HZ. MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDEN SEÇMELER – Şaban Karaköse

HZ. MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDEN SEÇMELER

Şaban Karaköse

Bu makale, Tarih Boyunca Dünyada MEVLÂNÂ NEFESİ adlı kitap çalışmamdan (İstanbul: Rağbet Yayınları, 2006) alıntıdır.

Hz. Mevlânâ tarafından bizzat yazılan bu 18 beyite, Mevlevîler pek büyük bir ehemmiyet verirler. Onlara göre, bütün Mesnevî’nin hülâsası bu beyitlerdedir.[1] Nitekim, “Mevlânâ’nın hasret ve sevgi felsefesi, bütün Mevlevîlikle beraber öz halinde bu on sekiz beyittedir. Bu beyitler kadar geleceği yüklü, onu kendisinde toplayan eser azdır.” denilmiştir.[2]

Mesnevî şerhlerinde, Mevlânâ’nın “ney” ile “insân-ı kâmil”i, “kamışlık” ile “elest bezmi”ni, “ateş” ile “ilâhî aşk”ı sembolize ettiği belirtilmiştir.

1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor. (Diyor ki:)

2. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın herkes ağlayıp inledi.

3. Ayrılık acılarıyla parça parça olmuş bir kalp isterim ki iştiyak derdini ona açayım.

4. Aslından, vatanından uzak düşen bir kişi, vuslat zamanını arar durur.

5. Ben her toplulukta, her mecliste ağladım, inledim durdum. Fena halli olanlarla da eş oldum, iyi halli olanlarla da.

6. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama içimdeki sırlarımı kimse araştırmadı.

7. Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir. Ancak her gözde onu görecek, her kulakta onu işitecek nur yok.

8. Ten cândan, cân da tenden gizli değildir. Lakin cânı görmek için kimseye izin yok.

9. Bu neyin sesi ateştir, hava değil. Kimde bu ateş yok ise o yok olsun!

10. Aşk ateşidir ki ney’in içine düşmüştür. Aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

11. Ney, yârinden ayrılan kişinin arkadaşı, hâldaşıdır. Ney’in perdeleri, bizim perdelerimizi yırttı.

12. Ney gibi hem bir zehir, hem bir panzehir; ney gibi hem bir dost, hem bir müştâkı kim gördü?

13. Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn’un aşk kıssalarını söylemektedir.

14. Bu aklın mahremi ve sırdaşı, akılsızdan başkası değildir. Dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

15. Bizim gamımızdan günler vakitsiz bir hale geldi; günler (ayrılıktan doğan) yanışlarla yoldaş oldu.

16. Günler geçtiyse, geçip gitsin, korkumuz yok. Ey temizlikte benzeri olmayan, yeter ki sen kal!

17. Balıktan başka her şey suya kandı; rızkı olmayanın da günü uzadıkça uzadı.

18. Ham, pişkinin, olgunun halinden anlamaz. Öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.

                           Veled Çelebi İzbudak’ın (ö.1953) tercümesi (düzenlenerek)

*

Ben, sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın bendesiyim(*)

Ben, Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım

Eğer birisi benden bundan başka söz naklederse

Ben ondan da bîzârım(**), naklettiği sözlerden de bîzârım.[3]

*

Bizim mesnevîmiz vahdet dükkânıdır

Onda vahdetten başka ne görürsen o puttur.[4]

*

“Allah’a tekrar tekrar yemin ederim ki,
Bu mânâ [Mesnevî],
Güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak
Ve bütün ülkelere ulaşacaktır.
Hiçbir mahfil ve meclis olmayacak ki orada Mesnevî okunmuş olmasın.
Hattâ o dereceye varacak ki,
Mâbetlerde, zevk u safâ yerlerinde okunacak;
Bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaktır.”[5]

*

“Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek, arayanlara doğru yolu gösterecek, onları yönetecek ve
önderlik edecektir.”[6]

*

Gazel söyle de halk, yüzyıllar boyunca okusun.
Tanrı’nın dokuduğu kumaş ne yıpranır, ne eskir.[7]

