BEN DERVÎŞİM DİYENE…
MEVLEVÎLERDE MANEVÎ EĞİTİM*
Sezai KÜÇÜK
Ben dervîşim deyene, bir ün edesim gelir
Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir.
Tasavvuf bir gönül eğtimidir. Gönlün taşıyıcısı da insan olduğuna göre, Tasavvufun konusu da insandır. Tasavvufun her hal ehline göre çeşitli tarifleri olmakla birlikte, bir tarifi de; “Tasavvuf, dünyanın süsünden yüz çevirmek, insanların meylede geldiği geçici lezzetlerden korunmak, halk ile beraber, Hakk’a yönelmektir” şeklindedir.
Tasavvufun gayesi; Hakk’ın rızasını kazanmak için nefisleri temizlemek ve terbiye etmekten, yani nefsi dine râm, dini nefs için vicdan kılmaktan, güzel ahlak sahibi olmaya çalışmaktan, kısaca Allah ve Resûlünün ahlakıyla ahlaklanmaktan ibarettir. Yani insanı kalbî yönden eğitip olgunlaştırarak hal ve kâlde kemal derecesine ulaştırmaktır. Bu noktaya ulaşan kimseye insan-ı kâmil/mürşid-i kâmil denilir.
Cihan bağında ey dil,
Budur maksûd-ı ins ü cin;
Ne senden kimse incinsin
Ne sen bir kimseden incin.
Tasavvufun hem konusu hem de gayesi doğrudan insanla ilgili olduğu için, insan psikolojisi, terbiyesi ve yönlendirmesi açısından ortaya koyduğu esaslar (seyr u sulûk/âdab ve erkân) asırlar boyunca dikkat çekici olmuştur.
Tasavvuf, kâinatın en üstün varlığı olan insanla ilgili faaliyetlerini, hedeflenen noktaya ulaştırabilmek için bir takım vasıtalar kullanır. Tasavvufun müesseseleşmiş hali tarikatlar, tarikatların eğitim metotları, manevî eğitim mekanları tekkeler, tekkelerde icra edilen zikirler, deveranlar, semalar, tekke musikisi, edebiyatı ve sanatı, bütün bunlar insan-ı kamil olma ve vuslat-ı ilahîye ulaşma yolunda dervîş için birer vasıtadır.
Günümüze kadar gelen veya gelemeyen her tasavvuf yolu bu vasıtaları kullanarak, mensubunu kalben ve rûhen eğiterek Hakk’a vasıl kılmaya çalışmıştır. Bu yollardan biri de Mevlevîliktir. Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin XIII. asırda ortaya koyduğu tasavvufî düşünce etrafında oluşan Mevlevîlik, varlık göstermeye başladığı andan itibaren toplumu yakından etkileyen tarikatlardan biri olmuştur. Özellikle manevî terbiyede ortaya koyduğu usuller, musiki ve sema’nın cezbediciliği, asırlar boyu Mevlevîliği tasavvufi terbiyede rağbet edilen bir yol kılmıştır.
Mevlevîlikte tasavvuf terbiyesinin icra edildiği ve Mevlevî dervîşinin muhiblik veya dervîşlikle başlayıp 1001 günlük çilesini tamamlayarak “Dede” unvanını aldığı mekanlar, büyük Mevlevî dergâhları olan Mevlevîhanelerdir. Bu tarz Mevlevîhanelere “âsitâne” ismi verilir ve içinde, bir Mevlevî büyüğünün kabri (türbe), genellikle bu kabre bitişik semahane, harem, selamlık, mescid, meydan, matbah-ı şerif (Mevlevî dervîşlerinin terbiye edildiği matbah) ve dervîş hücreleri gibi kısımlar bulunur. Küçük dergâhlara “zâviye” adı verilir. Buralarda Mevlevî dervîşleri yetişmez ve dervîşlerin terbiye edildiği mekan olan matbah-ı şerif de yapının müştemilatı içinde yer almaz. Mevlevî zâviyeleri, bulunmuş olduğu yerleşim yerlerinde Mevlevîliğin ve Mevlevî kültürünün temsilciliği görevini yürütür. Bu Mevlevîhaneler aynı zamanda yolculuk yapan Mevlevîlerin de konakladığı mekânlardır.
