MEVLÂNÂ’NIN ŞİİRLERİNDE İZ BIRAKAN VEYA ONUNLA GÖRÜŞEN İRANLI ŞAİRLER
Ziyâuddin Seccâdî
Çeviren: Yakup Şafak*
Özet: Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (604-672/1207-1273), gerek Dîvân-ı Kebîr’inde, gerekse diğer eserlerinde İranlı şairlere çeşitli atıflarda bulunmuş, şiirlerinden alıntılar yapmış veya onlara nazîreler söylemiştir. İlk dönem Mevlevî kaynaklarında da bu hususta bazı bilgiler bulunmaktadır. Bu makalede bu önemli konu ele alınmış ve Mevlânâ’nın diğer şairlerle ilişkisi ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî, İranlı şairler.
The Iranian Poets who Effected His Poetry or Meet with Mavlana
Summary: Mavlana Jalaluddin Rumi whether in his Divan-i Kabir or in his other works like as Mathnavi and Fihi Mafih has quoted some poems from other Iranian poets. There is some information about this subject in early Mavlavi sources. This article deals with this very important topic and puts forward the poetic relationship of Mavlana with other poets.
Keywords: Mavlana, Divan-i Kabir, Classical Persian Poets.
Çevirenin Sunuşu
Büyük mütefekkir ve mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (604-672/1207-1273), geçirdiği iyi bir tahsil dönemi ve yetiştiği zengin kültürel muhitin tabii neticesi olarak Arap ve Fars şairlerinin eserlerine vâkıf olmuş, bilhassa Şems-i Tebrîzî ile Konya’da buluşmasından sonra söylediği manzûmelerde bu şairlere yer yer atıflarda bulunmuş, onlardan alıntılar yapmış, kendilerine nazîreler yazmıştır; bazılarıyla da görüşmüştür. İranlı ilim adamlarından Sayın Ziyâuddin Seccâdî, Şi‘r dergisinin IX. sayısında (s. 10-15) yayınlanan “Celâleddîn Muhammed-i Mevlevî ve Dîger Şâirân” adlı makalesinde bu önemli konuyu ele almış ve Mevlânâ’nın diğer şairlerle ilişkisini ortaya koymaya çalışmıştır.
Geniş ölçüde, İranlı büyük âlim Bedîuzzaman Furûzanfer (1897-1970)’in çalışmalarına ve onun değerli tespitlerine dayanan bu derleme Türkçe’ye çevrilirken, Farsça metin ve dipnotların yapısı korunmuş; ancak daha düzenli olması açısından dipnotlardaki bazı yerler ikmâl edilmiştir. Metinde gerekli gördüğümüz ilâveler normal, dipnotlardakiler ise köşeli parantez içinde verilmiştir. Beyitler ve alıntılar, imkân nispetinde asıl kaynaklarıyla ve onların tercümeleriyle karşılaştırılarak yerleri, dipnotlarda gösterilmiştir. Bu noktada, Mevlânâ’nın bütün eserlerini, değerli izahlarla Türkçe’ye çeviren merhum Abdülbaki Gölpınarlı (1900-1982)’nın tercümelerinden çokça istifade ettiğimizi belirtmeliyiz.
منطق الطّيرانِ خاقانی صداست منطق الطّيرِ سليمانی کجاست
“Hâkânî’nin kuşlarının dili (ancak) sestir; nerede Süleyman’ın kuş dili?”i
Mesnevi’de bulunan bu beyit, VI/XII. yüzyılın ünlü ve ekol sahibi şairi olan Hâkânî-yi Şirvânî (öl. 595/1199)’ye bir cevap olarak söylenmiştir; zira o, şiirlerini “mantıku’t-tayr”, “mantıku’t-tuyûr”, “lisânü’t-tuyûr” (yani kuşların dili) olarak adlandırıyordu. Nitekim şöyle demektedir:
ز خاقاني اين منطق الطير بشنو که بِهْ زو معاني سرايي نيابي
لسان الطيور از دمش يابي ار چه جهان را سليمان لوايي نيابي
“Hâkânî’den şu kuş dilini dinle ki ondan daha üstün manalar terennüm eden (birisini bulamazsın.
Dünyada Süleyman’ın sancağını (taşıyanı) bulamazsın, ama onun nefesinde kuşların dilini bulursun.”ii
Başka (bir yerde şöyle) demektedir:
ز اين قصيده که گفتم سخنوران جهان به حيرت اند چو از منطق الطيور ذُباب
“Söylediğim bu kasideye dünyadaki şairler -kuşların dilinden (hayrete düşen) sinek ve böcekler gibi- hayran kaldılar.”iii
Bunlara ilaveten (şairin), iki matlaında “mantıku’t-tayr” unvanı bulunan bir kasidesi vardıriv ki onda kuşların, sevdikleri gülün başında (yaptıkları) tartışma dile getirilir. (Bu tartışma sonucunda kuşlar) davayı “ankâ”ya götürürler. O da der ki “Bütün çiçekler güzel ve gönül çekicidirler; fakat gül -yani kırmızı gül yahut gül-i muhammedî- hepsinden daha güzeldir. Zira o, (Muhammed) Mustafa’nın teridir; ötekiler ise toprak ve sudur.” Ve (şair) buradan Hz. Peygamber’i övmeye (na’t) geçerv.
(Hâkânî) Tuhfetü’l-Irâkeyn’de de şöyle söyler:
وصفِ تو اي بهارِ خوش سير خاقاني راست منطق الطير
“Ey seyri güzel bahar! Senin vasfın, Hâkânî için kuş dilidir.”vi
Mevlânâ, Hâkânî’ye çok ilgi göstermiş, birçok yerde onun şiirlerine nazîre söylemiş veya (mısra ve beyitlerini) tazmin yoluyla (kendi manzumelerinde) kullanmıştır. Söz konusu yerler, şunlardır:
Hâkânî’nin,
اهل بر روي زمين جستيم نيست عشق را يک نازنين جستيم نيست
“Yeryüzünde ehil (birini) aradık, yok! Aşk için nazlı bir (güzel) aradık, yok!”
matlaıyla (başlayan) kısa ve şikâyetâmiz bir kasidesi vardırvii. Mevlânâ, Hâkânî’ye nazîre olarak,
غيرِ عشقت راه بين جستيم نيست جز نشانت همنشين جستيم نيست
“Aşkından başka yol iz bilen (birini) aradık, yok! Senin izinden başka (bizimle oturup kalkacak bir) arkadaş aradık, yok!” matlaıyla başlayan bir gazel söylemiştirviii.
Öyle görünüyor ki Mevlânâ, Hâkânî’ye bir cevap vermek istemiştir; zira Hâkânî diyor ki:
هست در گيتي سليمان صد هزار يک سليمان را نگين جستيم نيست
“Dünyada yüz bin Süleyman var; (ama) bir Süleyman‘a mühür aradık, yok !”
Mevlânâ’nın gazelinde ise şöyle denilmektedir:
خاتمِ ملکِ سليمان جستنيست حلقه ها هست و نگين جستيم نيست
“Süleyman‘ın hükümranlık mührü, aranmaya değer. Halkalar var, ama yüzük kaşını aradık, yok!”