*

Kendine gel,
Yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin!
Sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanın da sınırını aşmalı;
Sınır nedir, ölçü ne?, bilmemeli![8]

*

Her gün bir yerden göçmek ne iyi!
Her gün bir yere konmak ne güzel!
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi, yeni şeyler söylemek lazım.[9]

*

Ben kilitten seslenen bir kapı anahtarı gibiyim sanki.
Sanır mısın ki benim sözüm sadece bir sözdür.[10]

*

Bizim sözlerimizin hepsi nakit,
başkalarınınki nakildir.
Nakil, nakdin fer’idir.[11]

*

Sözünü öyle bir izah et ki havas da avam da istifade etsin.
Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
Söz söyleyen kemâl sahibi olursa,(marifet ve hakikat) sofrasını yaydı mı, o sofrada her türlü aş bulunur.
Hiçbir misafir aç kalmaz, herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.[12]

*

Güzel üslupla söz söyleyenleriz;
Mesih’in talebesiyiz;
nice ölülere tuttuk da can üfürdük biz.[13]

*

Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahkûmlarız.
Zindanı del, kendini kurtar!
Dünya nedir? Allah’tan gâfil olmaktır.
Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir.[14]

*

Ben,
İnsanlara faydam dokunsun diye
bu dünya zindanında kalmışım.
(Yoksa) hapishane nerede, ben nerede?
Kimin malını çalmışım?[15]

*

Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel
İster kâfir, ateşe tapan, putperest ol yine gel
Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.[16]

*

Tapımızda (yolumuzda) riyâzât yok; burada hep lütuf var, bağış var;
Hep sevgi, hep gönül alış, hep aşk, hep huzur var burada.[17]

*

Hem-çü pergârim der-pâ der-şeriat üstüvâr
Pây-ı diger seyr-i heftâd u dü millet miküned
(Pergel gibiyiz; bir ayağımız sımsıkı şeriata bağlı,
Diğer ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşıyoruz.)[18]

*

Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler.
Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney gibiyiz.[19]

*

Demedim mi sana, gitme oraya; seni tanıyan, bilen ben’im ancak;
şu yokluk serabında hayat pınarın ben’im.
Kızıp uzaklaşsan da yüz yıllık yola gitsen, sonunda dönüp gene bana gelirsin;
son durağın ben’im demedim mi?
Demedim mi sana, dünyanın süsüne râzı olma;
senin râzı olacağın otağın ressamı ben’im ancak.
Demedim mi sana deniz ben’im, sen bir balıksın;
karaya gitme; arı duru denizin ben’im ancak.
Sana, kuşlar gibi tuzağa gitme;
haydi gel, kolundaki, kanadındaki kuvvet ben’im demedim mi?
Demedim mi sana, keserler yolunu, soğuturlar seni;
ateşin, coşkun, sıcaklığın ben’im ancak.
Demedim mi, yakıştırırlar sana kötü kötü sıfatlar; sen olursun kaybeden;
halbuki sıfatlarının kaynağın ben’im ancak.
Demedim mi sana; “kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?” deme;
sebepsiz, cihetsiz yaratıcı ben’im ancak.
Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu;
Tanrı sıfatlıysan eğer, bil ki ev sahibin, efendin ben’im ancak.[20]

*

Biz öyle hekimleriz, öyle Allah şakirtleriyiz ki,
Bahr-ı Muhit (Kızıldeniz) bile bizi gördü de yarıldı.
Biz başkayız; insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka!
Biz gönüle vasıtasız, güzelce bakarız;
Bizim görüşümüz, ferasetimiz sayesinde pek yücedir.
Onlar, insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendiren tabiblerdir;
Hayvanî can, onların tedavisiyle kuvvet bulur, yaşar.
Bizse davranışların ve sözlerin tabibiyiz;
Bize Hakk’ın nurunun ışığı ilham vermektedir.
Meselâ deriz ki; “Bu çeşit bir davranış sana faydalıdır,
şöyle bir davranış ise seni yoldan çıkarır.
Şöyle bir söz seni ilerletir; böyle bir söz ise seni yaralar!”
O tabibler, hastanın idrarına bakar, hastalığını öyle anlar;
Bizim delilimiz ise Yüce Allah’ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.
Kimseden ücret istemeyiz;
Bizim ücretimiz, noksanlardan ârî olan Allah’dan gelir.
Haydi! İlleti onulmaz, şifa bulmaz hastaları çağırıyoruz;
Bizim ilacımız hastalara birebirdir.[21]

