Mesnevî’den İnsan Manzaraları
Prof. Dr. Cihan Okuyucu
İnsanlık Merdiveninin Hangi Basamağındayız:
Hümanizmdeki insanı bütün kusurlarıyla birlikte takdis etme anlayışının aksine Hz. Mevlânâ insanları ancak insanlık değerlerini temsil ölçüsünde değerli bulur. O, bu görüşünü şu meâldeki bir hadîs-i şerîfe bina eder: “Hak Teâlâ melekleri yarattı ve onları akılla mücehhez kıldı; hayvanları yarattı ve onlara da şehveti verdi. Sonra Ademoğullarını yarattı ve onlara hem akıl hem de şehvet yükledi. İnsanlardan kimin aklı şehvetine galip gelirse o melekten üstündür; kimin de şehveti aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır.” (N4/59). İnsanoğlu yaratılışındaki bu ikili yapıdan dolayı hem ulvî hem de süflî olana meyyaldir. İnsanlar bu meyillere bağlı olarak sonsuz bir çeşitlilik arz ederler. Öyle ki sanki bir ucu göklere ulaşan diğer ucu esfel-i sâfilînde olan uzun bir insanlık merdiveni var ve her birimiz kendi derecesine göre bu merdivenin bir basamağındayız. Bu farklılık dolayısıyla da her insan yekdiğerinin durumundan bîhaberdir:
Nerdübânhâyist pinhân der-cihân-Pâye pâye tâ inân-ı âsumân
Her gürührâ nerdübânî digerest-Her revişrâ âsumân-ı digerest
Her yekî ez-hâl-i diger bî-haber-Mülk-i bâ-pehnâ vü bî-pâyân u ser
İn der-ân hayrân ki o ez-çist hoş – V’ân der-în hîre ki hayret çisteş (N5/104)
(Bu cihanda göğe kadar basamak basamak yol bulan gizli merdivenler vardır. Her güruhun merdiveni başka ve her gidişin asumanı başkadır. İnsanların her biri yekdiğerinin hâlinden habersizdir. Çünkü burası geniş bir memleket, ucu bucağı olmayan bir yerdir. Onun hoşluğu nedir diye bu ona şaşırmada; o ise bunun şaşırmasına hayret etmededir.)
İkili Yapımız ve Yeğerimiz: Bizde canla ten; akılla şehvet, hâsılı ulvî olanlarla süflî olanlar bir araya gelmiş bulunuyor. Ulvî his ve hasletlerimiz kanat olup bizi yükseklere uçurmak istemekte, buna mukabil bedenimiz ait olduğu yer kabuğuna pençelerini geçirmekte ve ona dört elle sarılmaktadır:
Cân küşâyed sûy-ı bâlâ bâliha
Derzede ten der-zemîn çengâlha
(Can, yücelere kanat çırpmak istemede; ten ise zemine tırnaklarını geçirmiş.)
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlânâ’ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama mânâ cihetiyle o alemin en kıymetli unsurudur:
Pes be-sûret âlem-i asgar tûyî
Pes be-ma’nâ âlem-i ekber tûyî (N 4/22)
(Sen görünüşte bu alemde en küçük şeysin ama taşıdığın mânâ bakımından en büyük âlem sensin.)
Zira Yunus’un şu enfes mısralarında ifade edildiği gibi insan denmeye layık tarafımız mânâ tarafımızdır:
Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil
Âdem mânâya derler, suret ile kaş değil.
İnsanlık merdiveninin en alt basamağında bulunanla en üstünde bulunanı sırf isimleri insan olduğu ve bedenen benzeştikleri için bir tutmak kabil mi? Tabiî ki, hayır. Şayet böyle olsaydı Hz. Peygam- ber‘le Ebu Cehil’i bir tutmak icap ederdi:
Ger be sûret demî insân bûdî
Ahmed ü Bû Cehl heme yeksân bûdî
(Eğer insan görünüşüyle insan olsaydı, Ahmed (Hz. Peygamberle) Ebu Cehil -haşa- bir olurdu.)