Tarikatlar arasında âdâb ve erkâna en fazla riayet eden yani en fazla seramonisi olan tarikat Mevlevîliktir denilirse mübalağa edilmiş olunulmaz. Âdâb ve erkâna riayet, Mevlevîliğin her safhasında kendini gösterdiği gibi, dervîşin terbiyesi sürecinde (seyr ü sülûk) daha belirgin olarak ortaya çıkar. Fakat uyulması gereken her kuralın aynı zamanda arka planında bir hayat felsefesinin olması, dervîşin Mevlevîlik âdâb ve erkânına riayetini zevk haline getirmiştir.
Mevlevîlikte manevî terbiyeye tabi olanlar tarikat müntesipleri, “muhib” ve “dervîş/matbah canı” diye iki kısmı ayrılır.
Seven anlamına gelen “Muhib”, bir şeyh tarafından başına sikke tekbirlenmiş ve böylece Mevlevîlik yoluna girmiş kişidir. “Filan muhibbândandır” sözü Mevlevîliğe intisab eden fakat dervîşlik ikrârı vermeyen kimse için kullanılır ki, bunlar Mevlevîlerin çoğunluğunu teşkil eder.
Muhibbin Mevlevîliğe intisabı küçük bir törenle gerçekleşir. Muhib olmak isteyen, sevdiği ve kendisine muhabbet beslediği bir Mevlevî şeyhine müracaat eder. Şeyh efendi tarafından müracaatı kabul edilirse, kendisine bir sikke tedârik edip, gusül abdesti alarak tayin edilen bir zamanda gelmesi söylenir. Şeyh, bizzat kendisi veya tensibiyle Sertabbah (aşçıbaşı), muhib olacak kimseyi aralarında bir mesafe olmaksızın soluna alır ve her ikisi de abdestli olarak yüzleri kıbleye dönük bir şekilde otururlar. Şeyh dervîşten beraber okumasını talep ederek tövbe tazammum eden duayı okur. Daha sonra şeyh, muhibbin başını dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve bir fatiha der, her ikisi de fatihayı okurlar, sonra görüşürler, yani birbirlerinin elini aynı anda öperler.
Bu basit törenden sonra şeyh “nevniyâz” da denilen muhibbi, dergâhtaki dedelerden birine teslim eder. Bu dede, muhibbin dedesi sayılır, onun elinde Mevlevî terbiyesine başlar, tarikatın âdâb ve erkânını öğrenir ve sema meşkedip mübtedî mukabelesi yaptıktan sonra, mukabele günlerinde dergâha giderek dedesinin odasında soyunup sema kisvesini giyer ve mukabeleye iştirak eder.
Muhib, dergâh dışında ailesi, mesleği meşgalesi olan biri olduğu için, dışarıda sivil giyimli olabileceği gibi, Mevlevî kıyafetiyle de gezebilir. Sadece mukabele günleri dergâha gelip dedesinin hücresinde sema elbisesi giyerek mukabeleye katılabilir.
Dedenin hücresi nevniyâz için aynı zamanda bir terbiye ve sülûk mektebidir. Bu hücrede nevniyâza, Mevlevîliğin âdâb ve erkânı öğretilir, Mesnevî okutularak bu yolun gerekleri, hal ve hareketleri nevniyâzın ruhuna nakşedilmeye çalışılır. Zamanla nasıl yürüyeceği, nasıl konuşacağı, nasıl yiyip içeceği nasıl yatıp kalkacağı gibi günlük davranışlarından, nasıl düşünmesi gerektiği, dünyayı ve eşyayı algılama hususunda bakışının ne olacağına kadar her türlü ince ayrıntılar, bütün davranışları kontrol altına alınırcasına, bu hücrede verilir.