*

Her meyvenin içi, kabuğundan yeğdir, iyidir. Teni de kabuk; sevgiliyi iç bil!
İnsan, pek latif bir içe mâliktir. İnsansan bir an olsun onu ara![22]

*

Ey özden habersiz gâfil!
Sen hâlâ kabukla öğünüyorsun![23]

*

Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler.
Her testide ne var? Sen ona bak.[24]

*

Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, mânâya bak.
Hacca giderken hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.
Onun şekline, rengine bakma; azmine ve maksadına bak.
Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de.[25]

*

Hayret! Nice kişinin yolunu suret kesti.
Surete niyet etti (esas aldı), Allah’a karşı koydu (çattı)![26]

*

“Kişinin değeri nedir?
– Aradığı şeydir!”[27]

*

Eğer sen, can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın.
Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin.
Bu gizli, bu nükteli sözün mânâsına akıl erdirirsen, anlarsın ki
Aradığın ancak sensin, sen.[28]

*

Madendeki inciyi aradıkça madensin.
Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin.
Şu kapalı sözü anlarsan, anlarsın her şeyi;
Neyi arıyorsun, sen osun.[29]

*

Senin canın içinde bir can var, o canı ara!
Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!
A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.[30]

*

Ey toplum, şu olaylar yurdundan çekinin;
Kalkın, yüceler âlemine doğru çıkın yola.
Bedenlerinizde olgunluğa ulaşmış bir can var,
Artık siz de kısa kesin beden lakırdısını.[31]

*

Sen, değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin.
Ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.
Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir.[32]

*

İnsan cevherdir, gök ona arazdır. Her şey fer’îdir, her şeyden maksat odur.
Ey akıllar, tedbirler, fikirler kulu kölesi olan bey, madem ki böylesin, kendini neden böyle ucuza satıyorsun?
Sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır. Bir cevher, neden arazdan ihsan ister ki?
Yazıklar olsun, kitaplardan bilgi arıyorsun ha, helvadan zevk istiyorsun ha!
Bir bilgi denizisin ki bir ıslaklıkta gizlenmiş; bir âlemsin ki üç arşın boyunda bir bedene bürünmüş!
Şarap nedir, güzel ses ve çalgı dinlemek, yahut bir güzelle buluşmak nedir ki sen onlardan bir neşe, bir menfaat ummadasın!
Hiç güneş, bir zerreden borç ister mi? Hiç Zühre yıldızı, bir küçücük küpten şarap diler mi?
Sen keyfiyeti bilinmez bir cansın, keyfiyet âlemine hapsedilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulmuşsun. İşte bu, sana yakışmaz, yazık![33]

*

Ey Tanrı kitâbının nüshası insanoğlu!
Sen, kâinâtı yaratan Hakk’ın güzelliğinin bir aynasısın!
Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil.
Her ne ararsan, onu kendinden iste, kendinde ara.[34]

*

Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey!
Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet.[35]

*

“İnsan, büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli tedbirler ve gönlün sonsuz arzularıdır.”[36]

*

Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et; padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder!
Bir bucağa git, mektubu aç, oku. Bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara lâyık olan sözler mi?
Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!
Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü!
Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir, bu çocuk işi değil!
Hepimiz, fihriste kani olmuş, kalmışız. Çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız!
Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır.
Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah doğruyu daha iyi bilir!
Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer. Halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!
Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin![37]