Hâkânî’nin,
روزم به نيابت شب آمد جانم به زيارتِ لب آمد
“Gündüzüm, gecenin vekilliğine geldi; ruhum, dudağı ziyarete geldi.”
matla’lı bir gazeli vardır.ix
Mevlânâ, bu gazele nazîre yazmıştır; matlaı (şudur):
روزم به عيادتِ شب آمد جانم به زيارتِ لب آمد
“Gündüzüm, geceye geçmiş olsun (demeye) geldi; ruhum, dudağı ziyarete geldi.”x
(Mevlânâ), Hâkânî’nin gazelinin 2. ve 4. beyitlerini de tazmin etmiştir:
از بس که شنيد ياربم چرخ از ياربِ من به يا رب آمد
هر بار ز جرعه مست بودم اين بار قدح لبالب آمد
“Gökyüzü Ya Rabbi dememi o kadar çok duydu ki benim Ya Rabbi dememden, o da Ya Rabbi (demeye) başladı.
Her defasında bir yudumdan sarhoş idim; bu kez, kadeh ağzına kadar dolu geldi.”
(Bu fasılda) son olarak şu noktaya değinmek uygun olacaktır ki Mevlânâ bir gazelinde şöyle söylemiştir:
مي تازم ترکانه تا حضرت خاقاني کز وي مثل خرگه صد بند کمر دارم
“Türk gibi hakanın huzuruna dek (atımı) süreceğim. Çünkü ondan, otağ gibi yüz bentli kemer almışım.”xi
Merhum üstad Furûzanfer, Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr’in özel isimler indeksinde, (beyitte geçen) “hâkânî”yi şair Hâkânî olarak almış ve (kelimeyi şairin) isminin geçtiği yerde zikretmiştir.xii Bu, yanlıştır; zira Mevlânâ’nın “hazret-i hâkânî”den kastı, Türk hükümdarı olan hakanın huzûrudur ki Mevlânâ’nın nazarında o, Şems-i Tebrîzî’dir. Nitekim (Mevlânâ) bundan sonra şu beyitleri zikretmektedir:
چون سايه فنا گردم در تابشِ خورشيدي کاندر پي او دائم من سيرِ قمر دارم
چون لعل ز خورشيدش جز گرمي و جز تابش من فرِّ دگر گيرم من عشقِ دگر دارم
“Gölge gibi, güneşin ışığında yok oldum da onun için hep ay gibi (peşinde) dolaşmaktayım.
La’l gibi, onun güneşinden, ısı ve ışıktan başka bir güç alırım; başka bir aşkım var benim.”
Mevlânâ’nın Senâî ve Attâr’a -daha ziyade Senâî’ye- teveccüh gösterdiğini biliyoruz. Bu konuyu daha fazla açmalıyız. Ancak ondan evvel, Mevlânâ’nın VII/XIII. yüzyıla kadar yaşamış diğer şairlere olan ilgisinden bahsedeceğiz ve sonunda Senâî ve Attâr’a döneceğiz.
Mevlânâ’nın,
گفت کسي خواجه سنائي بمرد مرگِ چنين خواجه نه کاريست خُرد
“Birisi Hâce Senâî öldü dedi. Böyle bir büyüğün ölümü, öyle küçük bir iş değildir.”
matlaında bir gazeli vardır ki ikinci beyti şöyledir:xiii
قالبِ خاکي به زمين باز داد روحِ طبيعي به فلک وا سپرد
“Topraktan olan bedeni, toprağa geri verdi; tabîî (aslî) olan ruhu ise göğe teslim etti.”
Bu iki beyit -biraz farklı olarak- Rûdekî-yi Semerkandî(öl. 329/940)’ye aittir ki şair Murâdî’ye yazdığı mersiyede şu şekilde (geçmektedir):
مُرد مرادي که همانا بمُرد مردنِ اين خواجه نه کاريست خُرد
جانِ گرامي به پدر باز داد کالبدِ تيره به مادر سپرد
“Murâdî öldü ki tam öldü. (Böyle bir) büyüğün ölmesi, küçük bir iş değildir.
Aziz ruhunu, babaya (göklere); karışık ve bulanık bedeni, anneye (dört unsura) teslim etti.”xiv
Avfî, Lübâbü’l-elbâb’da (bu) mersiyenin beyitlerini nakletmiş, merhum Furûzanfer de (söz konusu) gazelin haşiyesinde, Lübâbü’l-elbâb’a işarette bulunmuştur. Mevlânâ, başka bir gazelinde (zikredilen) ikinci beyti şöyle söylemiştir:
قالبِ خاکي سوي خاکي فکند جانِ خرد سوي سماوات برد
“Topraktan olan bedeni, toprağa doğru attı; akla (mensup olan) canı göklere doğru çıkardı.”
Mevlânâ Celâleddin, Rûdekî’nin “Bûy-i Cûy-i Mûliyân” kasidesine nazîre yazmış şairlerdendir. Bir gazelinde (şöyle) der:
بوي باغ و گلستان آيد همي بوي يارِ مهربان آيد همي
از نثارِ جوهرِ يارم مرا آبِ دريا تا ميان آيد همي
“Bağın ve gül bahçesinin kokusu geliyor; şefkatli sevgilinin kokusu geliyor.
Sevgilimin inci(ler) saçmasından, denizin suyu belime kadar geliyor.”xv
Bu nazîre, diğer (şairlerin) söylediklerine göre, nispeten daha iyidir ve (şiirdeki) coşku ve aşkı (ifade), Mevlânâ’nın üslûbuyla uyumludur. (Söz konusu) nazîreler hakkında merhum bilgin Muhammed Kazvînî, Çehâr makâle’nin haşiyelerinde bilgi vermiştir.xvi Çehâr makâle sahibi diyor ki: “Kimse bu kasideye karşılık verememiş ve başarıyla onun zorluklarının üstesinden gelememiştir.”xvii Kasidenin özel bir mûsikîsi vardır ki Rudekî onu uşşak makâmında okumuştur. Onda (nâdir ve) güzel, coşkulu bir hareket ve neşe vardır ve bütün şairlerin ilgisini çekmiştir. Hâfız dahi (şöyle) demiştir:
خيز تا خاطر بدان ترکِ سمرقندي دهيم کز نسيمش بوي جوي موليان آيد همي
“Kalk, o Semerkantlı Türk’e (güzele) gönül verelim ki onun (mahallesinin) rüzgârından, Mûliyân Irmağı’nın kokusu geliyor.”xviii
IV/X. ve V/XI. asrın başlarında (yaşamış olan) Şii şair Kisâî-yi Mervezî’ninxix sabah tasvirini (içeren) bir kasidesi vardır ki onun ilk iki beyti şöyledir:
صبح آمد و صحيفة مصقول بر کشيد وز آسمان سپيدة کافور بر دميد
صوفئ چرخ خرقه و شالِ کبودِ خويش تا جايگاهِ ناف به عمداً فرو دريد
“Sabah çağı geldi, cilâlanmış sahifesini açtı, yaydı; gök yüzünde bir beyazlık, bir kâfur rengi belirdi.
Gök yüzü sûfisi mavi renkli hırkasını, şalını inadına, tâ göbeğine dek yırttı.”
Mevlânâ, bir gazelin başlangıcında (bu iki beyti aynen) nakletmiştir.xx
Şemseddîn-i Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn’de bu gazeli bir hikayenin sonundaki bir gazelin ardından nakletmiştir ki matlaı şudur:
عاشقان پيدا و دلبر ناپديد در همه عالم چنين عشقی که ديد
“Âşıklar meydanda, sevgili ise görünmüyor. Böyle bir aşkı, bütün dünyada kim görmüştür?”xxi
VI/XII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan ve Selçuklu (hükümdarı) Sultan Sencer’in çağdaşı bulunan Abdülvâsi-i Cebelî (öl. 555/1160) hakkında şöyle denilmiştir: “Sultanın çiftçisi idi. Pamuk tarlasında onu gördü. Şöyle diyordu:
اشتر درازِ گردنا دانم چه خواهي کردنا
گردن دراز مي کني پنبه بخواهي خوردنا
“Ey uzun boyunlu deve! Ne yapacağını biliyorum. Boynunu uzatıyorsun, pamuk yiyeceksin!”