Hz. Mevlânâ da bedenin canla ilişkisi ve bunların değer bakımından mukayesesi hakkında şunları söylüyor: “Beden canla gelişir, günden güne büyür; fakat can gitti mi bedene bir bak; ne hale gelir? Bedeninin ancak bir iki arşın boyu vardır; fakat canın, ta göklere ağar, gökleri dolaşır. Can düşünmeye başladı mı a yüce kişi, Bağdat’a, Semerkant’a dek yol, yarım adımdan ibarettir. Can, bedenin sakalına, bıyığına aldırmaz; fakat beden, can olmadıkça bir leştir, aşağılık bir şeydir. Bu beden, hayvanî canın iş-güç görmesine bir izinnamedir; sen daha ileriye git de insanî canı gör. Sonra da geç, dedikoduyu bırak da ta Cebrail’in can denizinin kıyısına var.” Demek ki, insanın değeri ondaki can ışığından, taşıdığı ilahî nefhadan gelmektedir. Bu fikirler edebiyatımızda bir çok şair tarafından dile getirilmiştir. Mevlânâ’nın edebiyatımızdaki en parlak temsilcisi Şeyh Galib, aşağıdaki mısralarıyla üstadına ne güzel tercüman oluyor:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefha-i Cibril ile tev’emsin sen
Sırr-ı Haksın mesel-i Îsî- i Meryem’sin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir maden-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Mârifet sende Hüner sende hakîkât sende
Arş u kürsiyy ü melek sendedir elbet sende
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
İkili Yapımızla İlgili Benzetmeler:
Binit ve Binici: İnsanın sözkonusu ikili yapısı Mesnevî’de bir çok benzetmeye konu olur. Sözgelimi Hz. Mevlânâ’ya göre ruh ve beden ilişkisi eşek ve onun sahibinin durumuna benzer. Bu ikilide asıl olan eşeğin sahibidir, eşek değil. Eşek, sahibine hizmetle yükümlüdür ve değeri de ona hizmetiyle orantılıdır. Ama durum tersine döner de hizmet eden ve edilen yer değiştirirse; yani, eşek biniciye uyacağına, binici eşeğine uyarsa ne olur.? Bu sefer eşeğin sahibi eşek derecesine düşer; hatta aklını kullanamadığı için ondan da aşağılık olur. Binicinin bilmesi gereken ilk husus kendi istekleriyle eşeğin isteklerinin farklı olmasıdır. Bu yüzden o daima tetikte durmalı, eşeğini kontrol altında tutmalıdır :
“Gel eşeği serbest bırakma. Zira o yeşillik tarafına meyleder. Bir an ondan gaflet edersen, önüne ardına bakmadan fersahlarca uzaklaşır. Yolda düşman var. Eşekse otun sarhoşu. Düşman, nice eşeğe kul olanları mahvetmiştir.” (Nl/117) “Madem ki istekleri temelden farklı o hâlde sendeki akıl ve bedenin ilişkisi iki rakibin ilişkisidir. Hangi tarafının gelişmesini istiyorsan mecburen öbür tarafını zayıflatmalısın:.” Akıl galip olursa nefsin zayıflar, zira ağır biniciden eşek hâlsiz düşer. Ey eşek! değerli, senin aklının zayıflığından bu hakir eşek ejderha oldu.” (N2/67)
Hz. Mevlânâ başka bir yerde bedeni bu sefer ata, ruhu da padişaha benzetir. Atın da gözü var, şahın da.. Ama iyi bir at kendi gözüyle değil sahibinin gözüyle görür ve onun gitmek istediği yere gider. O hâlde bu baş gözümüz de bir at gibi kendisini yönlendiren basiret gözüne itaat etmelidir: “Süvarisiz at bir iş yapamaz. Atın gözüne yol gösteren şahın gözüdür. Şahın gözü olmadan atın gözünün bir değeri olamaz. Atların gözü otlağı bilir, nereye gitseler gözleri o taraftadır. His nuruna Hak nuru binse can, ihtiyarsız Hak yoluna meyleder. Binicisiz at yolda gitmesini bilmez ancak şah binince anayola yönelir.”(N 2/47 )
Sürekli birbirinin yolunu vuran, birbirine çelme atan beden ve ruhun; akılla nefsin durumunu Mevlânâ, Mecnun’la devesinin haline benzetiyor:
“Mecnun devesine binmiş Leyla’ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Onun gözü Leyla tarafınaydı ama devesinin gözü arkada bıraktığı yavrusundaydı. Mecnun bir an uykuya dalsa deve yuların gevşemesinden durumu anlar hemen gerisin geri dönüp yavrusu tarafına kaçardı. Bir müddet böylece yol aldıktan sonra hâlâ aynı yerde dolanıp durduklarını gören Mecnun bir ah etti ve dedi ki: “Ey deve! ikimiz de âşığız ama âşık olduğumuz şeyler farklı. Vuslata giden yol iki günlüktür ama senin yüzünden 60 yıl tuzağa yakalanmış yollarda kaldım.” (N4/60)
Asılları bakımından bedenimiz tavuk, canımız kaza benzer: Göklerden gelenle topraktan gelenin kendisinde buluştuğu insan, terkibindeki her iki unsur tarafından farklı yönlere çekilir durur. Mevlânâ insanın bu çekilişini de şu benzetmeyle açıklıyor: “Sen tavuğun kanadı altında yumurtadan çıkmış kaz gibisin. Dadın tavuk, aslınsa kaz. Gönlünün denize meyli aslının kaz oluşundan. Karaya meylin ise dadından. O halde o kötü dadını terk et.” ( N2/137)
Bedenimizin güzelliği ve değeri de candan gelir: Aşağıdaki beyitlerde insan, beden bakımından keseye; can bakımından ise paraya benzetilmektedir. Tabiatıyla kesenin değeri içindeki paranın değeri kadardır:
Kıymet-i hemyân ü kîse ez-zerest
Bî-zer ân hemyân u kîse ebterest
Hemçünân ki kadr-i ten ez-cân bûd
Kadr-i cân ez-pertev-i cânân bûd
(Kesenin değeri içindeki altındandır. Altın yoksa kese ve cüzdan ebterdir. Bunun gibi tenin kıymeti de candan gelir. Canın değeri ise Sevgili’nin onda yansıyan ışığından)