*

Âlim de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilir de zâlim herif, kendisini bilmez!
Her cevherin hususiyetini bilir de kendi cevherini bilmeye gelince eşeğe döner!
Be hey âlim, sen, “ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim” dersin ama, kendin caiz misin, işe yarar mısın? Bundan haberin yok!
“Bu, yerinde, doğru”, “şu, yerinde değil, eğri”; bunu biliyorsun, biliyorsun ama, sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice kendine bak!
Her kumaşın değeri nedir, biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu, ahmaklıktır.
Uğurlu yıldızlarla uğursuz yıldızları biliyorsun. Fakat sen uğurlu musun, yoksa cemcenabet biri misin? Buna bakmıyorsun bile!
Bütün ilimlerin aslı, canı budur bu! Mahşer günü “ben kimim, ne hale geleceğim” demen, bunu bilmen gerek.
Gerçi dinin usullerini bildin; ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil!
Senin için bu iki usulden kendi aslını bilmen daha iyidir ey ulu kişi![38]

*

“Seyyid Burhaneddin Muhakkik (ks) konuştuğu sırada biri geldi ve: “Falandan senin methini duydum” dedi. O: “Bakalım o falan nasıl bir kimsedir? Beni tanıyıp övebilecek bir halde midir? Beni eğer sözlerimle tanımışsa, tanımamış demektir. Çünkü bu ses, bu töz, bu ağız ve dudak kalmaz; bunların hepsi arazdır. Yok eğer işlerimle tanımışsa, yine de böyledir. Fakat benim zâtımı tanımışsa, işte o zaman beni övebilir ve bu övmenin bana âit olduğunu bilirim” dedi.
Buna benzeyen bir hikaye var. Rivâyet ederler ki: Padişahın biri, oğlunu hüner sahibi bir topluluğa teslim etmiş ve o topluluk da ona yıldız bilgisi, reml ve daha başka bilgilerden öğretmişti. Çocuk son derece aptal olduğu halde bu bilgileri tamamen öğrenip üstad oldu. Bir gün padişah avucuna bir yüzük sakladı ve oğlunu imtihan etti. “Gel söyle bakayım, avucumda ne var?” diye sordu. Çocuk: “Elindeki yuvarlak, sarı ve iç boş bir şeydir” dedi. Padişah: “Alâmetlerini doğru verdin, o halde ne olduğuna da hükmet” deyince, çocuk, “Kalbur olması lâzım” dedi. Padişah: “Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar alâmeti bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin!” dedi.
Bunun gibi, zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi biliyorlar. Onlara tamamen ve bütün etrafıyla vâkıftırlar, fakat önemli olanı ve kendine her şeyden daha yakın bulunanı, yani kendi kendilerini bilmiyorlar. Onlara her şeyden daha yakın olan bir şey var ki bu da onların benliğidir. “Bunun yapılması doğrudur, bununki doğru değildir, bu helâldir yahut haramdır”, diye her şey hakkında helal ve haram olması bakımından hüküm verdiği halde, kendi mahiyetini helal midir yoksa haram mıdır, temiz midir, yoksa pis midir bilmez. Binaenaleyh söylemiş olduğu bu boşluk, sarılık, şekil ve yuvarlaklık ârızîdir. Ateşe attığın zaman bunların hiçbiri kalmaz. Bu âlâmetlerin hepsinden kurtulmak zâtî olur. Bir insana verilen iş, söz vesaire gibi şeylerin hepsi de bunun gibidir. Onun cevheriyle alâkası yoktur; bütün bu şeyler yok olduktan sonra kalan şey o cevherdir. İşte o bilginlerin alâmeti böyle olur. Bütün bu şeyleri söyleyip anlattıktan sonra, kalburu avuç içine sığdırmaya kalkarlar. Çünkü onların esas olan şeyden haberleri yoktur. Ben kuşum, bülbülüm, papağanım. Eğer bana “başka türlü ses çıkar” derlerse yapamam. Çünkü benim dilim böyledir ve bundan başkasını söyleyemem. Kuş seslerini öğrenen kimse, kuş olmadığı gibi, aynı zamanda kuşların düşmanı ve avcısıdır. Kendisini kuş zannetmeleri için, onlar gibi ses çıkarır ve ıslık çalar. Ona “bu seslerden daha başka sesler çıkar”, diye emretseler bunu da yapabilir. Çünkü ses onun değildir, onda iğretidir. Bunun için başka bir ses de çıkabilir. Halkın kumaşını çalan (hırsız) her evden bir kumaş göstermeyi de öğrenmiştir.”[39]