Sultan, onda latif bir tabiat (yetenek) kokusu duydu; kendisini yanına aldı ve yetiştirdi.”xxii
Mevlânâ, beş beyitlik bir gazelinde, Abdülvâsi’in şiirine teveccüh göstererek (şöyle) söylemiştir:
پيش به سجده مي شدم پست خميده چون شتر خنده زنان گشاده لب گفت “دراز گردنا“
بين که چه خواهي کردنا بين که چه خواهي کردنا گردن دراز کرده اي پنبه بخواهي خوردنا
“Önünde secde ettim, deve gibi eğilip alçaldım. Gülümseyerek ağzını açtı ve dedi ki: A uzun boyunlu! Bakalım ne yapacaksın, bakalım ne yapacaksın? Boynunu uzatmışsın, pamuk mu yiyeceksin?”xxiii
Dîvân-ı Kebîr’de, şu matla’da bir gazel vardır:
در دلم چون غمت اي سروِ روان بر خيزد همچو سرو اين تنِ من بي دل و جان بر خيزد
“Ey yürüyen servi! Gönlümde senin üzüntün baş gösterince, bu benim vücudum, gönlünü ve canını (yitirmiş) olduğu halde servi gibi ayağa kalkar.”xxiv
Gazelin makta’ beytinde, Mücîrüddîn-i Beylekânî(öl. 594/1197)’ye işaret vardır ve onun bir mısraı şu şekilde tazmin edilmiştir:
اين مجاباتِ مجير است در آن قطعه که گفت “بر سرِ کوي تو عقل از سرِ جان بر خيزد“
“Bu, Mücîr’e nazîredir; O’nun (içinde) ‘senin mahallenin başında akıl, canın başından gider’ (mısraı bulunan) kıt’asına (nazîre)…”xxv
Aynı mısraı, Mevlânâ bir gazelinin matlaında kullanıp demiştir ki:
بر سرِ کوي تو عقل از سرِ جان بر خيزد” خوشتر از جان چه بوَد از سرِ آن بر خيزد
“Senin mahallenin başında akıl, canın başından gider. Candan hoş ne vardır? Onun başından (bile) kalkıp (gider).”xxvi
Bu gazelin sonunda da önceki (781 nolu) gazelin makta beyti aynen getirilmiştir.
(Mevlânâ’nın başka bir gazelinin matla beyti):
گر چپ و راست طعنه و تشنيع بيهده ست از عشق بر نگردد آن کس که دلشده ست
“Sağdan soldan boş yere kınama ve ayıplama olsa bile, gönlünü yitirmiş olan kimse, aşkından dönmez.”xxvii
Bu (gazelin) ikinci beyti şöyledir:
مه نور مي فشاند و سگ بانگ مي کند مه را چه جرم خاصيتِ سگ چنين بُده ست
“Ay ışığını yayar, köpek ise havlar. Ayın ne kabahati var? Köpeğin huyu böyle!”
Bu beyit -küçük bir değişiklikle- VI./XII. yüzyılın ünlü şairi Seyyid Hasan-ı Gaznevî (öl. 565/1170)’ye aittir.xxviii
VI./XII. yüzyılın büyük mesnevi şairi Nizâmî (öl. 599/1203 veya 614/1217) de Mevlânâ’yı etkilemiş ve Mevlânâ, şiirinde bu (büyük) üstada atıfta bulunmuştur ki matlaını (sunacağımız) gazel, o cümledendir:
چه گوهري تو که کس را به کف بهاي تو نيست جهان چه دارد در کف که آن عطاي تو نيست
“Sen nasıl bir mücevhersin ki kimsenin avucunda senin karşılığın yok. Dünyanın avucunda ne var ki o senin bağışın olmasın?”xxix
Bu gazelin makta beytinde (şöyle) söyler:
نظيرِ آنکه نظامي به نظم مي گويد جفا مکن که مرا طاقتِ جفاي تو نيست
“Nizâmî’nin şiirinde söylediği gibi, ‘(bana) eziyet etme; senin eziyetine (katlanacak) tâkatim yok benim’”
Bir gazelin matlaında ise Nizâmî’nin Leylî vü Mecnûn’undaki bir beyti tazmin ederek der ki:
پرکندگي از نفاق خيزد پيروزي از اتفاق خيزد
“Perişanlık ayrılıktan doğar; zafer ise beraberlikten…”xxx
Bir gazelinde de Nizâmî’nin Leylî vü Mecnûn’undaki bir mısraı şöyle tazmin etmiştir:
آخر تو کجا و ما کجاييم اي بي تو حيات و عيش بي کار
“Nihayet sen nerdesin, biz nerdeyiz? Sensiz hayat, anlamsız (ve değersiz)…”xxxi
Nizâmî’nin beyti aslında şöyledir:
آيا تو کجا و ما کجاييم تو زآنِ يکي که ما تو آييم
“Sen nerdesin, biz nerdeyiz? Biz seniniz; fakat sen kimlerinsin?”xxxii
Enverî-yi Ebîverdî (öl. 583/1187) büyük kaside şairidir. Akıcı ve güzel gazeller söylemiştir. Kıtalarında halk dilini de kullanmıştır. Enverî, Mevlânâ’nın şiirlerinde çok iz bırakmıştır. Mevlânâ iktibas veya tazmin yoluyla onun şiirlerinden istifade etmiştir. Meselâ:
عارفا گر کاهلي آمد قرانِ کاهلان جاء نصر الله آمد ابشروا جاء البشير
“Ey ârif kişi! Tembellik, tembellerin kırânı olduysa, Allah’ın yardımı geldi (âyeti de) erişti; müjdeleyin, müjdeci geldi!”xxxiii
İkinci mısradaki bir ibâre Enverî’nin bir kasidesinin matla beytinden alınmıştır. Enverî’nin beyti şöyledir:
ابشروا يا اهل نيشابور اذ جاء البشير کاندر آمد موکبِ ميمونِ منصورِ وزير
“Ey Nişâbur halkı! Müjdeci gelince müjde verin. Zira Vezir’in, (ilâhî) yardıma mazhar olmuş, kutlu ordusu içeri girdi.”xxxiv
Mevlânâ’nın bir gazelinin matlaı da şudur:
درخت اگر متحرّک بُدي به پا و به پر نه رنجِ ارّه کشيدي نه زخمهاي تبر
“Ağaç, eğer ayağıyla koluyla hareket edebilir olsaydı, ne testere eziyeti çekerdi, ne balta darbeleri (yerdi).”xxxv
Bu beytin aslı Enverî’nindir ve şöyledir:
درخت اگر متحرّک شدي ز جاي به جاي نه جورِ ارّه کشيدي و نه جفاي تبر
“Ağaç, eğer bir yerden bir yere hareket edebilir olsaydı, ne testere eziyeti çekerdi, ne balta cefâsı…”
(Mevlânâ’nın gazelinin) ikinci mısraı, نه جور ارٌه کشيدي و نه جفاي تبر şeklinde de bilinir.
Mevlânâ, Mesnevî’nin bir hikâyesinde de Enverî’nin nükteli ve mizahî bir kıtasına teveccüh gösterip onun beyitlerinden alıntı yapmıştır.xxxvi Aynı şekilde o, VI/XII. yüzyılın diğer şairlerine -meselâ Cemâlüddîn Abdürrezzâk-ı Isfahânî (öl. 588/1192)’ye de ilgi göstermiştir.xxxvii
Şimdi, artık iki ünlü mutasavvıf şairden, yani Senâî-yi Gaznevî ile Âttâr-ı Nîşâbûrî’den ve onların Mevlânâ üzerindeki tesir ve nüfuzlarından söz edebiliriz.