Gençlikte bedenin tazeliği ve güzelliği canın eseridir. Mevlânâ bununla ilgili şu benzetmeleri yapıyor:”Demir, kıpkırmızı oldu ama gerçekte kıpkırmızı değil; o parlaklık bir ocağın verdiği iğreti bir ışıktandır. Pencere, yahut ev aydınlanırsa, aydın sanma; güneşin verdiği aydınlıktır o; bunu bil. Her kapı, her duvar: “Aydınım ben.” diyebilir. Güneş de der ki:” A olgunlaşmamış, ben bir batayım da senin ne olduğun ortaya çıksın. Yeşillikler: “Biz kendiliğimizden yeşerdik.” sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz.” derler. Yaz mevsimi de der ki:” A toplumlar, ben geçip gidince görürsünüz kendinizi.” Beden de güzelliğiyle, alımlılığıyla nazlandıkça nazlanır. Can da bedene der ki:”A çöplük, sen kimsin ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın. Nazından, işvenden dünyaya sığmıyorsun; hele bekle, senden bir çıkayım da gör halini. ”
Ten-can ilişkisini ahlakî alana taşıdığımızda da şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün. İnsan için iki tür güzellik söz konusudur: Ten güzelliği, can güzelliği. Bizim bunlardan ilkini seçme şansımız yok, ama canımızı olgunlaştırmak, ahlâkımızı güzelleştirmek kendi elimizde. Ne var ki, ahmağın aklı gözündedir ve daha ziyade ten güzelliğine aldanır. Mevlânâ iç ve dış güzelliğin arasındaki değer farkını testi ve su, sadef ve inci karşılaştırmalarıyla açıklıyor: “Ne zamana kadar testinin süsüyle oyalanacaksın. Testinin süsünden geç de suyu ara. Her sadefin içinde inci bulunmaz. A canım! Sen de sadefe değil içindeki inciye bak, şekle aldanma.” (N2/38) Şimdi de insanda can ve huy güzelliğinin ten güzelliğinden daha önemli oluşuyla ilgili olarak Mesnevî’den seçtiğimiz hikâyemizi verelim:
Yüz çirkini, can çirkini: Bir kralın iki kölesi vardı. Biri çirkin fakat güzel huylu; diğeri ise sîmâca güzel fakat huyca çirkindi. Sultan, güzel olanını bir işe gönderdi ve diğerine dedi ki:
– Ben seni akıllı biri olarak görüyorum, fakat şu arkadaşın var ya ! Senin için söylemediğini bırakmadı: “Hırsızdır, hayasızdır.” diye koğuculuk yaptı.
Böylece şah izzet-i nefsine dokunacak böyle sözlerle köleyi konuşturmak istedi. Fakat köle ona umulmadık bir cevap verdi:
– Ah, ah! Bende bu söylenen kötü huylardan çok daha fazlası var. Demek ki arkadaşım iyiliğinden pek azını söylemiş.
Sultan:
– Sen de onun kusurlarını söyle ki sözlerine inanayım.
deyince köle:
– Onun en büyük kusuru muhabbet, vefa ve insanlıktır. Bir ayıbı fedakârlık, öbürü tevazudur.
dedi. Sultan:
– Anlıyorum ki, sen aslında onu över gibi yapıp kendini övüyorsun. Diye kölenin hassas bir teline dokundu. Ancak köle bunu şiddetle reddetti ve samîmî olduğuna yeminler etti. Sultan daha sonra onu bir işe gönderip diğer köleyi çağırdı ve ona da:
-Şu siyahî köle senin hakkında pek kötü şeyler söyledi; halbuki ben sende onları göremiyorum. Aksine seni zeki ve becerikli buluyorum, deyince köle öfkeden köpürüp taştı ve arkadaşı hakkında söylenmedik kötü laf bırakmadı. Bunun üzerine sultan onu huzurundan kovdu ve dedi ki:
-Ey canı kokmuş kişi! Onun yüzü çirkin ama içi pâk; seninse yüzün güzel ama için çürümüş, leş olmuş. Defol, benden uzaklaş.
-II-
Der-neyâbed hâl-i puhte hiç ham
Pes sühân kutâh bayed vesselâm
(Ham adam olgunun halinden ne anlasın.
O halde sözü uzatma. vesselâm!)
İnsanlık Mertebeleri ve Özellikleri
Hz. Mevlânâ kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç mertebesini üç kelimeyle özetler: Hamdım, piştim, yandım. Tenine kul olan insan biyolojik insandır, hamdır ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine galebesi oranında basamak basamak yükselir. Mevlânâ farklı olgunluk seviyelerdeki insanların durumlarını çeşitli benzetmelerle anlatmaktadır. Biz de şimdi bunlardan bazılarına yer verelim:
Ham adam kandile; olgun adam ise güneşe benzer: İnsanın bedeni kandile canı ise ışığa benzer. Beden kandili maddî gıdalarla beslenir ve kişiye göre değişmez. Ama can ışığı bakımından insandan insana büyük farklar vardır. Bu fark sadece kendi evini aydınlatan kandil ışığıyla bütün evleri aydınlatan güneş ya da ayın farkı gibidir:
Bu ten de kandil gibi, ışığı da can. Kandile fitil ve yağ lazım. Altı his kandilin fitili, uyku ve yemekse yağı. Ama bu kandilin ışığı iğretidir. Hayvanî ruha ait her şey ölümle söner. Ama senin kandilin sönse de komşununki devam eder. Çünkü her insanın kandili ancak kendi evini aydınlatır. Buna mukabil peygamberlerin ve mürşitlerin ışığı ay ve güneş gibi halka umumî bir rahmettir. Güneş doğunca kandilin hükmü kalmaz. Demek ki, peygamberlerin nuru güneş bizimki ise kandil ve is hükmündedir, bunların biri söner öbürü parlar durur. Gece ay doğunca ışığı her cama vurur, o bir nurdan olduğu için ay kaybolunca bütün evler kararır. Güneş ışığı da bütün evlere misafir olur. Böyle olan can güneşi de batınca bütün ruhların nuru kaybolur; (N4/18) Küçük bir üfürük bile kandili söndürebilir, ama rüzgârdan, boradan aya ve güneşe ne gam.
Ham meyve, olgun meyve: Meyvenin hamı ve olgunu olduğu gibi insanın da hamı ve olgunu vardır. Ham insanın temel özelliği yüzünün tamamen dünyaya dönük olması, dalına sımsıkı yapışan ham meyve gibi dört elle dünyaya yapışmasıdır. Olgun insanın yüzü ise ahirete müteveccihdir:
“Ham meyve dalına sıkıca yapışır. Olgunlaşıp tatlılaşınca da dalda duramaz, düşer. Dünyaya sımsıkı sarılmak hamlıktır, olgunlar daha hayırlı olanla ağızları tatlılaştığı için dünyaya soğumuştur.” (N2/49). “Meyvelerle ilgili diğer bir özellik de onların iç bakımından olgunlaştıkça kabuk olarak incelmeleridir. Tıpkı; ceviz, fıstık ve bademin iç bakımından olgunlaştıkça kabuk bakımından incelmesi gibi.” (N2/53)
Biri dünyaya hâkim, öbürü mahkumdur. Dünyevî nimetlerden istifâde bakımından çok zaman ham insanla olgun insanın farkı yoktur. Asıl fark onların iç manzaralarında, dünyaya karşı iç tutumlarındadır. Mevlânâ bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor:
“Hz. Peygamber’le Ebu Cehil puthaneye gitseler, gidişleri bir mi? Putlar Ahmed’e secde ederken, Ebu Cehil putlara secde eder.” (N4/33) Kâfir de peygamber de aynı dünyayı paylaşmakla birlikte dünyaya karşı tutumları bambaşkadır. Nitekim Ebu Cehil putlara secde ederken, Hz. Peygamber’in adı anıldığında bütün putlar o isme secde etmişlerdir.” (N4/40-42)
Biri misk biri tezek: Müminle kâfirin farkı adeta miskle tezek farkı gibidir. Mümin görünüşte mağlup olsa bile gerçekte galiptir. Zira o mağlubiyetin sonunda bir güzellik -cennet ve cemal- vardır. Misk ve anber parçalanınca can bahşeden bir koku hasıl olur; oysa tezeğin parçalanmasından meydana gelen koku canlara eziyettir.. (N2/172)
Ham ve olgun aklın iki kaynağı: Beslendiği kaynağa göre iki tür akıl vardır. Bunlardan biri kesbî akıldır ki, onu sonradan kazanırız. Bu akıl, çocukken okulda kitaptan ve hocadan duyduklarımızla, hayat boyunca edindiğimiz tecrübelerle kazandığımız akıldır. Mevlânâ’ya göre öğrendikçe bu aklın artar ama buna mukabil hıfzın ağırlaşır ve böylece bir ezberleme levhası olursun. Bu tür akıl avamın aklıdır. İkinci akıl ise Hakk’ın ihsanıdır ve kaynağı candadır. Böyle akıl sahiplerinin dışarıdaki kaynağı kesilse de gam değil, zira evin içindeki kaynakları coşmadadır. (N3/76)
Üç akıl ışığı ve üç görme derecesi: Hz. Mevlânâ akıl ışığının derecelerine göre insanları üç guruba ayırıyor. Tam akıllının alâmeti kendi gönül şulesidir. O kendisine uymuş ve ışığıyla bir kafileye rehber olmuştur. Bu akıl, içinde şüpheye yer olmayan kâmil müminin aklıdır. Kendi ışığı olmayan yarım akıllı ise başkasına uyacak kadar basiret gösteren ve onun gözünü göz edinendir. Böylesi kendi görmese bile başkasının görüşünden faydalanmasını bilmiştir. Üçüncü guruptakiler ise tam körlerdir ki, bunların ne zerre kadar aklı vardır ne de aklı olana uymuşlardır. Bu yüzden zifiri karanlık içindedirler. Uzun sahralardan topallayarak geçmeye çalışır, beyhude dolaşır dururlar. (N3/84) Bunların nasibi- Nahifi Efendi’nin manzum ifadesiyle- yorgunluktan ibarettir:
Cân-ı a’mâ vaz ider her su kadem
Mesleği bî-âkıbettir dembedem (N3/85)
Gören kişinin kuyuya düşmesi tesadüfen mümkündür ve nadirdir. Buna karşılık her an sürçmek ve düşmek körün hayatının bir parçasıdır. O, bir pisliğe düşse kokunun kendisinden mi başkasından mı geldiğini bilemez. Bir kimse ona misk sürse bunun da başkasından olduğunu fark edemez, kendinden sanır. O hâlde bu iki göz, insan için yüzlerce ana babadan daha iyidir. Tıpkı bunun gibi manen kör olanlar da basiret sahibi müminlere nazaran bir nevi kör hükmündedirler. (N4/15)
Hastalar ve doktorlar: İnsanlar beden sağlığı ile ilgili olarak hastalar ve doktorlar diye iki sınıfa ayrılırlar. Hz. Mevlânâ’ya göre aynı ayırım ruh sağlığı için de söz konusudur.