*

Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocadın, başka bir kaç düğümü de çözülmüş sayıver!
Asıl boğazımızdaki çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı?
Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen, nefesini bu yolda sarf et.
Cisimlerin ve sıfatların haddini bildin var say. Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.
Kendi haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş.
Ömrün özne ve yüklem derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın duyduğun şeylerle geçip gitti.
Neticesiz ve tesirsiz her delil bâtıldır, boştur. Sen kendi neticene bak!
Yapanı, ancak yapılan şeylerle görebildin; iktirânî kıyasla(*) yetindin.
Filozof, davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi temiz Allah kulu, onun aksine, delillere bakmaz bile.
Bu, delilden ve perdeden kaçar; delille ulaşılan için başını önüne eğer.[40]

*

Ya olduğun gibi görün
Ya da göründüğün gibi ol.[41]

*

A hoca, ne kuşusun sen, adın ne, değerin ne? A tatlılarla beslenen kuş, ne uçarsın, ne yayılırsın?
Devekuşusun sanki; uç diyorlar sana; diyorsun ki “ben deveyim, deve uçar mı hiç a dayı?”
Yük yükleme çağı gelince “ben kuşum” diyorsun, “kuş yük çeker mi, ne diye bu teklifte bulunuyorsun?”
Ne şakıyıp çileyen güzel sesli bülbülsün, ne rengi güzel dudu kuşu; ne boynu halkalı üveyiksin! Ne bizim yeşilliğimize, bağımıza bahçemize geliyorsun?
Her kuşun boynunda Süleyman’ın bir hakkı var. Bütün kuşlar oraya uçup gittiler, sen ne duruyorsun?[42]

*

Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur.
Biz aşktan doğmuşuz, annemiz aşktır.[43]

*

Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır.
Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.[44]

*

Bu dünya pazarında sermaye altındır;
orada ise aşk ve ıslak iki göz.[45]

*

İnle ki, bu iniltiyi işiten bir komşun vardır.
Bu komşu, sana şah damarından daha yakın olan birisidir.
İnle ki, çocuğun inlemesi, ağlaması süt annesinin sevgisini uyandırır.
Her ne kadar, ruh çocuğunu terbiye eden Büyük Terbiyeci, kendi düşüncesini (kendi bildiğini) yapar, seni dinlemez gibi davranırsa da,
seni sevdiği için, sana zararlı olacak istekleri yerine getirmese de, sen yine inle, ağla. Çünkü ağlamak aşkı besler, ona sermaye olur.[46]

*

Ne olurdu, seninle tatlılaşsaydım; yaşayış zaten acı.
Ne olurdu, sen râzı olsaydın benden de, herkes kızsaydı bana.
Ne olurdu, seninle aram düzgün olsaydı da, bütün âlemlerle aram açılsaydı, dünya yıkılıp yansaydı.
Sen beni sevdikten sonra malın mülkün değeri mi olur? Zaten toprak üstünde ne varsa hepsi de toprak olacaktır.
Âlem O’nunla kaimdir ve O’nsuz olan hiçbir şey yoktur. O’nun rızası, rahmeti, bereketi ve tecellisi olmayan hiçbir şeyin değeri yoktur.[47]

*

İnsaf et, aşk güzel bir iştir!
Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, (insanlardaki) tabiatın kötü niyetli oluşundandır.
Sen, kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın;
Halbuki şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok uzundur.[48]