Ebu’l-Mecd Mecdûd b. Âdem-i Senâî (öl. 535/1141; daha güvenilir görüşe göre 545/1142), tasavvufî şiirin kurucusudur.xxxviii Hadîkatü’l-hakîka (adlı) mesnevisi ve tasavvufî kasideleriyle bütün şair, yazar ve ediplerin teveccühünü kazanmıştır. Yine herkesin övgüsüne mazhar olan başka mesneviler de yazmıştır. Hakkında saygı dolu birçok sözler söylenmiştir. Hatta Hâkânî-yi Şirvânî bile kendisini Senâî’ye bedel (yerini alan) görerek demiştir ki:
بدل من آمدم اندر جهان سنايي را بدين دليل پدر نامِ من بديل نهاد
“Dünyada Senâî’nin yerine ben geldim; bu sebeple babam, adımı Bedîl koydu.”xxxix
Başka bir yerde (şöyle) söyler:
چون به غزنين شاعري شد زيرِ خاک خاکِ شروان شاعري ديگر بزاد
“Gazne’de bir şair toprağa (verildiği) için, Şirvan toprağı başka bir şair (dünyaya) getirdi.”xl
Mevlânâ’nın şu iki beyti genel olarak bilinir -ki birinde Senâî ve Attâr’ın, diğerinde sadece Attâr’ın adı geçmektedir-:
عطار روح بود و سنايي دو چشمِ او ما از پي سنايي و عطار آمديم
“Attâr ruh, Senâî onun iki gözü (mesâbesinde) idi; biz ise Senâî ve Attâr’ın izinden geldik.”xli
هفت شهرِ عشق را عطار گشت ما هنوز اندر پي يک کوچه ايم
“Attâr, aşkın yedi şehrini dolaştı; biz ise hâlâ bir sokağın içindeyiz.”xlii
Bir tarikat şeyhi olan Ferîdüddîn Muhammed Attâr-ı Nîşâbûrî’nin, tasavvufî mesnevileri vardır ve bunların en meşhuru Mantıku’t-tayr veya Makâmâtu’t-tuyûr’dur. Onun Tezkiretü’l-evliyâ (adlı) mensur eseri de (herkes tarafından) bilinir. Attâr, 618/1221 veya 627/1230 yılında Moğol istilâsı sırasında -bir rivayete göre- şehit edilmiştir.xliii
Zikrettiğimiz gibi bu iki büyük mutasavvıftan Senâî, Mevlânâ’yı daha fazla etkilemiştir. Anlatıldığına göre Şems-i Tebrîzî’nin kaybolmasından sonra Mevlânâ’nın seçkin müridlerinden Hüsâmeddin Çelebi, kendisinden, istifade edip aşkı tatması için Senâî’nin İlâhî-nâme’si gibi bir eser yazmasını rica eder. İlâhî-nâme’den kastedilen, Senâî’nin, Fahrî-nâme de denilen Hadîkatü’l-hakîka’sıdır. Mesnevî’de de “Hakîm-i Gaznevî’nin İlâhî-nâme’sine işaret edilmiştir.xliv
(Çelebi’nin) bu ricası ve teklifi üzerine Mevlânâ, sarığının arasından bir kâğıt parçası çıkarıp kendisine verir ve “Al; bu, İlâhî-nâme’nin başlangıcıdır” der. O kâğıtta Mesnevi’nin, بشنو از چون حکايت مي کند “Dinle neyden nasıl anlatıyor” diye (başlayıp) پس سخن کوتاه بايد والسلام “Öyleyse sözü kısa kesmek gerekir, vesselâm” diye (biten) ilk 18 beyti yazılıdır.
Mevlânâ’nın gazellerinde Senâî ve Attâr’ın adlarının birlikte geçtiği yerler şunlardır:
جاني که رو اين سو کند با بايزيد او خو کند يا در سنايي رو کند يا بو دهد عطار را
“Bu tarafa yönelen can Bayezid’in huyunu alır; ya Senâî’ye yüzünü çevirir, yahut Attâr’ın kokusunu verir.”xlv
اگر عطار عاشق بُد سنايي شاه فايق بُد نه اينم من نه آنم من که گم کردم سر و پا را
“Attâr âşık idi, Senâî üstün bir padişah idi; (fakat) ben ne oyum, ne buyum; başımı, ayağımı kaybetmişim ben.”xlvi
Bu beyit, bir sonraki gazelde de aynen tekrar edilmiştir.
Diğer bir beyit:
آن سنا جو کش سنايي شرح کرد يافت فرديت ز عطار آن فريد
“Senâî’nin anlattığı o yücelik arayan eşsiz kişi, eşsizliği (vahdeti) Attâr’da buldu.”xlvii
Mevlânâ’nın, Senâî’den yaptığı tazmin ve iktibaslar şunlardır:
Mevlânâ bir gazelinde der ki:
ما هميشه ميان گلشکريم زان دلِ ما قويست در برِ ما
زهره دارد حوادثِ طبعي که بگردد به گردِ لشکرِ ما
ما به پر مي پريم سوي فلک زآنک عرشيست اصلِ جوهرِ ما
“Biz daima gülbeşeker içindeyiz; ondan dolayı göğsümüz içindeki kalbimiz güçlüdür.
Zöhre bile halden hale girer de ordumuzun etrafında dolaşır.
Kanatlanıp göğe doğru uçarız; çünkü asıl cevherimiz, arşa mensuptur bizim.”xlviii
Senâî de (şöyle) söylemiştir:xlix
تو هميشه ميان گلشکري زآن دلِ تو قويست در برِ تو
زهره دارد حوادثِ طبعي که بگردد به گردِ لشکرِ تو
تو به پر مي پري به سوي فلک زانک عرشيست اصلِ گوهرِ تو
Mevlânâ’nın
جان را درافکن در عدم زيرا نشايد اي صنم تو محتشم او محتشم چيزي بده درويش را
“Ey güzel! Canı yokluğa at; zira sen de haşmetlisin o da haşmetli, bu yakışık almaz; fakire bir şey ver.”l
beyti, Senâî’nin şu beytine işarettir:
خيز و بيا و برنشين به شهپرِ روح الامين خود کي روا باشد چنين تو محتشم او محتشم
“Kalk, gel ve Cebrâil’in kanadına bin; sen haşmetli, o haşmetli, böyle uygun olur mu?”li
Mevlânâ bir gazelinde, Senâî’nin şu beytini tazmin edip matla olarak kullanmıştır:
عيسيِ روح گرسنه ست چو زاغ خرِ او مي کند ز کنجد کاغ
“Can İsa’sı karga gibi aç; eşeği de susam (yemiş), geviş getiriyor.”lii
Şu beyti de Senâî’nin Hadîka’sından alıp bir gazeline matla yapmıştır:
صوفيان در دمي دو عيد کنند عنکبوتان مگس قديد کنند
“Sûfîler aynı anda iki bayram (birden) yaparlar; örümcekler ise sinek kurutuyorlar.”liii
(Mevlânâ) bir gazelin matlaında (şöyle) der:
اي سنايي گر نيابي يار يارِ خويش باش در جهان هر مرد و کاري مردِ کارِ خويش باش
“Ey Senâî! Eğer dost bulamıyorsan, kendi kendine dost ol. Dünyada herkesin bir işi var; (sen de) kendi işinde ol.”liv
(Beytin) ikinci mısraı, Hadîka’nın şu beytine işarettir:
که پديد است در جهان باري کارِ هر مرد و مردِ هر کاري
“Dünyada, hiç değilse şu aşikârdır ki her adamın bir işi, her işin bir adamı (vardır).”
