1948 yılında ÖMER RIZA DOĞRUL Hocanın yazmış olduğu Tasavvuf adlı kitabından
MEVLEVİLİK
İSLAM TASAVVUFUNDA YEPYENİ BİR ŞAHİKA
Mevlevîliğin müessisi, Mevlâna Celâleddin Rumî’dir. 6 Rabiulevvel 604 de (1207 M.) Belh şehrinde doğmuş, 5 Cumadil âhır 672 de (16 Ekim 1273) Konyada vefat etmiştir. Babası Sultanu-l-Ulema Bahaeddin Veled’di ve eskiden beri Belh’de yerleşen bir ulema ailesine mensuptu. Bahaeddin, oğlu Celâleddinin henüz beş yaşında olduğu sırada Belh’den ayrılmıştır. Bu ayrılmanın sebebi, Moğol istilâsından hissolunan korku olduğu anlaşılıyor. Bahaeddin Veled, Hacca gitmek niyetiyle hareket ederek yolda Nişapur’a uğramış ve burada tasavvuf edebiyatının en güzide simalarından olan Feridüddih Attar ile buluşmuş ve büyük şairin Bahaeddinin oğluna «Esrar-name» adlı eserini hediye etmiş olduğu söyleniyorsa da Attar’ın bu sırada hayatta olması ihtimalinin zayıf olması, bu rivayetin değerini düşürmektedir. Bahaeddin Veled’in Bağdatta tasavvuf edebiyatının en büyük müelliflerinden Ömer Sühreverdî ile görüştüğü söylenmektedir. Bahaeddin Veled, Hicazdan Şam yoluyla Anadoluya geçmiş ve Konyada yerleşerek burada vaaz vermek suretiyle şöhret kazanmağa başlamış ve bizzat Sultan Alâeddin Keykubad da onun vaazlarına devam edenler arasında yer almıştır. Bahaeddin, Konyaya muvasalatından iki yıl sonra, 628 (1220) vefat etmiş olduğuna göre 628 da Konyaya gelmişti.
Bu sıralarda Celâleddinin 14 yaşında olduğuna dair olan rivayetler, Bahaeddinin Konyada yerleşmeden önce Anadolunun muhtelif şehirlerinde dolaşmış olduğuna hamlolunmaktadır. Nitekim, Eflâkî Bahaeddinin 614 de Malatya’ya gelerek oradan Erzincana gittiğini, 4 sene Akşehirde kaldığını, buradan Lârende’ye giderek burada da yedi sene kadar kaldığını, 623 de 18 yaşma varmış olan oğlu Celâleddini Şerefüddin Lala Semerkandî’nin kızı Cevher’le evlendirdiğini ve 626 senesinde Konyaya geldiğini anlatır. Konyada Alâeddin Keykubad’ın Lala Bedreddîn Cevher Tas Dizdar, Bahaeddin için bir medrese kurmuştu ki buna «Medrese-i Hudavendigâr» deniliyordu. Eflâkî’ye göre Celâleddin babasının ölümü sırasında 24 yaşında idi ve babasının ölümü üzerine onun yerini tutmuş vaaz ve fetva vermeğe devam etmiş, bir sene sonra babasının şakirdlerinden Burhaneddin Muhakkik Tirmizî’nin ziyareti sayesinde, babasının zahir ilimleri yanında bâtın ilmine de vâkıf olduğunu ve bunun tahsil ile değil zevk ile elde edildiğini öğrenmiş ve Burhaneddinin 638 de ölümüne kadar onun müridi olmuştur. Bu nokta üzerinde de muhtelif rivayetler ileri sürülmekte ve Burhaneddinin Kayseride medfun olması, Mevlânanın da bu sıralarda tahsilini ikmal için Halep ve Şama gitmiş olması, bu rivayetleri teyid etmektedir.
Celâleddin, Burhaneddinin ölümünden sonra beş yıl kadar yalnız kalmış, daha sonra 642 de seyyah bir derviş olan Şemseddin Mehmed Tebrizî ile görüşmüş; bu dervişe tasavvufi mânasiyle âşık olarak onu evine götürmüştü.