*

Sevgiden acılar tatlılaşır; sevgiden bakırlar, altın olur. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir. Sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden, ölü dirilir; sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi, nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki?[49]

*

Gönlünde Allah sevgisi arttı mı,
şüphe yok ki Allah seni seviyor.[50]

*

Aşk O’ndan gebedir, bu cihan ise aşkta gebe.
Bu dünya şu dört unsurdan(*) doğdu, fakat dört unsur aşktan doğdu.[51]

*

Eğer sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolaylaştırırlar.
Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler.
Benlikten kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın.
İşte o zaman seni sana, sensiz gösterirler.[52]

*

“Bu dünyaya ait zevklerin ve maksatların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven basamakları oturup kalmaya elverişli değildir; üzerine basıp geçmek için yapılmıştır. Uzun yolu kısaltmak ve ömrünü bu merdiven basamaklarında ziyan etmemek için çabuk uyanan ve durumdan haberi olan kimseye ne mutlu!”[53]

*

Akıl, aşk ve bilgi, Tanrı damının merdivenleridir.
Amma gerçek âlemde Tanrı’ya ulaşmak için bambaşka bir merdiven vardır.[54]

*

Yûsuf-ı Mısrî’nin bir dostu seferden geldi. Hz. Yusuf ona: “Bana ne armağan getirdin?”, dedi. O kimse: “Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbirini beğenmedim, lâyık görmedim. Sende olmayan ne var ki ve senin neye ihtiyacın olabilir ki? Ancak, senin yüzünden daha güzel hiçbir şey olmadığı için sana bir ayna getirdim. Her zaman güzel yüzünü müşahede eyleyesin”, dedi.
Tanrı’da olmayan ne vardır ve O’nun neye ihtiyacı olabilir? Tanrı’nın önüne, onda kendisini müşahede etmesi için parlak bir gönül götürmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Tanrı sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz. Ancak kalplerinize bakar.”[55]

*

Ey oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!
Ayna Türk’e nazaran güzel bir renktedir. Zenciye nazaran o da zencidir.
Ey can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya; doğrusu sen, kendinden korkmaktasın.
Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün. Canın bir ağaca benzer; ölüm onun yaprağıdır.
İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş nahoş.. gönlüne gelen her şey senden, senin varlığından gelir.[56]

*

Yapılma, yıkılmadadır; topluluk, dağınıklıkta; düzeltme, kırılmada; murat, muratsızlıktadır; varlık yoklukta. Her şey buna benzer.. öbür zıtlar ve eşler de hep bunlar gibidir.
Birisi geldi, yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti.
Dedi ki: “Bu yeri neden yıkıyorsun… neden yarıyor, dağıtıyorsun?!”
Adam dedi ki: “A ahmak, yürü git.. benimle uğraşma! Sen yapılmayı yıkılmada bil!”
Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe, nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir?
Düzeni altüst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur, mahsul ve meyve yetiştirir?
Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir, onulur mu hiç?
Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?
Terzi kumaşı paramparça eder. Bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye,
“Bu canım atlası neden bu hale getirdin, neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım?” der mi?
Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı?
Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi, yeni bir şey yapacakları zaman önce o şeyi yıkıp yakıp harap etmez mi?
O helîleyi, belîleyi dövmek –de öyledir-, onları âdeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır.
Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi? Bizim soframızı bezeyebilir miydi?[57]

*

Göğsünün içindekini hakîkî gönül sanan kimse,
Hak yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı.
Aslında tesbih, seccade, tevbe, sofuluk, günahtan sakınma, bunların hepsi yolun başıdır.
Hak yolcusu aldandı da bunları varacağı konak sandı.[58]

*

Aynı dili konuşmak, akrabalık ve bağlılıktır.
İnsan, yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler (aynı dili konuşurlar).
Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.
Şu halde “mahremlik (yakınlık) dili” bambaşka bir dildir.
Gönül birliği (gönüldaşlık) dil birliğinden daha iyidir.
Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder.[59]