Mevlânâ’nın, Mesnevi’yi Hüsâmeddin Çelebi’nin ricası üzerine, Senâî’nin Hadîkası’nı örnek alarak yazdığını ve onu “İlâhî-nâme” diye adlandırdığını -ki Attâr’ın İlâhî-nâme’si ile karıştırılmamalıdır-lv söylemiştik.
Mevlânâ’nın Hadîka’ya gösterdiği bu teveccüh, (mezkûr) eserden veya Senâî’nin başka sözlerinden birçoğunun Mesnevi’de nakledilmesine vesile olmuş; hikâyeler, bahisler ve izahlarda ondan yararlanılmıştır. Örnek olarak iki (tanesini) vereceğiz:
1) گفت معشوقي به عاشق کاي فتي تو به غربت ديده اي بس شهرها
“Bir maşûk, aşığına dedi ki: Ey yiğit! Sen gurbette çok şehirler görmüşsündür.”lvi
(beytiyle başlayan) Bir maşûkun, aşığına “hangi şehir daha güzeldir” diye sorması (bahsi)nin muhtevâsı, Ahmed Emîn-i Râzî’nin söylediğine göre, Senâî’nin şu (beyitle başlayan) manzûmesinden alınmıştır:
تا نقشِ خيالِ دوست با ماست ما را همه عمر خود تماشاست
“Sevgilinin hayâli bizimle birlikte olduğu sürece bütün ömrümüz temâşâ içindedir.”
2. (Mevlânâ’nın),
آنکه فرموده است او اندر خطاب کُرّه و مادر همي خوردند آب
“Söz arasında şöyle buyurmuştur ki tay ile annesi su içiyorlardı.”lvii
(beytiyle başlayan) Tayın su içmekten ürkmesi konusunu örnek verme (bahsindeki) temsili, Senâî’nin şu beyitlerinden almıştır:
آن کرّه اي به مادرِ خود گفت چونکه ما آبي همي خوريم صفيري همي زنند
مادر به کرّه گفت برو بيهده مگوي تو کارِ خويش کن که همه ريش مي کنند
“(Hani) bir tay annesine biz su içerken ıslık çalıyorlar demiş; annesi de yürü, boş konuşma, sen kendi işine bak; onların hepsi (saçlarını) sakallarını yolarlar demiş.”
Mevlânâ, konuşmalarında ve yazdıklarında da Senâî’nin birçok şiirini nakletmiştir. Bu cümleden olarak Fî-hi mâ fîh ve diğer söz ve yazılarını (örnek gösterebiliriz).
Mevlânâ’nın Senâî’ye saygısı ve bağlılığı, başkalarının karşısında onun şiirlerini övmesi ve zikretmesi de bazı hikâye ve rivayetlere (konu) olmuştur ki bunlardan bahsetmek uygun olacaktır.
Fî-hi mâ fih’te (şöyle) anlatılmıştır: “Demişler ki Seyyid Burhâneddin güzel konuşuyor, ama söz arasında Senâî’nin şiirlerini çok kullanıyor. Seyyid buyurdu ki söyledikleri, “Güneş iyidir, ama ışık vermesi kusurdur” demeye benziyor. Zira Senâî’nin sözünü nakletmek, o sözün görünmesini (sağlamaktır). Eşyayı güneş gösterir; (varlıklar) güneşin ışığında görülebilir.”lviii
Şemseddin Eflâkî de Menâkıbü’l-ârifîn’de şu hikayeyi anlatır:
“Bir gün Hz. Mevlânâ, medresede oturuyordu. Ansızın zamanın Hâkânî’si olan şairler sultanı Emîr Bahâeddîn-i Kâniî, büyük zatlardan oluşan bir grupla birlikte Mevlânâ’yı ziyarete geldiler. Birçok (şeyler) konuşulduktan sonra Kâniî, “Ben Senâî’yi hiç sevmem; çünkü Müslüman değildi” dedi. (Mevlânâ) “Müslüman değildi ne demek?” diye sorunca dedi ki “Çünkü o, şiirlerinde Kurân-ı Kerîm’in ayetlerinden iktibaslarda bulunmuş ve onlardan kafiyeler yapmıştır.” Hz. Mevlânâ, büyük bir öfkeyle Kâniî’yi azarlayıp buyurdu ki “Sus! Bir Müslüman onun yüceliğini görse, fesi başından düşerdi. O iki cihandan da kurtulmuş idi. Kurân’ın sırlarını açıklayan sözlerini de o halde süslemişti. Sen bu hikmeti bilmezsin okumamışsın da. Çünkü sen zâhire kânîsin.”lix
Yine Menâkıbü’l-ârifîn’de anlatılmıştır ki:
“Bir gün Hz. Mevlânâ, Sirâceddîn-i Tatarî’nin odasına girmiş, manalar (saçmakla) meşguldü. Buyurdu ki: Hakîm-i ilâhî Hâce Senâî ve Ferîdüddîn-i Attâr Hazretleri -Allah sırlarını takdis etsin- çok (ulu) din büyükleri idiler. Fakat onlar ekseriya ayrılıktan söz etmişlerdir. Biz ise hep vuslattan söz ediyoruz.”lx
Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’deki şu iki beyti de bu durumu (teyid eder):
از بس که تند و عاقم در دوزخِ فراقم دوزخ ز احتراقم گيرد گريز پايي
چون ديد شورِ ما را عطار آشکارا بشکست طبلها را در بزمِ کبريايي
“Çok sert ve âsi olduğumdan ayrılık cehennemindeyim; cehennem (bile) benim yanımdan kaçıyor.
Bizdeki coşkuyu Attâr görseydi, apaçık ululuk meclisinde tablaları kırardı.”lxi
Burada Attâr’dan maksat Şeyh Ferîdüddîn-i Attâr’dır. Nitekim merhum Furûzanfer, Dîvân-ı Kebîr’in özel isimler fihristinde (bunu) belirtmiştir.
Yazımızın bu son kısmında VII/XIII. yüzyılın -Mevlânâ ile çağdaş- iki büyük mutasavvıf şairinden söz etmek uygun olacaktır ki biri Fahreddîn İbrâhîm-i Irâkî (öl. 688/1292), diğeri efsahu’l-mütekellimîn (ediplerin en fasihi) olan Sa’dî-yi Şîrâzî (öl. 691/1292)’dir.