Dervîş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen dervîş olamazsın
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Dervîş gönülsüz gerek
Sen dervîş olamazsın
Ney üflemeye, kudüm meşketmeye kabiliyeti olanlar, neyzen ve kudümzenliğe, Mesnevî’yi anlama ve şerh etme yeteneği olanlar Mesnevîhanlığa yönlendirilir, sanata ve şiire kabiliyeti olanların da bu yönlerini geliştirmelerine dedeler rehber olur. Gün geçtikçe özü ve sözüyle gelişen nevniyâz, Mevlevî âdâb ve erkânının, nezâket ve zerâfetinin bir temsilcisi halini alır.
Mevlevîliğe intisap eden ikinci gruba; “dervîş, matbah canı veya âşık” gibi tabirler kullanılmakla birlikte bunlar için “dervîş” genel bir sıfattır. Dervîş, kelime anlamı olarak; “kapı eşiği” demektir ki, tevazu ve alçak gönüllük onun ayrılmaz vasfıdır. Bu grupta olanlar, kendilerini tamamen Mevlevîlik yoluna adamış ve bu hususta şeyhine ikrâr vermiş (söz vermiş), dergâhta hizmete soyunmuş kimselerdir.
Dû cihanda ister isen altın ola nâmın
Gir sikkesi altına Hazret-i Mevlanâ’nın
1927 yılında Türk Yurdu Dergisi’nin XXVII. sayısında Münib Çelebi ve dervîşlerinden aldığı malumatlarla “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi” başlıklı bir makale yayınlayan Hâmid Zübeyir (Koşar), bu hususta topladığı bilgileri şöyle aktarır:
“Dervîşliğe niyet etmeye ve başlamaya “ikrâr” denilir. Âşık gelip Kazancı Dede’ye “soyunacağım” diye müracaat eder. O da tekkenin şeyhine durumu arzeder ve ikrârını alır. Kazancı Dede; “Dervîşlik zordur, çileyi kırmak iyi değildir, dervîşlik ateşten gömlek, demir leblebidir. Aç kalmak, dövülmek, haksız yere söz işitmek vardır. Dervîşlik ölmezden evvel ölmek demektir. Bunlara tahammül edersen gir” der.
İkrâra yeni gelen nevniyâza “can” tabir olunur. İntisabta esas, derûnî muhabbettir. Can saka postunda üç gün oturup, kalıp kalmayacağını düşünür. Ondan sonra yapabilirse kalkıp hizmete soyunur. Saka postu matbahın kapıdan girince solundadır. Can saka postunda iki dizi üzerine murakabe şeklinde oturur, diğer canların hizmetini seyreder. Mecburiyet olmadıkça konuşmaz. Bir şey de okumaz. Hizmete soyunduktan sonra “Ayakçı” olur. Ayakçı ortalığı süpürür, odun getirir. Üzerine başka bir can gelinceye kadar devam eder. Ondan sonra “Pazarcı” olur. Pazara gidip öte-beri alır. Ayakçı semaya başlamayınca sikke giyemez. Sema’ı “Semazen Başı” ta’lim eder. Mutfakta ufak bir çivi vardır. Sol ayağını direk tutarak oraya basar, sağ ayağıyla çarh atar. Sağ ayak ufkî olarak sol ayak yanına atıldığı cihetle göğüs ileriye hareket eder. Bu ameliye tekrar edilirse ikinci bir tur yapar, dönme hâsıl olur. Ayak ileriye atıldığı takdirde aynı zamanda ileriye gidilmiş olur.”
Bahrdir âyin-i Monla Mevlevî emvâcıdır
Giy kulâh-ı rif’ati gel kim saâdet tâcıdır
Nevniyâz üç gün oturduğu saka postundan çileye soyunma kararıyla kalkar ve kararında durduğunu ifade ederse, Kazancı Dede’nin huzuruna götürülür, geldiği elbisesiyle on sekiz gün “Ayakçılık” hizmetinde bulunur. Bu hizmette, canlara lazım olan şeyleri getirir götürür. Bir müddet sonra Aşçı Dede’nin emriyle bir arakiye, matbah tennuresi ve elif-i nemed verilir. Bu şekilde geldiği elbiseyi çıkarıp, dervîş elbisesini giymiş olur ki, artık çileye soyunmuş bir dervîştir.
Bu sûrette çileye soyunan sâlik Kazancı Dede’ye teslim edilir. O da nevniyâza yapması gereken hizmetleri gösterir. Yukarıda da ifade edildiği gibi dervîş, önce ayakçılık hizmetini görür, bu esnada sema çıkarır ve zamanı gelince “Pazarcı” olur. Pazarcının vazifesi tekkenin ihtiyaçlarını kendisine gösterilen dükkânlardan almak, verilen görevin dışına çıkmadan, gittiği yerlerde oyalanmadan, vazifesini ifa edip hemen tekkeye dönmektir.
Pazarcı bu hizmeti gereği gibi yerine getirdikten sonra, yine Kazancı ve Aşçı dedelerin tensipleriyle, 1001 günlük çilesi müddetince yerine getirmesi gereken dergâhtaki on sekiz görevden şunları yapmaya vazifelendirilir. Sofrayı kurup kaldırma vazifesiyle “Somatçı”, canlara ve dergâha gelip gidenlere kahve yapma vazifesiyle “İçeri Meydancısı”, dergâhın kandillerini temizlemek ve yakmak vazifesiyle “İçeri Kandilcisi”, dedelerin ve matbahın kahvesini dövüp hazırlama vazifesiyle “Tahmisci”, canların yataklarını yapıp kaldırma vazifesiyle “Yatakçı”, dışarıdaki kandilleri uyandırmak (yakmak) vazifesiyle “Dışarı Kandilcisi”, bahçeyi ve etrafı süpürmek, temiz tutmak vazifesiyle “Süpürgeci”, matbahın şamdanlarına bakmak hizmetiyle “Çerağcı”, matbahtaki kapların, kalaylanması ve temiz tutulması nezareti hizmetiyle “Dolapçı”, bulaşıkları yıkamak ve yıkatmak hizmetiyle “Bulaşıkçı”, dergâhta luzum ettikçe şerbet hazırlama vazifesiyle “Şerbetçi”, tuvalet, şadırvan ve muslukların temizlenmesi vazifesiyle “Âbrizci”, dedelerin ve canların elbiselerini yıkamak ve yıkatmak vazifesiyle “Çamaşırcı”, hücrede bulunan dervîşlere Tarikatçi veyahut Aşçı dedelerin emirlerini bildirmek vazifesiyle “Dışarı Meydancısı”, matbaha yeni giren canlara yol göstermek ve onları yetiştirmek hizmetiyle “Halife Dede”, canların inzibatına bakarak onlara nasihat ve rehberlik vazifesiyle “Kazancı Dede”.
Ebced hesabıya “Rızâ” kelimesine denk gelen 1001 günlük çile hizmetini bu vazifelerle tamamlayan dervîş, Mevlevîlere has bir merasimle “Dede” unvanı alarak “hücrenişîn” olur ve kendisine dergâhta bir hücre tahsis edilir. Dilerse tekkede oturur, dilerse başka bir tekkeye gider. Bu tarz yetişen Mevlevî dedeleri arasından, tekkeden çıkıp bir işle meşgul olup evlenenler olduğu gibi, tekkede kalıp kabiliyetine göre dervîşlere ve muhiblere Mesnevîokumak, musiki dersleri vermek veya ayin meşkettirmek gibi hususlarda rehberlik edenlerde olur.
Yukarıda sıralanan tekkedeki on sekiz vazifeyi 1001 günlük çile müddetince yerine getirmeye çalışan dervîş, bir sabır ve rıza adamı olarak, kendisinden önce başkalarına hizmet etmeyi ibadet ve hayatının gayesi görür ve nefsini zaaf ve çıkarlarının esiri yapan benlik duygusundan arındırmaya gayret eder. İsm-i Celâl zikri, ezkâr ve evrâdını aksatmadan yerine getirerek manen de terakkisine devam eder ki bu terakki hayatı boyunca sürecektir. Meşhur Mevlevîlerden İsmâil Ankaravî (ö. 1631) Minhâcu’l-Fukara isimli eserinde bu manevi terakkinin mertebelerini ayrıntılı olarak izah etmiştir.
Mevlevî dergâhları ilk bakışta sadece dînî nitelikte merkezler, bir âyin ve ibadet mekanları gibi görünse de gerçekte; musiki, sema ve dergâh hizmetlerini birer vasıta kılarak bir sanat ve eğitim merkezi, bir moral sisteminin uygulama mekanı ve kendisine has özellikleriyle bir akademi niteliğindedir.
Bu dergâhlarda her şey en ince ayrıntılarına kadar belirli kurallara bağlıdır. Hiç kimsenin bu kuralları bozma ve kuralların dışına çıkma yetkisi yoktur. Görünmeyen bir otorite dergâhın bütün havasına sinmiştir. Sofrada kaşığın nasıl tutulacağından, suyun nasıl içileceğine, tennûrenin nasıl giyileceğinden, selamlaşma, emir alma, pabuç çıkarma, oturma, kalkmaya kadar, kısaca günlük hayatın bütün davranışları bu kuralların ışığı altında düzenlenir. Dergâhta terbiye gören dervîş, eğitiminin sonunda, Mevlevî üslûbunun topluma sunmaya çalıştığı insan tipinin özelliklerini ve mesajlarını taşır.
Bu insan her şeyden önce, toplum düzenine ve başka insanlara son derece saygılı, daima muhatabının nefsine tercih ederek, kendisini arka planda tutmasını bilen bir kişidir. Konuşması, yürüyüşü, hareketleri, gülüşü, yemek yiyişi ölçülüdür. Bu gün dilimizde eskisi kadar kullanılmayan ve daha çok Mevlânâ soyundan gelen zevâta unvan olan “Çelebi Efendi” terimi, Mevlevî terbiyesinden geçmiş bütün dervîşlerin bu sıfatı resmen kullanamasalar bile davranışlarına sıfat olmuştur.
Mevlevîlerin aldıkları manevî eğitim ve hayatları boyunca tabi olacakları Mevlevîlik yolu, davranışlarına aksettirdiği güzellikler kadar, günlük konuşmalarına da bir takım zarafet ve nezaket kelimeleri yerleştirmiştir. Agâh olmak, aşk-ı niyâz etmek, ganîsi olmak, gönül etmek, sır olmak, hak vere gibi kelimeler Mevlevî zarafetini yansıtan kelimelerden bazılarıdır. Yine onların dilinde, yakmak, söndürmek, kapatmak, gömmek gibi olumsuzluk ifade eden kelimelere yer yoktur. Onlar, ışığı yakmak yerine ışığı uyandırmak, ateşi söndürmek yerine ateşi dinlendirmek, gömmek yerine sırlamak, kapatmak yerine sır etmek demeyi daha zarif bulmuşlardır.
Her Mevlevî olayları daima hayra yormağa, hayır söylemeye ve hayır üzerinde olmaya adeta kendini mecbur tutar. Onlara göre, bütün yaratılmışların sorumluluğunu üzerinde taşıyan insan, hadiselere olumlu yaklaşırsa olumlu sonuçlar alır. Bu Hz. Peygamberin; “Ya hayır söyle, ya sus” hadisinin hayata geçirilmesidir. Bu sebeple Mevlevîlerin dilinde; “düşeceksin, hasta olacaksın, kaybedeceksin, pişman olacaksın” olumsuz ifadelerinin yerini “düşmeyesin, hasta olmayasın, kaybetmeyesin, pişman olmayasın” gibi olumlu ifadeler almıştır.
Mevlevîlerin davranışlarında ve lisanlarında ortaya çıkan bu incelik ve zarafet aynı zamanda, her Mevlevî’nin yine ruh inceliği sadedinde, şiir, hat, musiki, tezhip, minyatür, oymacılık, nakkaşlık, çiçekçilik, camcılık gibi bir meşgalesinin olmasını da mecbur kılmıştır. Osmanlı musiki, sanat ve edebiyatı üzerine yapılan araştırmalar bu neticeyi açıkça ortaya koymaktadır.
Mevlevî dergâhlarındaki eğitim yönteminin temel hedefi, her yönüyle huzurlu, kendi iç dünyasında barışı ve sükuneti temin etmiş ve bunu topluma yansıtabilme kabiliyeti kazanmış model insanlar yetiştirmektir. Bu da ancak sağlıklı bir beden, sakin bir ruh yapısı, sağlam bir sinir sistemiyle mümkündür. Bunu Mevlevîliğin ilim ve amele dayalı manevî eğitim sistemi ortaya koymuştur. Bu sistemin el kitabı Mevlânâ’nın en önemli eseri Mesnevî, arınma ve kendini bulma vasıtası da musiki ve semadır.
Dinle sözümü sâna direm özge edâdır
Dervîş olana lazım olan aşk-ı Hudâdır
Aşıkın nesi var ise mâşuka fedadır
Sema safâ cana şifa ruha gıdadır.
Bütün bu manevi eğitim gayretleri neticesinde varılacak noktayı Eflaki, Menâkıbu’l-Arifin adlı eserinde Mevlânâ’dan canlı bir anekdotla şöyle aktarıyor:
“Bir gün Mevlânâ hazretleri hamama gitmişti. Hamamın ortasında bağdaş kurup oturmuş, manalar saçıyordu. Arkadaşlar da heyecan saçıyordu. Birden bire ayağa kalktı ve; “Aramızda Mevlevî kimdir?” diye üç defa bağırdı. Bütün müridler susup hiçbir şey söylemediler. Mevlânâ; “Eğer bu hamama bir yabancı gelse ve hamamın soyunma yerinde müridlerin elbiselerini görse, derhal Mevlâna’nın dostlarının burada olduğunu anlar. Şimdi elbise ve sarıklarınız sizlerin muarrifleriniz (tarif eden yani sizlerin Mevlevi olduğunuzu gösteren) oluyor da sizler niçin ruhlar ve elbiselerinizin muarrifleri olmuyorsunuz? Sizin içlerinizin de ilâhî marifet ve hakikatle süslenmiş olması lazımdır. Çünkü “Allah sizin sûretlerinize bakmaz, kalbinize bakar” buyurulmuştur. Bu itibarla her bakımdan manevî bir Mevlevî olunuz buyurdu.”
Mevlânâ burada, Mevlevî’nin imanı ile ameli, inançları ile davranışları, şekli ile ruhu arasında tutarlılık olması gerektiğine işaret etmektedir ki, bir insanın bu uyumu ve tutarlı formasyonu kazanabilmesi için belirli bir eğitimden geçmesi gerekmektedir. Bu eğitimin mekanları Mevlânâ’dan sonra Mevlevi dergahları olmuştur.
* Bu Yazı KEŞKÜL DERGİSİ’nin 5.Sayısında yayınlanmıştır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Ahmet Eflakî, Menâkıbu’l-Ârifîn, (trc. Tahsin Yazıcı) MEB Yayınları, İstanbul 1989.
İsmail Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, (trc.Saadettin Ekici) İnsan Yıyınları, İstanbul 1996.
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâdan Sonra Mevlevilik, İnkılab ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1983.
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılab ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1963.
Hâmid Zübeyir (Koşar), “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi” Türk Yurdu Dergisi, C. V, sayı: XXVII, s. 280-286.
Nezihe Araz, “Bir Eğitim Yöntemi Olarak Mevlevilik”, Mevlânâ Güldestesi, Ankara 1974, s. 35-42.
Barihüda Tanrıkorur, “Bir Eğitim Mimarisi: Mevlevî Matbah-ı Şerifi”, I. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1987, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya 1988, s. 271-298.