garazı dünyada beğenilmek olduğundan tam bir dünyaperesttir. Âhirette de nasibi yoktur.
Anlaşıldı ki kalp ile kalıbı birbirinden ayıran bunların vazifelerini en güzel şekilde yerine getiren kişi eskilerin tâbiri ile el kârda, gönül yârda hareket edenler, dağlar kadar mala-mülke sahip olsalar yine de dünyalıkları yok sayılır. İşte bu hâl üzere olan kişinin ortaya koyduğu bütün fiillerin hepsine hizmet denir. Şöyle bir sual akla gelebilir.
Hep şöyle işitir ve biliriz ki dünya kelimesi “denaet”ten gelir. Yani alçalma, alçaklık, düşme, düşüklük gibi süfli mânâları kapsar ve hep derler ki kelime mânâsı bile alçalmak demek, bu sebepten dünya ile meşgul olmayın hatta parayı pulu belden yukarı bile koymayın. Bir lokma bir hırka ile yaşayın gibi sözleri hep duyarız. Ağız birliği yapmış gibi herkes böyle söyler. Buna ne dersiniz?
Bu türlü evhamlara ve yanlış anlamalara hakîki âlimler şöyle cevap vermişlerdir. Evet, dünya kelimesi alçalma demektir. Fakat bu dünya hayatı kötü demek değildir. Ruhlar âlemine nispetle ve âhiret yurdundaki nimetlere kıyasla yaşanılan hayat küçüktür ve düşüktür. Zira ruhlar âleminden aşağıya indirildik ama âhiret yurduna çıkış, bu indiğimiz yerdendir. Burada verilmesi gereken düşünce, indirildiği yeri kendi ebedî mekânı zannetmek, nereden geldiğini ve nereye gittiğini ve nereye götürüleceğini bilmemektir. Makbul olmayan düşünce budur.
Rahmetli Gönenli Mehmet Efendi yerde para gördüğü zaman onu yere düşüren kişiye Nimeti yere düşürdün al onu. Onunla talebe okutuluyor. Onun vesilesiyle fukaranın-yoksulun, hastanın işi görülüyor. Allah’ın nimetine hürmet edin derdi.
Yine Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e nispet edilen ve ihtiva ettiği mânâ açısından da bu nispetin doğru olduğu düşünülen çok güzel bir söz vardır, Dünya âhiretin tarlasıdır. Hangi akıllı adam tarlayı ayrı, evini gayrı zanneder. Tarla o ev için vardır. Tarlada yaptığın hasatla, çalışmayla evine bir şeyler getirebilirsin. Yaşadığın yeri mâmur edersin. Bu şekilde dünya hayatını düşünen kimsenin durumu sâdece dünyayı düşünen kişiden daha iyi olmalı, daha zengin olmalı ve hizmet farkıyla seçkin hâle gelmelidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) fakir değildi. Ticaretle meşgul oldu. Zamanında geçerli olan işlerle bizzat meşgul oldu. Anlaşılması için yine soru cevap şeklinde gidelim. Peki öyleyse, hadis-i şeriflerde Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hanesinde ekmek bulunmadığı, bazen yemek için ocağın günlerce uyandırılmadığını okuyoruz. Nasıl fakir değildi dersiniz? Zâten hizmet konusunu bu nevi yanlış düşüncelere mâni olur ümidiyle kaleme aldık. Bu soruya karşılık bu cümle alâkasızmış gibi gözükebilir. O hâl de alâkasını bulalım.
Hz Peygamber Efendimiz (s.a.v.) fakirlikten dolayı bu çileye mâruz kalmadı. O merhamet membaı âlemlere rahmet olarak gönderilen Zât-ı Âli elindekini hatta her şeyini fakirlere insanlara ve isteyenlere infâk eder, ikram ederdi. Ümmetinden birisinin aç olduğunu, ihtiyacı olduğunu bildiği anda hemen hizmetine koşar onun müşkülünü çözerdi.
Duası, niyazı kabul olan O Peygamber, sadece dua ederek Allahu Teâlâ’ya niyaz ederek bu müşkülü çözebilecekken insanlığa, ümmetine örnek olarak hizmette ve infakta en son mertebeyi yaşayışıyla göstermiştir.Bizler büyüklerimizin ne muazzam bir hizmet aşkıyla yaşadıklarını bilmediğimizden ve kalplerimizde o aşktan nasip olmadığından dolayıdır ki onların ne fakirliklerine ne zenginliklerine ne eserlerine ne de sözlerine aklımız daha doğrusu aşkımız erişmiyor.
