MOĞOLLAR VE MEVLÂNÂ – Mehmet DEMİRCİ

 

MOĞOLLAR VE MEVLÂNÂ

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

On üçüncü asrın başlarında Anadolu Selçuklu Devleti oldukça huzurlu ve mutlu bir devir yaşamıştır. Bilhassa I. Alâaddin Keykûbat zamanı (1219 – 1236) emniyet ve huzûrun hüküm sürdüğü bir devir­dir. Bu dirâyetli hükümdar, her yönüyle takdire şâyan, dört başı mâmur bir devlet adamı olarak dikkati çeker. Fakat o sıralarda, do­ğuda Moğol tehlikesinin büyük bir felâket olarak etrafı yakıp yıktığı görülmektedir.

Alâaddin Keykûbat zamanında Türkiye’den çekinen Moğollar, onun ölümünden sonra cesaret buldular. Baycu Noyan kumanda­sındaki Moğol askerleri, Anadolu için tehlike arz etmeye başladı. Bu sıralarda Anadolu Selçukluları’nın başında çocuk yaşlarında hükümdar olan II. Keyhüsrev ve II. Keykavus gibi kimseler bulunmaktaydı. Bunlar oldukça zayıf şahsiyetli idarecilerdi. Bâbâi isyanı ile içtimâi bünye hayli zayıflamıştı. Bütün bunları fırsat bilen Baycu, 1242’de Erzurum’u kuşattı ve bu büyük Türk şehri yağmalandı. Aradan bir yıl geçmeden Sivas’ın 80 km. doğusundaki Kösedağ’da Moğol ordu­su Selçuklu ordusunu bozguna uğrattı (1243). Sivas, Kayseri ve Er­zincan feci şekilde yağmalandı.

1244’ten itibaren Selçuklular tamamen Moğol hakimiyeti altına girdiler. Bu hakimiyet Anadolu’da yarım asır kadar sürdü. Moğollar bu müddet zarfında Anadolu halkına tatbik ettikleri zulüm, haksızlık ve baskılarla, bu ülkede hafızalardan silinmeyen acı hatıralar bıraktılar.

Moğollar, 1256’da Selçuklu ordusunu dağıtıp Konya’ya girdiler. Külliyetli miktarda haraç almakla yetinip yağmalama, tahrip ve öl­dürme işine girişmediler. Baycu, sözünün yerini bulması için kale burçlarından bir kaçının yıktırılması ile iktifa etti.[1]

Mevlevî kaynakları, Konya’nın kurtuluşunu Mevlânâ Celâled­din’in kerametine atfederler. Menkıbeye göre Baycu, ordusu ile Konya’yı kuşattığı, halkın can derdine düşüp birbiri ile helalleştigi sırada, Mevlânâ’dan yardım istenir. Mevlânâ, şehrin dışına çıkıp, yüksekçe bir yerde kuşluk namazına başlar. Yeşil elbiseler içindeki bu zatın bir takım büyüklüklerini gören ve haşmetinden korkan Mo­ğollar şehre dokunmazlar. Hediye edilen sayısız para ve malı alıp Konya’yı bağışlarlar. Yalnız, Baycu yemin ettiği için surlardan bir kısmı yıktırılır. Böylece tahrip ve zulümden kurtulan Konya’ya Mevlânâ “Evliyâ Şehri” lakabını verir. Onun kıyamete kadar Mo­ğol ve düşman tecavüzünden masûn bulunduğunu söyler.[2] Moğol­ların “Her şehirde böyle bir adam bulunsaydı buraların halkı bize yenilmezdi” dedikleri rivayet edilir.[3]

Moğol hadisesinin Anadolu Türk tarihindeki tesirleri ve sonuç­ları hakkındaki nihâi değerlendirmeler şüphesiz tarihçilerin işidir. Bizim buradaki amacımız ise, Moğol felaketi karşısında Mevlânâ Celaleddin’in tavır ve düşüncelerinin ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bu tesbiti yaparken de sadece onun iki eserine, Fîhi Mâ Fîh ve Divân-ı Kebir’e dayanmakta iktifa ediyoruz.

Fîhi Mâ Fîh, Mevlânâ’nın meclislerindeki takrirleri, sohbetleri, sorulan sorulara verdiği cevapların yazıya geçirilmesi ile meydana gelmiş bir kitaptır. Muhatabı daha ziyade geniş halk topluluklarıdır.