*

“Bu dünyada biriyle dost oluyorsun, ahbablık ediyorsun. O senin gözünde tıpkı Yusuf gibi oluyor. Buna rağmen çirkin bir hareketiyle hemen senin gözünden düşüyor. İşte o zaman onu kaybetmiş oluyorsun. Onun Yusuf gibi olan yüzü, kurt haline geliyor ve sen Yusuf gibi görmüş olduğun dostunu şimdi bir kurt şeklinde görüyorsun. Yüz değişmemiş olmakla beraber, bu ârızî hareketle onu kaybettin… Sözün kısası; birbirini iyice görmek ve her insanda iğreti olarak bulunan iyi ve kötü sıfatlardan geçerek özüne varmak ve iyiden iyiye görmek lazımdır. İnsanların birbirlerine verdikleri bu vasıflar, onların aslî vasıfları değildir. Bir hikaye anlatmışlardı: Bir adam: “Ben falan kimseyi iyi tanırım, onun bütün sıfatlarını size sayarım!” dedi. Ona: “Buyur, anlat!” dediler. Adam: “O benim çobanımdı ve iki kara öküzü vardı” dedi. İşte bunun gibi, halk da: “Falan dostu gördük, onu tanıyoruz” derler. Gerçekten verdikleri her örnek, o adamın, birisini iki siyah öküzü olmasıyla tarif etmesi hikâyesine benzer. Halbuki bu, o kimsenin alâmeti olamaz ve bu alâmet hiçbir işe yaramaz. İşte bir insanın iyisini, kötüsünü bırakıp, onun şahsiyetinin aslına nüfuz etmek lâzımdır ki bakalım, o kimsenin nasıl bir cevher ve özü vardır, anlaşılsın. İşte görmek ve bilmek böyle olur.”[60]