Fahreddîn-i Irâkî Multan’da 25 yıl Şeyh Bahâeddîn Zekeriyyâ-yı Multânî’nin hizmetinde bulunduktan sonra hacca gitmek amacıyla Multan’dan ayrılmış; (ziyaret ettiği) Mekke ve Medine’de kasideler nazmetmiş; Anadolu’ya geçmiş, Şeyh Sadreddîn-i Konevî (öl. 673/1274)’den Muhyiddîn-i Arabî (öl. 638/1240)’nin eserlerini okumuştur.lxii (Irâkî) şüphesiz Mevlânâ Celâleddin ile de görüşmüş, emirlerin ve büyüklerin semâ meclislerinde bulunmuştur. Onun Mevlânâ ile irtibatı hususunda Eflâkî şu hikâyeyi anlatmaktadır:
“Bir gün mübârek medresede büyük bir semâ vardı. Zamanın âriflerinden şeyh Fahreddîn-i Irâkî o anda cezbelenip hırkası ve tahfifesi düşmüş bir halde dolaşıyor ve bağırıyordu. Mevlânâ Hazretleri de diğer bir köşede semâ ediyordu. Mevlânâ Ekmeleddin Tabib, bütün emîrler ve bilginlerle seyrediyordu. Semâdan sonra, Ekmeleddin Tabib ‘Şeyh Fahreddîn-i Irâkî hakikaten bundan çok (daha) hoş rüyalar görecek’ dedi. Mevlânâ ‘Eğer başını bu tarafa çevirip uyursa…’ buyurdu. Nihayet şeyh Fahreddîn Mevlânâ’nın inayet nazarına mazhar oldu. Mevlânâ’nın müsaadesiyle Muîneddin Pervâne şeyh Fahreddîn’i Tokat tarafına çağırdı ve onun için yüksek bir hânikah yapılmasını emretti. Fahreddîn o hânikahın şeyhi oldu. Şeyh Fahreddîn daima medresenin semâında hazır bulunur ve Mevlânâ’nın büyüklüğünden bahisle ahlar edip ‘Hiç kimse Mevlânâ’yı gerektiği gibi anlayamadı. O, bu dünyaya garip olarak geldi, garip olarak gitti’ derdi.”lxiii
Mevcut belge ve rivayetlere göre Sa’dî de Mevlânâ ile görüşmüştür. Bu rivayetlerden biri Eflâkî’nin Menâkıbü’l-ârifîn’de yazdığıdır ki Acâibü’l-büldân müellifi de bu görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştır.lxiv
Eflâkî (şöyle) yazıyor: “Şiraz ülkesinin padişahı olan Sultan Şemseddin-i Hindî, insanların en hoşu ve en tatlı sözlüsü Şeyh Sa’dî’ye bir mektup gönderip acayip mânalar ihtiva eden gazellerden kimin olursa olsun, canının gıdası yapması için kendisine göndermesini rica etti. Şeyh Sa’dî Mevlânâ Hazretlerinin o günlerde Şiraz’a götürdükleri ve halkın deli divane oldukları yeni bir gazelini yazıp gönderdi. O gazel budur:
هر نفس آوازِ عشق مي رسد از چپ و راست ما به فلک مي رويم عزمِ تماشا که راست
“Her an sağdan soldan aşk sesi geliyor. Biz feleklere gidiyoruz, kim bu temaşaya iştirak etmek istiyor?”
Ve mektubun sonuna da ‘Rum ülkesinde bir mübarek padişah zuhur etmiştir. Bu onun sırrının hoş kokularındandır. Bundan daha iyi bir söz söylenmemiştir ve söylenmeyecektir de. Ben, o sultanı ziyaret etmek üzere Rum diyarına gitmek ve yüzümü onun mübarek ayağının toprağına sürmek istiyorum’ diye yazdı. (…) Sonunda Sa’dî Konya’ya gidip o Hazretin elini öpmekle müşerref ve erlerin inayet nazarına mazhar oldu.”lxv
Acâibü’l-büldân’da (şöyle) rivayet edilmiştir:lxvi “Derler ki tarikat ehlinin şeyhi Muslihuddîn Sa‘dî-yi Şîrâzi, seyahati esnasında Mevlânâ’nın şehrine ulaştı. (…) Bir gün (Mevlânâ) tarzında bir gazel söyleme arzusuyla şu mısraı söyledi:
سرمست اگر در آيي عالم به هم بر آيد
“Eğer sarhoş olarak içeri girersen âlem birbirine karışır.”
Şiirin arkasını getiremedi ve ikinci mısraı söyleyemedi. Bunun üzerine semâ meclisinde (bulunan) Mevlânâ’nın huzuruna vardı. Mevlânâ’nın ilk söylediği söz şu oldu:
سرمست اگر در آيي عالم به هم بر آيد خاکِ وجودِ ما را گرد از عدم بر آيد
“Eğer sarhoş olarak içeri girersen, âlem birbirine karışır. Bizim varlık toprağımızın tozu, yokluktan gelir.”lxvii
Gazeli sonuna kadar (okudu). Şeyh Sa’dî anladı ki Mevlânâ’nın söylediği (şiir), halinin coşup taşmasındandır. Onun iç dünyasının temizliğine olan inancı arttı.”
Merhum üstad Furûzanfer, tarihî problemleri tenkit ve tahkik ederek Menakıbü’l-ârifîn ve Acâibü’l-büldan’da Sa’dî’nin Mevlânâ ile görüşmesine dair (bu) iki rivayeti güvenilir bulmuş; Sa’dî’nin, Mevlânâ’ya duyduğu inanç ve güven ortada iken onun,
از جان برون نيامده جانانت آرزوست زنّار نابريده و ايمانت آرزوست
“Canın (bedeninden) dışarı çıkmamışken sevgiliyi arzuluyorsun; zünnarı koparmamışken imanı arzuluyorsun.”
beytiyle başlayan ve Mevlânâ’nın,
بنماي رخ که باغ و گلستانم آرزوست بگشاي لب که قندِ فراوانم آرزوست
“Yüzünü göster; bağı, gül bahçesini görmeyi arzuluyorum. Dudaklarını aç; bol bol şeker arzuluyorum.”
matlalı gazeline nazîre olduğu anlaşılan şiirinin, Mevlânâ’ya bir cevap ve itiraz olduğu (iddiasını) reddetmiş ve temelsiz saymıştır.
Yine Furûzanfer’in söylediğine göre bazı kimseler, Bûstân’da,
شنيدم که مرديست پاکيزه بوم شناسا و رهرو در اقصاي روم
“İşittim ki Anadolu’da temiz bir memlekette basiret sahibi olan ve (halkı) irşad eden bir adam varmış.”lxviii
beytiyle başlayan hikâyenin, Mevlânâ’nın ahlâkını yermek ve onun misafirperverlikteki (olumsuz tavrını) göstermek için yazıldığını sanmış ve (öyle) beyanda bulunmuşlardır. (Üstada göre, isnad edilenler) kesinlikle Mevlânâ’nın ahlâkına ve davranışlarına uymaz ve (bu iddia) kabul edilemez.
Son olarak (belirtmeliyiz) ki Sa’dî’nin birkaç beyti Eflâkî’nin Menâkıbü’l-ârifîn’inde nakledilmiştirlxix ve bu, Sa’dî’nin şiirinin (daha) kendi zamanında (bile) Anadolu’da meşhur olduğunun delilidir.
* Yard. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi. (Makalenin bilgisayarda yazımı hususunda yardımlarını gördüğüm Dr. İbrahim Kunt ve Arş. Gör. Sinan Taşdelen Beylere teşekkür ederim.)
i Mesnevî, II, 3758 [The Mathnawi of Jalalu’ddin Rumi, nşr. İng. trc. ve şerh: Reynold A. Nicholson, I-VIII, London, 1925-1940; Türkçe trc. Veled İzbudak, I-VI, İst., 1942-1946. Mesnevî’nin Türkçe çevirilerinde (Ankaravî: II, s. 567; İzbudak: II, 3758; Tâhirü’l-Mevlevî: VIII, s. 1091; Gölpınarlı: II, 3769) beyitteki “hâkânî” kelimesi, “hakana mensup, hakanın” manalarında karşılanmıştır. Nicholson da sözkonusu kelimeyi özel isim olarak değerlendirmemiştir.]
ii Dîvân-ı Hâkânî, nşr. Ziyâuddîn Seccâdî, Tahran, 1338 hş., s. 411.
iii Aynı eser, s. 56.
iv Aynı eser, s. 45.
v Bu konunun ve hadisin izahı, ayrıca Dîvân-ı Kebîr’den bir şiir için bkz. Z. Seccâdî, Güzîde-i eş‘âr-ı Hâkânî bâ şerh ü tafsîl, Tahran, 1351 hş., s. 68.
vi Mesnevî-yi meşhûr be Tuhfetü’l-Irâkeyn, nşr. Yahyâ Karîb, Tahran, 1333 hş., s. 28.
vii Dîvân-ı Hâkânî, s. 747.
viii Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr, nşr. Bedîuzzamân Furûzânfer, I-VIII, Tahran, 1336-1345 hş., C. I, s. 247. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), trc. Abdülbaki Gölpınarlı, I-VII, 2.bs., Ankara, 1992, C. IV, s. 157, Gz. no: XIX.]
ix Dîvân-ı Hâkânî, s. 604.
x Külliyyât-ı Şems, C. II, s. 96, Gz. no: 706. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 274, Gz. no: LXXII.]
xi Aynı eser, C. III, s. 215, [Gz. no: 1455. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. II, s. 121, Gz.no: CVII. Mütercim, beyitteki “hazret-i hâkânî” ibaresini, “hakanın tapısı” diye tercüme etmiştir.]
xii Aynı eser, C. VII, s. 486.
xiii Aynı eser, C. II, s. 258, Gz. no: 996; s. 264, Gz. no: 1007. Merhum Furûzanfer, bu sayfanın hâşiyesinde (şöyle) demiştir: “İkinci beyit, biraz farklı olarak, Rûdekî’nindir.” Lübâbü’l-elbâb’dan nakil, s. 8. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 37, Gz. no: XXXI; S. 36, Gz. no: XXX.]
xiv Ahvâl u âsâr-ı Rûdekî, nşr. Saîd Nefîsî, C. III, Tahran, 1319 hş., s. 983. [İkinci beyitteki baba ve anne kavramları için bkz. A. Gölpınarlı, Yüz Soruda Tasavvuf, 2.bs., İst., 1985, s. 61-62.]
xv Külliyyât-ı Şems, C. VI, s. 171, [Gz. no: 2896. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. IV, s. 286, Gz. no: CXLIX.]
xvi Nizâmî-yi Arûzî, Çehâr makâle, nşr. Muhammed Muîn, Tahran, 1334 hş., s. 166-169.
xvii Aynı eser, s. 63.
xviii Dîvân-ı Hâfız, nşr. Muhammed Kazvînî-Kâsım Ganî, Tahran, 1320 hş. [Gz. no: 432. Hafız Divanı (Tercümesi), trc. A. Gölpınarlı, 2.bs. Ankara, 1985, s. 481, Gz. no: CDLXXXII. Burada ikinci mısra -Kazvînî-Ganî neşrinde belirtildiği üzere- birçok nüshada olduğu gibi farklı şekildedir ve mütercim onu, “rüzgârından huriler huyunun kokusu gelip duran” diye Türkçe’ye çevirmiştir.]
xix Zebîhullah Safâ, Târîh-i edebiyyât der Îrân, C. I, Tahran, 1332 hş., s. 441-449; Ahvâl ü eş‘âr-ı Kisâî, nşr. Mehdî Dırahşân, C. I, Tahran, 1309 hş., mukaddime.]
xx Külliyyât-ı Şems, C. II, s. 190, [Gz. no: 879. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. II, s. 336, Gz. no: XXXIX. Söz konusu iki beytin tercümesi, Gölpınarlı’nın eserinden aynene nakledilmiştir.
xxi Aynı eser, C. III, s. 215, [Gz. no: 824. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. IV, s. 180, Gz. no: XLIV.]
xxii Târîh-i güzîde, nşr. Abdü’l-Hüseyn Nevâyî, Tahran, 1334 hş., s. 740.
xxiii Külliyyât-ı Şems, C. I, s. 28, Gz. no: 49. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. VII, s. 77, Gz. no: II.]
xxiv Aynı eser, C. II, s. 137, Gz. no: 781; s. 149, Gz. no:803. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. VII, s. 305, Gz. no: XXXVII.]
xxv Bkz. aynı eser, 781. gazelin haşiyesi.
xxvi Aynı eser, C. II, s. 149, Gz. no: 803. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. VII, s. 666, Gz. no: LXXXII.]
xxvii Aynı eser, C. I, s. 258, Gz. no: 446. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. II, s. 319, Gz. no: XXVI.]
xxviii Dîvân-ı Seyyid Hasan-ı Gaznevî mülakkab be Eşref, nşr. M. Takî Müderris Razavî, Tahran, 1328 hş., s. 31-32; ayrıca bkz. Fîhi mâ fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1348 hş., s.294 (Açıklamalar kısmı). [Hasan-ı Gaznevî’nin beytinde farklılık olarak sadece “budest” yerine “fütâd” vardır.]
xxix Külliyyât-ı Şems, C. I, s. 280, Gz. no: 481. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. II, s. 94, Gz. no: XXXII.]
xxx Aynı eser, C. I, s. 93, [Gz. no: 702. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 276, Gz. no: LXXIV.] Gazelin hâşiyesinde (s. 250) Leylî vü Mecnûn’un Tahran baskısına işaret edilmiştir.
xxxi Aynı eser, C. II, s. 289, Gz. no: 1054. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 279, Gz. no: LXXVIII.] Hâşiyede (s. 285) Nizâmî’nin Hamse’sinin Tahran baskısına atıfta bulunulmuştur.
xxxii Aynı yer. [Beytin tercümesi için bkz. Leylâ ile Mecnun (Tercümesi), trc. Ali Nihad Tarlan, İst., 1943, s. 183.]
xxxiii Aynı eser, C. II, s. 296, Gz. no: 1069. [Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. III, s. 446, Gz. no: LXXV. Beyitteki “kâhil” kelimeleri, tercümede “kâmil” karşılığı olarak “olgunluk çağına, olgunların” şeklinde yer almıştır. Beyitte geçen “kırân”, iki yıldızın, aynı burcun aynı derecesinde bulunmasıdır. Müşteri ile ayın kırânı pek kutludur. Bkz. Hafız Divanı (Tercümesi), 1851 nolu beytin izahı.]
xxxiv Dîvân-ı Enverî, nşr. M. Takî Müderris Razavî, C. I, Tahran, 1347 hş., s. 243.
xxxv Külliyyât-ı Şems, C. III, s. 39, [Gz. no: 1142; ayrıca krş. 214 nolu gazel. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. III, s. 206, Gz. no: CXXIX; krş. C. III, s. 67, Gz. no: X. Furûzânfer neşrinde ikinci matla şöyledir: Dıraht eger müteharrik budî zi cây be câ/Ne renc-i erre keşîdî ne zahmhâ-yı cefâ.]
xxxvi Dîvân-ı Enverî, s. 210. [A. Gölpınarlı’nın Mesnevi ve Şerhi (2.bs., I-IV, İst., 1985) isimli eserinin indeksinde “Enverî” bir yerde (C. I, s. 580) geçmektedir ve müellif, burada yer alan Rum ve Çin Ülkesi Ressamları hikâyesi hakkında şöyle demektedir: “3479. beyitten sonraki hikâye, Furûzanfer’e göre İhyâu’l-ulûm’da geçmekte; Enverî’nin 4 beytinde, Nizâmî’nin İskender-nâme’sinde bulunduğunu bildiriyor ve metin veriyor. (Meâhiz, s. 33-35)”]
xxxvii Külliyyât-ı Şems, C. IV, s. 78’de bir gazel, Cemâlüddîn Abdürrezzâk’a nazîre olarak yazılmıştır.