Böylece iki tip doktorluk söz konusu oluyor; beden doktorluğu ve ruh doktorluğu. Şimdi bu iki tip doktorun birbiri karşısındaki durumunu Mesnevî beyitlerinden takip edelim:
Mâ tabîbânim ü şâkirdân-ı Hak
Bahr-ı kulzüm did mâra fenfâlâk
Ân tabîbân-ı gıdâend ü sımâr
Cân-ı hayvânî bedişân üstüvâr
Ân tabîbânrâ bûved bevli delîl
İn delîl-i mâ bûved vahy-i celîl
Dest-i müzde mi-nehâhim ez-kesî
Dest-i müzd-i mâ resed ez-Hak besî
Hin sâlâ bîmârî-i nâ-surra –
Dârû-yı mâ yek-be-yek rencurra
(Biz ilmini Hak’tan almış olan tabipleriz. Bu yüzden Kızıldeniz bile bizi gördü de ikiye yarıldı (Cerrahlar ameliyatla bedeni açarlar, bizim önümüzdeyse —Hz-Musa’nın önünde olduğu gibi- kanlı bir organa benzeyen koca Kızıldeniz açılmakta.)/ Onlar meyve ve gıda doktorlarıdır; yani yiyeceklerle ilgili olan rahatsızlıkları bilirler ve ancak hayvanî ruhu tedavi edebilirler. / O doktorlar hastalığı anlamak için idrara bakmak zorundadırlar. Bize ise Hakk’ın gönüle tecelli eden ilmi yol gösterir (Beden tabipleri senin hastalığını senden iyi bilirler. Sen anlayamazken idrarından, kanından, yüz renginden hangi hastalığının olduğunu anlarlar. O hâlde Hak tabipleri nasıl senin hâlini anlamaz, yüz rengine, gözüne , nabzına bakar da yüzlerce hastalık görmez. Üstelik onlar idrar gibi alâmete de muhtaç değiller.) /Biz beden doktorları gibi kimseden bir tedavi ücreti de talep etmeyiz. Hak katından bize yeterince ücret verilmektedir. / O hâlde gelin, ey bîçâre hastalar gelin. Bütün hastalıklarınızın devası bizim yanımızdadır.) (N3/70)
Eğitenler/eğitilenler : Madem ki insanlar arasında gerek bilgi ve gerekse ahlakî seviye bakımından sonsuz bir çeşitlilik ve farklılık söz konusudur, bunun tabiî sonucu olarak bazı insanların öğretmen, diğer bazılarının da öğrenci konumunda bulunması kaçınılmazdır. Ama her öğretmenin üzerinde de başka öğretmenler, başka kılavuzlar olacaktır. İnsanlığın en büyük öğretmenleri ise peygamberlerdir. Çünkü peygamberlerin hocası bizzat Cenab-ı Hak’tır. Bu sebeple onların bilgileri kâmil bilgilerdir ve kurtuluş da onların gösterdiği istikamettedir. Nitekim Hz. Peygamber: “Ben ve ashabım Nuh’un (a.s.) gemisi gibiyiz, biz kurtuluşun sığınağıyız.” buyurmuştur. (N4/22) Ne var ki eğitilenler eğitilmekten çok zaman hoşnut değildirler ve eğiticilerin tavsiyelerini külfet ve eziyet olarak kabul ederler. Hz. Mevlânâ bununla ilgili olarak şu hadiseyi naklediyor:
Zorla cennete götürülenler: “Bir keresinde Hz. Peygamber zincirlenmiş olarak çekilip götürülen esirlere bakıp gülümsemiş ve şöyle demişti : “Şaşarım şu esirlere ki onları cennete zincirlerle sürükleyerek götürüyorlar. Kendilerini bekleyen saadetten gafil olan esirlerse feryat ediyor ve: ‘Bu dertler nereden başımıza geldi?’ diye sızlanıyorlardı. Esirlerden biri Hz. Peygamber’in gülmesini görünce içinden: ‘Şayet bu adam peygamberse niçin bizim bu hâlimize güldü ve zaferinden dolayı gururlandı.’ ” diye geçirdi. Hz. Peygamber bunu hissetti ve ona şöyle dedi: ‘Sanmayın ki gülüşüm, sizin zincirlenmenize. Ben, sizin ateşten gül bahçelerine zorla ve zincirle çekilerek götürülüşünüze güldüm.’ Hz. Mevlânâ daha sonra bu hadiseye şu fikirlerini de ekliyor: “Bu yolun gönüllü yolcuları ancak velilerdir; diğerleri taklit yoluyla ya da zorla çeke çeke götürülürler. Bu götürülüş çocukların zorla mektebe götürülmesine benzer. Ama çocuk faydasını anlamaya başlayınca artık mektebe kendi başına seve seve gitmeye başlar. İşte amelî korkuya veya bir menfaate bağlı olanlar taklit defterine yazılanlardır. Gerçek âşıklar ise bütün başka kaygılardan sıyrılmış olarak Hakk’ı Hak için severler. Fakat ister öyle ister böyle olsun sonuçta her ikisi de iyidir ve kendisine cezbeden yine Cenab-ı Hak’tır.” (N3/171)
Yukarıda eğitmek durumunda olan insanların her zaman takdir görmediklerini ve çok zaman yanlış anlaşıldıklarını söylemiştik. Şimdi de Hz. Mevlânâ’nın bu meâldeki bir hikâyesine yer verelim:
Yılan Yutan Adamın Hikâyesi: “At üzerinde giden bir emir, yolu üzerindeki ağacın altında uyuyan bir adamın ağzına yılan girdiğini gördü. Yılanı engellemek için koştu ama yetişemedi. Hemen adama birkaç topuz vurup uyandırdı. Adam can acısıyla uyanıp karşısında eli gürzlü yolcuyu görünce korkusundan bir elma ağacının altına sığındı. Ağacın altı çürük elma doluydu. Emir: ‘Bunları ye.’ diye zorladı ve ona kusuncaya kadar yedirdi. Beriki: ‘Benim ne suçum var ki bu zulmü reva görüyorsun?’ diye ağlayıp sızlanıyordu. Atlı ise bu sızlanmalara aldırmadan onu korkutup koşturmaya başladı. Adam ayakları yara içinde düşe kalka akşama kadar koştu, bitkin düştü. Nihayet midesi kabardı ve köpürüp kusmaya başladı, içinde ne varsa çıkardı. Çıkardıkları arasında o simsiyah yılanı görünce dehşete kapıldı. Atlının kendisini niye bu kadar yorduğunu ancak o zaman anladı ve ayaklarına kapanarak dedi ki: ‘Ben seni düşmanım sanıyordum, meğer benim için Cebrail gibiymişsin. Sana rastlamam benim için ne büyük rahmet ve ne büyük devletmiş. Hayret ki sen anne gibi ardımdan koşarken ben eşek gibi önünden kaçmadaymışım. Ama niye bana durumu ta işin başında anlatmadın; ta ki sana öyle sûizanda bulunmayaydım, Atlı dedi ki: ‘Eğer sana yuttuğun şeyi söyleseydim korkudan ödün patlardı ve zehirden önce korku seni öldürürdü. Tıpkı kedi pençesindeki fare, yahut kurt gören kuzu gibi şaşırır kalırdın, tedbire güç bulamazdın.’ Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Sizde gizli olan düşmanı söylesem yiğitlerin ödü patlar aklı mahvolur.” (N.2/68)
Her insan tabiatıyla kötü huylarından arınmak, olgunlaşmak ve yükselmek ister. Ne var ki insanların çoğu bu isteğin gerçekleşmesi için gerekli sabrı gösteremez. Şimdi de bununla ilgili olarak seçtiğimiz hikâyeyi nakledelim:
Aslan Dövmesi Yaptırmak İsteyen Canı Tatlı Adamın Hikâyesi:
Günümüzde gençler arasında yaygın olan dövme âdetinin kökleri epey gerilere kadar gidiyor. Mevlânâ’nın anlattığına göre bir zamanlar Kazvin şehrinde de bu âdet bir hayli yaygınmış. Bundan sonrasını artık Mesnevi’den özetleyelim:
“Kazvinli’nin biri bir tellağa gitti ve omzuna bir dövme yaptırmak istediğini söyledi. Beriki sordu:
-Ne resmi yapmamı istersin?
-Benim burcum aslan. Aslan burcu kutludur, ondan isterim.
Tellak eline iğnesini alıp deriyi delmeye başlayınca adamın canı yandı ve :
-Aman, iğnenin acısı beni öldürdü. Resmin neresinden başladın? diye sordu:
-Kuyruğundan.
-Kuyruğu olmayıversin, başka yerine geç.
Dövmeci resmin başka bir yerini yapmaya başladı ama bir iki iğne yiyen beriki yine feryat etti:
-Eyvah canım gitti. Bu hangi uzvu?
-Kulağı
-Aslanın kulağı olmasa da olur, onu da geç.
Tellağın canı sıkıldı ama ne çare. Bir ‘lâ-havle!’ çekip hayvanın başka bir yerine girişti. Canı tatlı adam onu yine durdurdu:
-Yahu canım çıktı, şimdi yaptığın neresi?
-Aslanın karnı.
-Aman aman, varsın aslanın karnı da olmayıversin, başka yerine geç.
Artık dayanamayan usta öfkeyle iğnesini yere çaldı ve :
-Kim bu dünyada kuyruksuz, kulaksız ve karınsız bir aslan görmüştür. Cenab-ı Hak böyle bir şey yaratmadı. Madem ki canın bu kadar kıymetli niye aslan dövmesi yaptırmaya heveslenirsin.
Ey kardeş, iğnenin acısına sabret ki nefis kâfirinin iğnesini kırasın.” (N 1/118)
Anlaşılacağı üzere aslan burada elde edilmek istenen şeylerin sembolüdür. Hepimiz bu dünyada bir çok şey istiyoruz. Başarılı olmak, mutlu olmak, zengin olmak, beğenilmek vs. Ama nasıl satın aldığımız her şeyin bir bedeli varsa; insan olmanın, aslan olmanın da bir faturası var. O faturayı ödemeden hedefe ulaşmak isteyen kişi, canı tatlı dövme heveskârına benzemez mi? Elhak benzer.
Adalet nedir? Peki ama nefse eziyet adaletsizlik değil mi? Şimdi de Mevlânâ’nın bu konudaki fikirlerine yer verelim: “Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, yerinden başka bir yere koymak. Kendine gel de o kötü dalı kes, buda; şu güzel dala su ver de yeşert. Şimdi ikisi de yeşildir ama sonuna bak; bu yok olur gider; ondansa meyve biter. Bahçenin suyu buna helâldir, ona haram; aradaki ayrılığı sonunda görürsün vesselâm. Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, su emen her kökü sulamak değil.”
III
Her kesî k’ûdûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzigâr-ı vasl-ı hîş
(Aslından uzak düşen kimse yeniden kavuşacağı vakitleri özler durur)
Yüce Erlerin Dünya Gürbetindeki Hâli
Gafiller bu dünya ahırında mutludurlar. Oysa asıl vatanın hasreti içindeki yüce ruh sahiplerinin gözleri daima ötelerdedir. Hz. Mevlânâ bu iki gurubun durumunu şu nefis hikâyeyle özetliyor:
Eşek Ahırına Düşen Bîçâre Âhû:
“Avcının bir bir âhû yakaladı ve onu götürüp ahıra kapattı.
Ahır öküz ve eşeklerle doluydu. İçerdeki pis kokudan zavallı âhûnun başı döndü, kurtulmak için sağa sola koştu ama bir çıkış bulamadı. Ahır sahibi akşam gelip hayvanların önüne saman döktü. Öküz ve eşeklere bu saman şeker gibi geliyordu ama zavallı âhû samanı nasıl yesin?
Bîçâre âhû nice gün o ahırda çile çekti, karaya vuran balık gibi çırpındı durdu. Ahır hayvanları onun bu hâliyle eğleniyor ve: ‘Vah,vah, senin gibi saraylara layık bir padişah nasıl buraya düşmüş.’ diyorlardı. Âhû kendisini saman yemeye davet eden ve yememesini kibrinden zanneden eşeğe şöyle dedi:
-Bu saman sana uygun bir yiyecek ama bana uygun değil. Ben çayırlıklarda taze otlar yiyerek tatlı sulardan içerek büyüdüm. Ben kendi yurdumda lâle, sümbül ve reyhanı bile binlerce nazla yerdim. Gerçi şimdi o yerlerden uzak düştüm ama o özelliğim bende hâlâ bâki. Fakirim ama gözüm fakir değil, elbisem eski ama ben yeniyim.” Eşek bu sözlere inanmadı ve: ‘Gurbet garibe böyle saçma şeyler söyletir, bunlara inanmak için delil lazımdır.’ deyince ahu dedi ki:’ ‘Göbeğimdeki şu misk söylediklerimin doğruluğuna şahittir.’ (N5/34) Demek oluyor ki olgun insanların dünyadaki hali tıpkı eşek ahırına düşmüş ahunun hâli gibidir. Ama onların değeri Hak katındadır. Zira onlar Hakk’a hediye olarak kendi temiz gönüllerini götürürler.
Şimdi de Hz. Mevlânâ’nın bununla ilgili olarak anlattığı hikâyeyi ve hikâyeyle bağlantılı sözlerini özetleyelim:
Ebubekir ve Rafizîler: “Muhammed Harzemşah, Sebzevar şehrini kuşatmış amansızca sıkıştırıyordu. Sonunda bunalan halk aman diledi ve bağışlanma karşılığında haraç teklif ettiler. Şehir Rafizî idi. Padişah: ‘Başka şey kabul etmem, bana bu şehirden bir Ebubekir bulup getirirseniz sizi bağışlarım, yoksa hepinizi ekin gibi biçerim.’ dedi. Onlar bir çuval altın getirdiler ve: ‘Bunu kabul et. Nasıl ırmak içinde kuru toprak bulunmazsa bu şehirde de Ebubekir bulunmaz.’ dediler. Sultan ise: “Benim çocuklar, gibi altına gümüşe aldanacağımı sanmayın, çabuk bana bir Ebubekir bulun, yoksa haliniz harap.’ dedi. Sebzevarlılar köşe bucak araştırdılar ve üç gün üç gece sonunda bir virânede hasta ve zayıf bir Ebubekir bulabildiler. Hemen ona:’Aman ne olur; hemen kalk, padişah seni bekliyor, gel de bizi bu katliamdan kurtar.’ dediler. O ise : ‘Eğer yürümeye dermanım olaydı ben bir an bile bu düşman şehirde durmaz çoktan çıkar giderdim.’ dedi. Rafızîler bin bir ricayla onu razı ettiler ve bir tabut bulup içine yatırarak başları üzerinde sultana götürdüler. İşte bu dünya da Sebzevar şehri gibidir, Hak erleri onda sıkıntı içindedir. Cenab-ı Hak ise o sultan gibi bu kavimden temiz bir er diler, altın veya suret değil. Sen huzura yüzlerce çuval altın da getirsen Cenab-ı Hak senden ancak kalb-i selîm bekler. Sen: ‘İşte bende gönül var.’ dersen o da der ki: Bende öyle gönül çok. Sen günlerce Sebzevar’ı dolaşsan da işe yarar bir gönül bulamazsın. Sonunda pejmürde bir gönlü tabuta koyup götürürsün.’ O zaman sana şöyle denir: ‘Burası mezarlık değil ki, böyle ölü bir gönül getirdin. Var, yürü Sebzevarlı’nın kendisinden aman bulduğu bir gönül getir.’” (N5/35)
IV
İsmini Hak Etmek
Günümüze kadar gelen eski bir Türk geleneği vardır: Göbek adı verme. Ta Oğuz Kağan destanından Dede Korkut hikayelerine kadar sık sık karşımıza çıkan bu âdete göre çocuğa önce basit bir göbek adı, geçici bir isim verilirdi. Çocuk büyüyünce yaptığı işe ve başarısına göre hakederek yeni ve gerçek bir isim kazanırdı. Oğuz’un karlı dağa kaçan atını tutup getiren kişiye üstü başı kara bulandığı için Karluk denmesi, yahut bir seferde kazanılan bol ganimeti taşımada kolaylık sağlamak üzere tekerli bir araç-kağnı- icat eden kişiye, âletin çıkardığı sese izafeten Kanglı adı verilmesi, keza Dede Korkut’ta boğayı alt eden delikanlıya Boğaç adının uygun görülmesi bu tür örneklerdendir. Bugün biz de daha çocuk doğmadan ismi için günlerce düşünüyor, kendimizce en güzel bir isim bulmaya çalışıyoruz. Esasen evladın baba üzerindeki haklarından birinin de güzel bir isim olduğu malum. Haklı olarak hiç kimse kötü bir isimle anılmak istemez. Peki ama -yukarıdaki örneklerde olduğu gibi- taşıdığımız bu isimleri ne kadar hakediyoruz. Bir çoğumuzun adı peygamberlerden yahut büyük velilerden alınmış. İsmimiz onlara benziyor ama ya müsemmamız? Eğer taşıdığımız ismi hak edebilecek işler yapabilmişsek ne mutlu bize. Yoksa ismimizle işimiz arasında bir çelişki olacaktır. Hz. Mevlânâ da aynı hususa parmak basıyor: “Yeni doğan çocuğa gazi ya da hacı gibi isimler verirler. Daha onun gazi veya hacı olduğu yok. Sahibinde bu sıfatlar yoksa o gerçek olmaz.” Gerçek ismimiz ise bu dünya pazarından ahiret evine döndüğümüzde yaptığımız işe göre Cenab-ı Hakk’ın vereceği isimdir. Onun için Hz. Mevlânâ şöyle der: “Tanrı, insana sonuna göre bir ad takar; halkın taktığı iğreti ad gibi değildir o.” Demek ki oradaki ismimiz hak ettiğimiz bir isim olacak. Ne mutlu dünyadaki ismini ahirette de hak edenlere… Şimdi de ismini hak edip etmemeyle ilgili olarak Mesnevi’de yer alan hikâyelerden birini aktaralım:
İkisinin de Adı Hasan ama.: “Şairin biri bir padişahı methetti. Sultan, devrin caize adetine uygun olarak ona bin altınla mukabelede bulundu. Ancak iyi huylu vezir araya girdi ve evvelki sultanların ihsanlarını anarak rakamı 10 bin altına çıkardı. Şair önceden ihsan edilen miktarın arttırılma sebebini sordu ve o vezirin adını öğrendi. Vezirin adı Hasan’dı. Bir kaç yıl sonra parayı tüketen şair yeni bir kasideyle tekrar huzura geldi ve yeni bir şiir sundu. Saraydaki değişikliklerden haberi olmayan şair evvelkine benzer bir ihsan ummaktaydı. Sultan, âdeti üzere bin altın verilmesini emredince yeni vezir araya girdi ve bunun azaltılmasını talep etti. Saray erkânı evvelki ihsanı hatırlatarak daha az bir caizenin sultanın şerefine yakışmayacağını söylediler. Ancak cimri vezir: ‘Görürsünüz, ben ona öyle bir tuzak kuracağım ki, değil bin altın bunun kırkta birine bile razı olacak.’ dedi. Bundan sonra uzun müddet şairi kapıda bekletti. Bekleme o kadar uzadı ki, zavallı şair tam ümidini kesip kapıdan ayrılacakken kendisine o küçük parayı uzattılar. Şair evvelki ihsanla şimdiki arasındaki büyük fark karşısında hayretlere düştü ve sebebini sorunca aradakiler:
-Durum senin bildiğin gibi değil. Eski iyi vezir öldü ve yerine bu cimri vezir geldi. Şimdi buna razı ol ve hemen uzaklaş, yoksa fikrini değiştirir de verdiğini de geri almaya kalkar, dediler.
Şâir yeni vezirin ismini merak etti. Ona: ‘Adı Hasan,’ dediler. Şair:
-Aman Allah’ım! ikisinin de adı bir ama yaptıkları iş birbirinden ne kadar uzak, dedi. (N4/46)
“Görünüşe ancak çocuklar kanar, sen isimden geç mânâya (işe) bak.” (N4/50) Demek oluyor ki ismin Hasan olması huyun da hasen (iyi) olmasını sağlamıyor. Adı insan olan herkesin hakikî insan olamayacağı gibi. İnsanın huyunu güzelleştirmesi için neler yapması gerektiğini gelecek yazıya bırakarak bu yazımızı Mesnevi’nin bu meâldeki bir nüktesiyle bitirelim :
İnsan Arıyorum: “Bir rahip güpegündüz elinde bir kandille çarşı pazar dolaşıp dururdu. Bir ahmak ona sordu:
-Böyle güpegündüz elinde bu kandille ne diye çarşı çarşı, dükkân dükkân dolaşırsın. Yaptığın şey neyin nesi?
-Bir insan arıyorum.
-Allah, Allah. İşte çarşı pazar insan dolu ya.
-Hayır hayır. Ben hırs ve öfke zamanında kendisine hâkim olabilen gerçek bir insan arıyorum.
Onu bulsam da ayaklarına toprak olsam.”