DİPNOTLAR
[1] Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevî ve Şerhi, Ankara 2000, I, 28
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: Dergah Yayınları, 1987, s. 163
(*) Bende: Bağlı, kul, hizmetkâr
(**) Bîzâr: Bıkmış, rahatsız, şikayetçi
[3] Mevlânâ, Rubâîler, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1982, s. 152 (nr. 112); Hz. Mevlânâ’nın Rubâîleri, haz. Şefik Can, Ankara 1990, II, nr. 1311
[4] Mesnevî, trc. Veled Çelebi, İstanbul 1991, cilt: VI, beyit nr. 1528
[5] bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, (haz. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986), I, 470
[6] bkz. Feridun Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, s. 75
[7] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1958, cilt: III, s. 130 (1121)
[8] Dîvân-ı Kebîr, VII, 190 (2406)
[9] Mevlânâ, Rubâîler (Seçme), haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1945, Rubâî nr. CLXXVII
[10] Mevlânâ, Mevlânâ’nın Rubâîleri, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1974, I, 74 (354)
[11] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul 1990, s. 225
Fer’: Şube, kol; ikinci derecede olan; dal
[12] Mesnevî, III, 1893-1896; Tahirü’l-Mevlevî, Mesnevî Tercüme ve Şerhi, X, 494 (9587-9589)
[13] Dîvân-ı Kebîr, III, 47 (319)
[14] Mevlânâ, Mesnevî, I, 982-983
[15] bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986, II, 2
[16] Mevlânâ, Rubâîler, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1982, s. 23 (69); Hz. Mevlânâ’nın Rubâîleri, haz. Şefik Can, Ankara 1990, I, nr. 83. Mehmet Önder, “Yine Gel, Yine Gel, Rubaisi Mevlana’nındır” başlıklı bir makale kaleme almıştır. (bkz. Uluslararası II. Mevlana Semineri Bildirileri, Konya 1976, ss. 24-26). Ancak bu rubâînin, Mevlânâ’dan iki yüz yıl kadar daha önce yaşamış olan meşhur sûfîlerden Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’a (ö.1049) ait olduğu belirtilmiştir.
[17] Dîvân-ı Kebîr, V, 420 (5709)
[18] bkz. Midhat Bahârî Beytur, Mesnevî Gözüyle Mevlânâ (Şiirleri Aşk ve Felsefesi), İstanbul 1965, s.103
[19] bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, II, 60
[20] Dîvân-ı Kebîr, III, 250 (2352-2360)
[21] Mesnevî, III, 2700-2709
[22] Mesnevî, III, 3417-3418
[23] Mevlânâ’nın Rubâîleri, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1974, nr. 164
[24] Mesnevî, VI, 650
[25] Mesnevî, I, 2893-2896
[26] Mesnevî, II, 1178
[27] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr (Güldeste), haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1955, s. 335
[28] Mevlânâ, Rubâîler, s. 224 (226)
[29] Mevlânâ, Rubâîler, s. 205 (63)
[30] Mevlânâ, Rubâîler, s. 22 (60)
[31] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb’a, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Konya 1965, s. 97
[32] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 25
[33] Mesnevî, V, 3575-3582
[34] Mevlânâ, Mevlânâ’nın Rubâîleri, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1986, s. 286 (1382); Fîhi Mâ Fîh, s. 121
[35] Mesnevî, I, 970
[36] Fîhi Mâ Fîh, s. 79
[37] Mesnevî, IV, 1564-1573
[38] Mesnevî, III, 2648-2656
[39] Fîhi Mâ Fîh, s. 27-30
(*) “İktirân” tâbirinden anlaşılan; bir şeyin zahirî sebebiyle, o şeyin beraber görünmesidir. Mesela bir bahçeye su vermek zahirî sebebiyle, bitkilerin büyümesi gibi… Mantık ilmine göre; eğer kıyasta neticenin aynı veyahut nakîzinin sûreti zikr olunmaz ise ona “iktirânî kıyas” denilir. “Âlem mütegayyerdir (değişkendir)” ve “Her mütegayyer (değişken) hâdistir (sonradan oluşmuş, yaratılmıştır)”, binaenaleyh “Âlem hâdistir” misali gibi… Yine; “Her bir cisim mürekkebdir (birkaç maddeden yapılıdır)” ve “Her bir mürekkeb muhdesdir (sonradan meydana getirilmiştir)”; öyleyse “Her bir cisim muhdesdir” gibi ki, neticede münderic “muhdes” lafzının ne aynı ne de nakîzi kıyasta bilfiil zikr olunmamıştır.
[40] Mesnevî, V, 561-570
[41] bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: MEB yay. 2001, I, 3/296
[42] Divan-ı Kebir, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara 1992, II, 260
[43] Mevlânâ, Rubâîler, s. 18 (28)
[44] Mesnevî, II, 1770
[45] Mesnevî, VI, 839
[46] Hz. Mevlânâ’nın Rubâîleri, haz. Şefik Can, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990, I, rubâî nr. 360
[47] Mevlânâ, Mecâlis-i Seb’a, trc. A. Gölpınarlı, İstanbul 1994, s. 54-55
[48] Dîvân-ı Kebîr’de Seçmeler-IV (Rubâîler), haz. Şefik Can, nr. 151
[49] Mesnevî, II, 1529-1532
[50] Mesnevî, III, 4396
(*) Su, hava, toprak, ateş.
[51] Dîvân-ı Kebîr, III, 426 (4101)
[52] Mevlânâ, Rubâîler, s. 73 (53)
[53] Fîhi Mâ Fîh, s. 99-100
[54] Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1958, III, 395 (3812)
[55] Fîhi Mâ Fîh, s. 285. Ayrıca bkz. Mesnevî, I, 3170-3199. Hadis için bkz. Buhârî, Edeb 57-58; Müslim, Birr 28-34
[56] Mesnevî, III, 3439-3443
[57] Mesnevî, IV, 2341-2353
[58] Dîvân-ı Kebîr’de Seçmeler-IV (Rubâîler), haz. Şefik Can, nr. 318
[59] Mesnevî, I, 1205-1209
[60] Fîhi Mâ Fîh, s. 58-59