Tasavvuf yolunda eğitim veren üstatlara mürşid denir. Bu eğitimin verildiği mekteplere de âsitane, tekke veya zaviye denilir. Gerçi bu herkesçe bilinen malumattandır, ancak göz ardı edilen hatta bazen eğitimi alan dervişler tarafından dahi gözden kaçan bir tâbir vardır. Eskiden tekkelerdeki postnişin yani oranın idaresinden mesul olan zâta hâdimu’l-fukara yani fukaranın hizmetçisi lakabı verilirdi. Bu ifâde postnişin efendi lakabından, ifâdesinden daha yüksek bir unvandı. En büyük şeref âhiret yolu için hizmet eden zâtlara seyr ü sülûku dahi, Yaratıcıya ve yaratılana en iyi şekilde hizmet etmek eğitimi olarak görmüşlerdir. Dervişlik yolundaki eğitimi (seyr ü sülük) tamamlamak için hizmet şartı vardır. Herkesin kabiliyetine, sahasına göre hizmetler belirlenir. Fakat esas hizmet seyr ü suluktan sonraki hizmettir. Pratik olarak özetlersek; kişi manen ilerler neticede kendisine ve Rabbine arif olursa haydi şimdi öğrendin artık hizmet edebilirsin denir. Bu da gösteriyor ki geliş ve gidişimizdeki paye hizmetten ibarettir vesselam.
İslâm’ın mânâsını iki bölümden oluşan tek bir cümleyle âlimler şöyle ifâde ediyorlar. İslâm, Allah’ın buyruklarına kendi kâbiliyetince en iyi şekilde tazim etmek (yani emir ve yasaklarını kulları olarak bizlere bildirdiklerini elimizden geldiğince hayata tatbik etmek) bütün mahlûkâta muhabbetle hizmet etmektir. İki bölümden oluşan tek bir cümledir dedik. Yani sâdece Yaratıcı’nın hizmetin de olup mahlûkâta hizmet etmemek gibi bir düşünce sakattır, yanlıştır. Ben Allah’ın kullarına, mahlûkâta, insanlara, hayvanlara yardım ediyorum, hizmet ediyorum, bu bana kâfidir demek de eksiktir ve çok büyük bir hatadır.
İnsanın iki yönü vardır. Bir yönü Mevlâsına baktığı yüzüdür, diğer yönü mahlûkâta baktığı yüzüdür. Hizmet bu ikisini dengede götürebildiği nispette değer kazanır. Biri, diğeri için tercih edilmez. Çünkü her ikisi birlikte bütünü oluşturur. Bunu iki ayağı da kurulmuş köprüye benzetebiliriz. Yarım köprü insanı karşıdan karşıya geçiremez. Velev ki o yarım haliyle mükemmel olsun, çok da sağlam yapılmış olsun; karşıya, iki köprünün ayağı birleşmeden geçmeye çalışmak, boş bir çabadan ibarettir.
Bazı üstatlar sadece mahlûkata ve insanlara hizmetle kendilerini yeterince hizmet ettik zannedenlere yeryüzündeki hayvanları örnek göstermişlerdir. Zîra bir çok hayvan (inek, arı vs) âdeta insanlara hizmetle ömürlerini geçirirler. Meselâ bir inek az bir masrafla yetiştirilir. Litrelerce süt verir. Nihayet süt veremeyecek hâle geldiğinde kesilir. Derisinden tırnağına, kemiğinden etine kadar her şeyinden istifâde edilir. Bu haliyle en üstün hizmet madalyası bile alabilir. Ama bizlerin bir farkı vardır. İnsan olarak, bir vechemiz (yönümüz, yüzümüz) hep Mevlâ’sına yönelmiş o manevî gıdasını da tahsil etmiş olmalıdır. İki hizmet de asla hafife alınmaz.
Hz Mevlânâ Celâleddin Rûmî, “En cömert kişi nefsini Allah yoluna verendir. Nefsin ibadet etmek istemez. Seni hep rahata, tembelliğe sevk eder. Allah’ın rahmetini, sonsuz merhametini sana farklı şekilde gösterir ve ‘nasıl olsa seni affeder, yapmasan da olur gibi sözlerle cimriliğe, tembelliğe sevk eder. İşte cömert kişi ona denir ki; nefsi böyle dediği hâlde kulak asmaz, emirlere itaat eder” buyurmaktadır.