Birisi Mevlânâ’ya sorar: “Moğollar mallarımızı alıyorlar, ara sıra da bize mallarını bağışlıyorlar. Acaba bunun hükmü nasıl olur?”

Mevlânâ’nın cevabı ikna edici ve pratiktir: Moğol’un aldığı her şey tıpkı Tanrı’nın hazinesine girmiş gibidir. Bu, aynen testideki suyun denize dökülmesine benzer. Su testide durduğu sürece başkası­nın onu kullanması doğru olmaz, aksine davranış gasp olur. Ama aynı su denize dökülünce, herkes için helal hâle gelir. Bu bakımdan bizim malımız Moğollar’a haram, fakat onların verdikleri bize helal olur.[4]

Mevlânâ, Moğol zulmü karşısında halka ümit verir ve bunu ya­parken metafızik bir temele istinad eder: “Biri dedi ki: Moğollar ilk önce buraya geldiklerinde çırılçıplaktılar. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi haşmet ve azamet sahibi oldular, karın­ları doydu. En güzel arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulu­nuyor? Mevlânâ buyurdu ki: Onların gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Tanrı yalvarmalarını kabul ve onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar muhteşem ve kuvvetli oldukları şu anda halkın fakirliği, zayıflığı vasıtasıyle Yüce Tanrı onları yok edecektir.”[5]

Mevlânâ, zulüm ve haksızlıkla gerçek imanın bir arada buluna­mayacağını şöyle açıklar: Biri “Tatarlar kıyamete inanıyorlar ve: El­bette bir sorgu sual günü olacak” diyorlar, dedi. Mevlânâ buyurdu ki: Yalan söylüyorlar, kendilerini Müslümanlarla bir göstermek istiyor­lar, yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz demek istiyorlar. Deveye “Ne­reden geliyorsun?” diye sormuşlar. “Hamamdan geliyorum” karşılığı­nı vermiş. “Ökçenden belli” demişler. Eğer onlar kıyamet gününe inanıyorlarsa bunun delili hani? Bu günahlar, zulümler ve kötülükler üst üste birikmiş karlar gibi kat kat yığılmıştır. Tövbe ve pişman­lık güneşi ile bu zulüm yığınlarını eritmedikleri müddetçe, sözden ibaret bir imanın değeri yoktur.[6]

Konya yağmalanmaktan kurtulmuştur amma Moğol baskısı her yerde kendini hissettirmektedir. Bilhassa idarecilerin işi oldukça zordur ve vicdanları huzursuzdur: Nâib: “Bundan önce kafirler puta tapar ve saygı gösterirlerdi. Biz de şimdi aynı şeyi yapmaktayız. Gidip Moğol’un önünde eğilerek ona saygı gösteriyoruz, buna rağmen kendimizi müslüman biliyoruz?” diyerek dert yanar. Mevlânâ nâibi teselli eder; bu işi seve seve yapmadığına, çirkin bulduğuna göre, içindeki iman nûrunun vazifesini yapmakta olduğunu bildirir.[7]

Fîhi Mâ Fîh’teki halkla haşır neşir olan Mevlânâ’ya mukabil, Divân-ı Kebir’de[8] Hak âşıkı ve geniş görüşlü Mevlânâ’yı bulu­ruz. Burada en önemli günlük hadiseler bile sırasında bir sembol ol­maktan öte değer taşımaz. O devir kaynaklarında “Tatar” diye anı­lan Moğollar’ın sebep olduğu hadiseler de, âşık ve şâir Mevlânâ’nın gönül dilinde küllî nizamdaki yeri ölçüsünde çağrışımlar uyandıra­caktır. Korku ve zulmün tezahürleri bu lirik eserde de açıkça görü­lür. Fakat yılgınlık yerine rindce bir tavır sergilenir:

“Halk Tatar’dan kaçıyor, bizse Tatar’ı yaratana tapı kılalım. Kaçmak için yüklerini develere yüklediler, bizim yükümüz yok ki biz ne yapalım? Halk kopup kaçıyor. Biz de dama çıkalım da halkın de­velerini sayalım bâri.”[9]