Mevlânanın Şemseddin ile mülakatının tesiri Velednâmenin şu sözlerinden anlaşılmaktadır: «Âdem zamanından beri cihanda «Evliyayı kâmilini» ile «Âşıkanı vâsılın» zuhur edegelmiştir. Fakat bunların üstünde bir başka âlem daha vardır ki âşıklık maşukluk makamıdır, hazreti Şems’in zuhurundan evvel hiçbir kimse buna dair birşey söylememişti.» Alelade kimselerin gözünden, ve âşıklar zümresinden daha gizli olan bu zümrenin mümessillerinden biri Hazreti Şems’tir. Ve Hazreti Mevlâna da bu yüksek yolu ondan öğrenmiştir. Hazreti Şems, Sultanül Âşıkin değil, Sultanül Maşukîn idi. Ve onun bu hali, hazreti Mevlânaya şiir ilham etmiş ve onu İslâm âleminin belki de en büyük şairi yapmıştır. Mevlâna, hazreti Şems ile tanıştıktan sonra müridlerini ihmal etmiş ve ondan başka kimse ile meşgul olmaz olmuştur. Müridleri hoşnutsuzluklarını açığa vurarak Şems aleyhinde söylenmeğe başlamışlar ve anlaşıldığına göre Şems’i ölümle de tehdit etmişlerdi. Anlaşılan Şems de bu çeşit muamelelere kızarak Konyadan kalkmış Şama gitmişti. 643 H. (1245). Onun Konyadan ayrılması, üstadlarına kavuşmak isteyen müridlerin arzusunu gerçekleştirmemişti. Çünkü Şems’in gitmesi, Mevlânayı büsbütün üzmüş ve onun müridleriyle eskisi kadar az da olsa, temas etmesi imkânını da ortadan kaldırmıştı. Müridlerin af dilemeleri üzerine Mevlâna, oğlu Sultan Veled’i Şama göndermiş ve hazreti Şemsin geri dönmesini rica etmiş, o da bu ricaya dayanarak Konyaya dönmüş, Veled bütün yol boyunca onu yaya olarak takip etmişti. Onun Konyaya dönmesi üzerine müridler tekrar sızlanmağa başlamışlar, hazreti Şems de bu defa ortadan kaybolmuş ve nereye gittiğine dair tek bir iz bırakmamıştı. Gerçi bu sırada, Celâleddinin oğlu Alâeddinin hazreti Şemsi öldürmüş olduğu söylenmiş ise de Sultan Veled bu iddiaları yalanlamaktadır. Onun için Şemsin iz bırakmadan Konyadan ayrılıp gitmiş olduğuna inanmak icabediyor. Gerçi Sarı Abdullah Efendi «Semeratül Fuad» ında hazreti Şemsin nasıl öldürüldüğünü gayet müessir bir tarzda tasvir eder, fakat bu tasvirin tarihi bir hakikate dayanmadığı gayet açıktır.
Hazreti Mevlâna, Şems’in kaybolup gitmesinden sonra iki defa Şama kadar gitmişse de araştırmaları bir netice vermemiş, neticede hazreti Mevlâna, kaybolan Şems’i kendi ruhunda bulmuş ve âşık ile mâşuk’u bir görmeğe başlamıştı. Onun gazellerinde kendi adı yerine Şems’in adını mahlas olarak kullanması da bu hali belirtmektedir.
Fakat Şems vazifesini yapmış ve tasavvuf gelişmelerine daha önce eşi görülmeyen bir mâna ve mahiyet katmıştı.
Tasavvuf daha önce İlâhî aşkı tanımış ve bu aşkı tenzih eden mânalara ve şahikalara erişmişti. Fakat Şems, daha doğrusu Şems’in telkini ile Mevlâna bu telâkkilere bambaşka bir mâna vermişti. Çünkü insanın içinde çağlayan İlâhî aşkın mânası, insanın Zâtı Kibriyaya karşı duyduğu incizabı yaşatması değildi. Bundan başka, Zâtı Kibriyanın da insana karşı duyduğu incizaba gerekleşen hayatı yaşaması idi. Çünkü insan maşuk-ı İlâhî idi. Ve insanın bir maşuk-ı İlâhî olarak yaşaması ona yalnız bir olağanüstü mümtaziyet vermekle kalmıyordu, onun yeryüzünde bu mümtaziyeti yaşatmasını gerekleştiriyordu.
Bu görüş, nur-ı Muhammedi, ve hakikati Muhammediyye-ye dair seleflerin ileri sürdükleri görüşten daha üstün bir görüştü. Çünkü hakikati Muhammediyye, veya nur-ı Muhammedi, ezelde olmuş bitmiş bir vak’a idi. Bir ilâhî eserdi ki. bütün varlıkların var olmasına sebep olmuştu. Ve bu olay, ilâhî aşkın timsali idi. Bu ilâhî aşk âbidesinin yanı başına aynı aşkı ifade eden bir beşerî âbide kurmak gerekti. Ve bu âbideyi kurmak Hazreti Mevlâna’ya Şems’in telkini ile müyesser oldu. Bu âbide beşerin mâşukiyeti abidesidir. Beşer ki mâşuk-ı İlâhîdir, kendisine âşık olan Zâtı Kibriya’ya karşı bu durumuna lâyık bir mevki almak, yahut mevkiine bu duruma lâyık bir manzara vermek mes’uliyetini taşıyordu. Çünkü sevilen varlıktı. Ve sevilen varlığın sevilmeğe lâyık bir tavır ve eda alması, icap ederdi. Yoksa sevilen zat, seven zatın gözünden düşerdi. Düşmemek için sevene iyi ve güzel görünmesi, sevginin bütün mânasını gerçekleştirmesi, o karşılıklı sevgiyi idame edecek her şeyi yapması gerekirdi. Yoksa sevgi bir mücerret lâftan ibaret kalırdı.
İnsanın mâşuk-ı İlâhî olduğunu daha evvel söyleyen bir kimse çıkmamış ve bu sırrı ifşa etmek Hazret i Mevlânâ’ya nasip olmuştu.
Belki dünyada beşerin seviyesini manevî kemâlin en yüksek şahikasına kavuşturan en kıymetli telâkki budur. Şüphe yok ki beşerin gönlünde Mevlâya karşı bir incizap vardır ve bu incizaba ilâhî aşk denir. Fakat Mevlânın da beşere karşı bir incizabı vardır ve onun için onu bütün varlıkların göz bebeği yapmıştır. O halde beşerin de bu bakımdan değerini anlayarak kendine âşık olan Zâtı Kibriya’ya karşı nasıl davranmak lazımsa öylece davranması icap eder. Bunu ihmal ederse Allah’ın maşuku olduğunu unutmuş olur ve o âşıkın gözünden düşmek gibi müthiş bir mahkûmiyeti hak eder.
Hazreti Mevlânâ, Hazreti Şems’ten bu büyük dersi almış, bu büyük hakikati anlamış ve bütün ömrünü bu büyük hakikati anlatmağa hasretmiştir.
Hazreti Şems’in Mevlânâ’yı, bütün yaranından, bütün müridânından uzaklaştırmasına sebep, ona bu büyük ve İslâmlığın ruh hayatı bakımından bu yepyeni hakikati telkin etmesi idi. Bu hakikati nazarî olarak anlamak belki kolaydı, fakat bu hakikati bir şe’n olarak yaşamak çok güçtü. Ve Hazreti Mevlânâ’nın, Hazreti Şems ile halvete çekilerek herkesle alâkasını kesmesinin, müridlerini ve bütün yakınlarını sızlandıracak derecede kendini Hazreti Şems’e vermesinin sebebi, bu hakikati yaşamak uğrunda sarfettiği gayretti. Çünkü Allah’ın maşuku olarak yaşamak, daha önceden örneği olmayan bir haldi. Ve bu hali yaşamanın örneği olmak Hazreti Mevlânâ’ya mev’uddu. Onun için Hazreti Mevlânâ, Hazreti Şems ile başbaşa vererek bu hali yaşamanın zevkini tadıyor ve bu yüzden başka bir kimse ile temas etmek arzusunu hissetmiyordu. İş büyük, ve müridlerin anlayacağı seviyeden binlerce kat üstündü. Onun için müridler, Hazreti Şems’in, Hazreti Mevlânâ nezdinde kazandığı itibarı kıskanıyor ve üstadlarına kavuşmak için sızlanıp duruyorlardı. Üstadları ise, eşsiz bir neşe içinde müstağraktı ve Allanın sevgilisi olmayı gerçekleştirmek için çalışıyordu. Onu bu çalışmadan alıkoymak, ruhunun tekâmülüne karşı bir suikasttı. Fakat halden anlamayanların bunu farketmelerine imkân mı vardı? Hazreti Mevlânâ Sultanü-l-ma’şukîn olan Hazreti Şems’in telkinleri sayesinde aynı payeye varmış ve onun için Hazreti Şems’i benimsemiş, «Şemsül Hakayık» divanını onun adına vücude getirmişti.
Galiba İslâm tasavvufunun varmış olduğu en son şahika da budur. Çünkü daha sonra gelen mutasavvıfların biri de yeni bir ufuk açamamış ve tasavvufa yeni bir mâna verememîştir. Onun için hazreti Mevlânayı, büyük ve ulu mutasavvıfların sonuncusu saymak, hattâ onun tasavvufu kemâline erdirmiş olduğunu söylemek mümkündür. İnsan Allah’ın maşuku olan bir varlıktır. Ve Allahın maşuku olmak dolayısiyle ona gerekleşen vazife âşıkının ululuğunu düşünerek onu hoşnut etmektir. Yoksa sevildiğini bilerek şımarmak ve âşıkını üzmek değildir. Bilâkis, her şımarmasının âşıkını ne kadar üzdüğünü anlıyarak kendine ona göre bir durum, bir çeki düzen vermektir.
Bütün tasavvuf tarihinde bir eşi görülmeyen bu telâkki sayesinde can ile canan bir olmuş, âşık ile maşuk, maşuk ile âşık birbirinden ayırdedilemiyecek hale gelmiş ve tasavvuf kemâlini bulmuştur.
Tasavvufun da bu şekilde kemal bulması gerekti. Çünkü daha ötesi yoktu.
Hazreti Mevlânâ için:
Nist Peygamber veli dared kitab.
«Peygamber değildir, fakat kitap sahibidir» diyen «Câmî» Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa Hâtem-ül Enbiya olduğu gibi, onun da Hâtem-ül Evliya olduğuna işaret etmiştir. Çünkü kitap sahibi veli olmak, ancak Hâtem-ül Evliyaya yakışır.
Hazreti Mevlâna Şems’in gitmesinden sonra onun yerini tutacak bir zât da bulmuş ve müridlerinden Salâhaddin Zer-kub’un hazreti Şems şeklinde tezahür ettiğini söylemiş, onu diğer müridlerinin başına geçirmiş ve kendisine halife tayin etmiş, Salâhaddin bu vazifeyi on yıl ifa etmiş, sonra hastalanarak vefat etmiştir. Mevlâna, onun ölümü üzerine Urumiye’li Hüsameddin Hasan bin Muhammed bin Ali Türk’ü halife tayin etmiş, o da on yıl kadar Mevlâna’nın yanında kalmıştır. Salâhaddin 662 de vefat ettiğine ve Hüsameddin de ayni vazifeyi on sene yaptığına göre Hüsameddin 672 de, yani hazreti Mevlana’nın vefat etmiş olduğu sene, fakat ara ile vefat etmiştir. Hüsameddin, Mevlâna’nın halifeliğini, onun oğlu Sultan Velede teklif etmiş ise de Sultan Veled bu teklifi kabul etmemiş, ancak 682 veya 683 de umumun ısrarı üzerine bu mevkie geçmiş ve 30 yıl, bu mevkide kalmıştır. Mevlevîliği asıl kuran ve teşkilâtlandıran, Mevlevî âyinini tesbit eden de o dur. Hazreti Mevlâna’nın yaptığı sema’, dinî bir tören mahiyetinde değil, ruhanî bir zevk ile yapılan bir hareketti. Daha sonra Sultan Veled bu esas üzere hareket ederek âyini tanzim etmiş ve bu âyîn, 1925 de tekkelerin kapanmasına kadar Türkiyedeki bütün mevlevî dergâhlarında icra edilmiştir.
Hazreti Mevlâna’nın gazellerinden ve rubailerinden müteşekkil bir divanı vardır ki hakikî şevk ve heyecanın en saf ifadesi ve şahsî sergüzeştlerin makesi olmak bakımından büyük bir ehemmiyeti haizdir. (Divan-ı kebir).
Fakat hazreti Mevlânanın en büyük eseri «Mesnevi» dir ki bütün dünya edebiyatına mal olmakta ve müteaddit dillere çevrilmiş bulunmaktadır. Mevlâna bu muazzam eserinde hikâyeler anlatarak tasavvufî hakikatleri açıklar ve tasavvufî mahiyette öğüdler verir.
Mevlâna’nın daha başka eserleri de vardır. Bunların adı «Fih ma fih» yani «içinde ne varsa var», «Mevaız-ı Mecalis», (Mevlânın yedi öğüdünü ihtiva eder) «Mektubatı Mevlâna» dır.