Cenâb-ı Pir insandaki başka bir hastalığa da dikkat çekmiş oluyor böylelikle. Çünkü mahlûkata, kullara hizmet ettiğinde kişi yaptığı işin tesirini veya yansımasını hayatında görebilir ama kişinin Rabbine yaptığı ibadetin neticesini, sevabını hemen görmesi veya müşahede etmesi pek mümkün olmadığından ve mizacımız gereği aceleci oluşumuzdan çoğunlukla ibadet sahasında tembellik hastalığı baş gösterir. Hâlbuki kişi bir bilebilse. (Allah bildirsin.)
Baba himmet! demişler, Oğul hizmet diye karşılık almışlar, sözü bilhassa tasavvuf kültürüyle haşır neşir olanların çokça dinledikleri deyişlerdendir. Sözü biraz açarsak, seyr ü sülûkun başında her şeyi tozpembe gören sâlikler, Bize himmet edin! demişler de yolun büyüğü olan zât da; Evlâdım hizmet! Hizmet! demiş. Sözdeki incelik ilk bakışta fark edilmiyor. Kabaca şöyle anlaşılıyor; Ben size himmet edeceğim ama önce bir hizmet edin ki himmete mazhar olasınız. Hâlbuki söz bu mânâya gelseydi karşılıklı çıkar ilişkisinden farkı kalmazdı. Hem karşılıksız sevgi ve hizmeti hayat tarzı olarak benimseyeceksiniz hem de böyle düşüneceksiniz. Bu fevkalâde tezat oluşturmaktadır. Peki öyleyse anlatılmak istenen nedir?
Hizmet etmek nasip işidir. Mânevi rızkı olmayan kişi hizmet edemez veya hizmet ettiğini zanneder.
Mürşid bu sözüyle bu duruma işaret etmektedir. Bize himmet edin diyen, yolun henüz başlangıcında olan kişilere; Oğlum hizmet ediyorsunuz yal Hiç himmet olmazsa siz hizmet edebilir misiniz? Bizim himmetimiz sizde hizmet olarak aşikâr oldu, vücut buldu. Siz hâlâ himmet peşinde misiniz? Hizmete devam edin demektedir.
Balıklar denizden çıkmadan, bulundukları yerin farkına varamazlarmış. Tabi akla şu da gelebilir. Falanca, Şöyle şöyle hizmet ettim de şunlara şunlara mazhar oldum dedi. Peki bu nasıl oldu? Onun cevabını şöyle veriyorlar. Hizmetin, himmet olduğunu ilk başta bildi. Bu bilinçle şükrünü yerine getirmek için hizmetine devam etti. Allah u Teâlâ ‘şükrederseniz arttırırım’buyurduğundan hizmetin ecri kat be kat himmet olarak arttı. Himmet, hizmeti geçti. O kadar ki başkasına dahi himmet edecek hâle geldi.
Bâyezîd-i Bestâmî bir davete iştirak etmiş. Yemek verilmiş. Yatsı namazı için orada bulunanlar abdest vs. işlerini görmekle meşgulmüş. Bu esnada bir ihtiyarın kendi başına bir köşede elindeki ibrikle abdest almaya çalıştığını görmüş. Etrafta bu kadar, o ihtiyara hizmet edecek kişi varken hiç kimsenin kalkıp da yardım etmemesi dikkatini çekmiş. Fevkalâde feraset sahibi olan Bâyezîd-i Bestâmî Hazretleri ihtiyarın yanına gelmiş. Usulcacık ibriği tutarak, ibriği almak için müsaade istemiş. O zât da, pek memnun olmuş. Ayaklarına da suyu döküp ihtiyarın potinlerini giydirdiği sırada, yavaşça kulağına eğilip Hz Bestâmî; Amcacığım sen gençliğinde hiç hizmet etmedin mi ki, şu insanların hiçbiri sana hizmet etmiyor. Bu nasıl bir iş merak ettim.İhtiyar amca uzun uzun tebessüm etmiş, o da Hz Şeyh’in kulağına eğilerek; Ah güzel evlâdım elbette hizmet ettim. Hizmet ettim, hem de senelerce mürşidime. İhvanıma hizmet ettim. Elimden geldiği kadar mahlûkata hizmet ettim. Hiç etmeseydim senin gibi bir kutb-ı âlem benim ayaklarıma su döker miydi? demiş.»
Keşkül Dergisi 5. Sayı’dan alınmıştır.
#Mehmet Fatih Çıtlak