xxxviii Bkz. Çehâr makâle, Hâşiyeler; Dîvân-ı Hakîm Senâî, nşr.Müderris Razavî, Tahran, 1341 hş., Mukaddime ve diğer kaynaklar.
xxxix Dîvân-ı Hâkânî, Mukaddime, s. 6.
xl Aynı eser, s. 858.
xli Târîh-i edebiyyât der Îrân, C. II, s. 865. [Z. Safâ beytin kaynağını belirtmemiştir. A. Gölpınarlı’nın belirttiği gibi bu beyit, bazı küçük farklılıklarla Sultan Veled’e aittir. Bkz. Dîvân-ı Sultân Veled, nşr. F. Nafiz Uzluk, Ankara, 1941, s. 277; A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, İst., 1953, s. 58.]
xlii Aynı yer.[Z. Safâ, bu beytin de kaynağını belirtmemiştir.]
xliii Saîd Nefîsî, Cüst-cû der ahvâl ü âsâr-ı Şeyh Ferîdüddîn Attâr-ı Nîşâbûrî, Tahran, 1320 hş.; B. Furûzânfer, Şerh-i ahvâl ü nakd ü tahlîl-i âsâr-ı Şeyh Ferîdüddîn Muhammed Attâr-ı Nîşâbûrî, Tahran, 1339 hş.; Târîh-i edebiyyât der Îrân, C. II, s. 858 vd.
xliv Bkz. B. Furûzânfer, Risâle der tahkîk-i ahvâl ü zindegânî-yi Celâleddîn Muhammed meşhûr be Mevlevî, 2.bs., Tahran, 1333 hş., s. 107, haşiye 1. [Mevlâna Celâleddin, trc. F. Nafiz Uzluk, İst., 1963, s. 145-146. İlâhî-nâme için bkz. Mesnevi (Nicholson neşri ve İzbudak tercümesi), III,2771, 3750; IV, 2567; VI, 3345 (Başlık); A. Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerhi, III, 2772, 3751; IV, 2567; VI, 3352 (Başlık) nolu beyitlerin izahları. Ayrıca krş. Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn, nşr. Tahsin Yazıcı, Ankara, 1961, C. II, s. 740; Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, Ankara, 1954, C. II, s. 155-160.]
xlv Külliyyât-ı Şems, C. I, s. 20, [Gz. no: 24.Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. I, s. 43-44, Gz.no: XXVII.]
xlvi Aynı eser, C. I, s. 44, [Gz. no: 60. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 390, Gz.no: XVI.]
xlvii Aynı eser, C. II, s. 161,[Gz. no: 824. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. IV, s.180, Gz.no: XLIV.]
xlviii Aynı eser, C. I, s. 155, [Gz. no: 249. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 108, Gz.no: II.]
xlix Dîvân-ı Senâî, s. 799. Krş. Mevlânâ’nın s. 151’deki gazelinin hâşiyesi.
l Külliyyât-ı Şems, C. I, s. 113, [Gz. no: 15. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. I, s. 23, Gz.no: XI.]
li Aynı eser, s. 13’ün hâşiyesi.
lii Aynı eser, C. III, s. 126. (Hâşiyede Senâî’ye işaret edilmektedir.) [Gz. no: 1300. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 153, Gz.no: LII.]
liii Aynı eser, C. III, s. 247. (Hâşiyede Senâî’nin Hadîka’sına işaret edilmektedir.) [Gz. no: 973. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. V, s. 125, Gz.no: XX.]
liv Aynı eser, C. III, s. 96. (Hâşiyede Senâî’nin Hadîka’sına işaret edilmektedir. Krş. Müderris Razavî neşri, s. 449, st. 4) [Gz. no: 1244. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. III, s. 466, Gz.no: XCV.]
lv B. Furûzânfer, Risâle der tahkîk…, s. 107.
lvi B. Furûzânfer, Meâhiz-i kısas ve temsîlât-ı Mesnevî, Tahran, 1333 hş., s. 121. [Mesnevî (Nich.neşri) III, 3808]
lvii Aynı yer. [Mesnevî (Nich.neşri) III, 4292. Bir önceki beyitte “Hakîm”in sözünün nakledileceği bildirilmektedir.]
lviii Fîhi mâ fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1348 hş., s. 207. [Trc. A. Gölpınarlı, İst., 1959, s. 179.]
lix Menâkıbü’l-ârifîn, C. I, s. 222 [Ariflerin Menkıbeleri, C. I, s. 240-241]; ayrıca bkz. B. Furûzânfer, Risâle der tahkîk…, s. 125. [Mevlâna Celâleddin, s.169.]
lx Menâkıbü’l-ârifîn, C. I, s. 221. [Ariflerin Menkıbeleri, C. I, s. 239.]
lxi Külliyyât-ı Şems, C. VI, s. 211, [Gz. no: 2967. Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. I, s. 386, Gz. no: CXLV. Mütercim, beyitte tevriyeli olarak kullanıldığı anlaşılan Attâr kelimesini, “güzel kokular satan” diye tercüme etmiştir.]
lxii B. Furûzânfer, Risâle der tahkîk…, s. 124. [Mevlâna Celâleddin, s. 166-167]; Külliyyât-ı Şeyh Fahrüddîn İbrâhîm-i Hemedânî mütehallıs be Irâkî, nşr. Saîd Nefîsî, Tahran, 1336 hş., Mukaddime.
lxiii Menâkıbü’l-ârifîn, C. I, s. 399. [Ariflerin Menkıbeleri, C. I, s. 431. Tercüme buradan nakledilmiştir.]
lxiv B. Furûzânfer, Risâle der tahkîk…, s. 128-132. [Mevlâna Celâleddin, s. 172 vd. Acâibü’l-büldân, makalede birkaç kez yanlışlıkla Mu‘cemü’l-büldân olarak zikredilmiştir.]
lxv Aynı yer. [Ariflerin Menkıbeleri, C. I, s. 291-292. Tercüme, buradan nakledilmiştir.] Ayrıca bkz. Külliyyât-ı Şems, C. I, s. 269, hâşiye 1.
lxvi B. Furûzânfer, Risâle der tahkîk…, s. 130. [Mevlâna Celâleddin, s. 173-174.]
lxvii [B. Furûzânfer’in notu]: Bu beyit, Sa‘dî’nin Bedîiyyât’ındaki bir gazelin matlaıdır. [Bkz. Külliyyât-ı Sa‘dî, nşr. Muhammed Alî Furûğî, 6.bs, Tahran, 1370 hş., s. 212.] Mevlânâ’nın şu beyitle başlayan bir gazeli vardır: Ey ân ki pîş-i hüsnet hûrî kadem der âyed/Der hâne-i hayâlet şâyed ki gam der âyed: “Ey güzelliğinin huzuruna (ancak) hûrinin girebildiği (güzel)! Senin hayal evine, üzüntünün girmesi yakışır mı?” (Risâle der tahkîk…, s. 129, not 2; [ Külliyyât-ı Şems, Gz. no: 851; Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. I, s. 262, Gz. no: XXXVII.]
lxviii [Yukarıdaki beyitler için bkz.: Külliyyât-ı Sa‘dî, Bûstân, 2. Bâb, s. 84. Külliyyât-ı Şems, Gz. no: 441; Divan-ı Kebir (Tercümesi), C. II, s. 300-301, Gz. no: XIV.]
lxix Menâkıbü’l-ârifîn, C. I, s. 54, 446, 457 . [Ariflerin Menkıbeleri, C. I, s. 291-292.]