Tatar kelimesi Mevlânâ’da bir başka tedaiye yol açar. Bu da Moğollar’ın kopup geldiği ülkelerde yaşayan ve göbeğinden misk de­diğimiz güzel koku elde edilen bir tür ceylandır. Şöyle seslenir: “Şu gaddar dünyayı anmayı bırak, gizli şeyleri bilenin lütfundan bahset. Tatar’ın fitnesinden az laf et. Tatar ceylanın göbeğinden söz aç.”[10]

“Yapraksız kalmaktan kaçarsam şeftaliyi öpemem, Tatar’dan kaçarsam Tatar misk’ini koklayamam.”[11]

Mevlânâ, Hakk’ın velilerine has bir sezgi ile Moğol zulmünün bir zaman gelip son bulacağını, hatta onların müslüman olup din sa­vunucuları hâline geleceğini fark etmiştir. Bir başka ifade ile Celal içre Cemal’i görerek şâirâne bir üslûpla ümit saçmıştır:

“Tatar dünyayı savaşla yıktı amma yıkık yerde senin definen olur, ne diye gönlümüzü sıkalım, ne diye daralalım?”[12]

“Bölük bölük gelen Tatarlar yürük bir ordu. Tan yeri kinden fit­neden gebe kalmış. Haydi göğün karnını yarıver, olur ya belki bu vakti tamam olmuş çocuk doğuverir.”[13] Nihayet açıkça tehlikenin geçtiğini ilan eder: “Bütün ova, bütün yazı çiçeklerle ekinlerle dopdolu. Tatarlar’dan korkma zamanı geçti. Tatar ülkesinin miskleri geldi yayıldı.”[14]

Mevlânâ şu şiiri ile adeta tarihe ışık tutmuş gibidir:

“Sen Tatar’dan korkuyorsun, çünkü Tanrı’yı tanımıyorsun. Oy­saki ben Tatar’dan iki yüz iman sancağı yükselteceğim.”[15]

Gazan Mahmud Han (ö. 1304) çeyrek asır sonra Müslüman olunca, Mevlânâ’nın bu şiirini, giydiği hırkaya altın telle yazdırdı. Tören günlerinde onu giyen, Mevlânâ bu gazeli benim için söylemiş çünkü Tatar’lar benim zamanımda Müslüman oldular, der övünür­dü.

Başlangıçta Budist olan Moğollar, zamanla Türkleştiler. Cen­giz’in torunlarından bir kaçı müslüman oldu. Müslümanlığı kabul eden Moğollar yeni dinlerini şiddetle savundular. Mutasavvıflar on­ların İslâmiyet’e girip Türklük içinde kaynaşacağını pek iyi sezmiş­lerdi. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi, Moğol beylerini teshir edip, henüz müslüman olmayan noyanları kendilerine hayran bıraktılar. Esasen bu onların sahip olduğu tasav­vuf terbiyesinin tabiî bir sonucu idi. Sultan Veled, sağlam bir Budist olan Moğol kumandanı İrenci Noyan’a İslâmiyet’i üstü kapalı bir şekilde öylesine telkin etti ki, bu Moğol beyi müslüman ve Mevlevî oldu.[16] Böylece Mevlânâ’nın müjde yüklü ifadeleri çok geçmeden gerçekleşme yoluna girdi.

[1] Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 482, İstanbul 1971; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 486, İstanbul 1977.

[2] Bkz. Osman Turan, aynı yer.

[3] Eflâkî, Menakıbü’l-Arifîn, çev. Tahsin Yazıcı, I, 284, İstanbul 1953.

[4] Bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, çev. Meliha Ü. Tarıkâhya, 84 – 85. İstanbul 1956.

[5] a.g.e., s. 85.

[6] a.g.e., s. 86.

[7] a.g.e., s. 102 – 103.

[8] Divan-ı Kebîr’in tercümeleri için bkz. burada “Kitaplarla Mevlânâ”.

[9] Mevlânâ, Divan-ı Kebir, çev. A. Gölpınarlı, V, 159, İstanbul 1960.

[10] Mevlânâ, Divan, çev. A. Gölpınarlı, 663, İstanbul 1974.

[11] Divan-ı Kebir terc., V, 454, İstanbul 1960.

[12] Divan-ı Kebir terc., III, 229, İstanbul 1958.

[13] Divan terc., 127, İstanbul 1974.

[14] Divan-ı Kebir terc., IV, 344, İstanbul 1974.

[15] Divan terc., 428, İstanbul 1974.

[16] Öztuna, a.g.e., I, 489; ayrıca bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan