HZ. MEVLÂNA GÖZÜ İLE MESNEVÎ’DE DİNLER
Prof. Dr. Mehmet AYDIN
Hz. Mevlâna’nın en büyük eseri olan Mesnevî, içinde birçok konuları toplamış bir aşk ve vecd kitabıdır. Didaktik ve lirik şiirlerden, hikâye ve masallardan tutun da, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin en ince yorumlarına kadar Mesnevî’de yüzlerce, binlerce hikmet vardır. Hz. Mevlâna kendine has gönül pınarından duyduğu ve hissettiği duyguları, dile getirirken yer yer Hz. Musa’dan, Firavun’dan, Nemrud’dan ve Hz. İsa’dan da bahsetmiş ve onları İslâmî görüş zaviyesinden ele alarak, kendine özgü espri plânında bir değerlendirmeye tabi tutmuş ve bir takım hikmetlere ulaşmıştır. Hz. Mevlâna’nın diğer dinlere ve din mensuplarına karşı gösterdiği geniş toleransı daha önceki kongrelerde sunduğum için bu tebliğimde konuya bir başka zaviyeden, Mevlâna’nın bakış istikametini göstermeye çalışacağım.
Şüphesiz Mesnevî’de Hz. Mevlâna, bütün dinlere işarette bulunmamıştır. Hz. Mevlâna Mesnevî’de vehme, nefsinin arzularına tabi olan Firavun’la, akla ve vahye tabi olan Hz. Musa’nın muhakeme ve davranış tarzlarını mukayese etmiş, İlâhî kudretin karşısında, saman çöpleri gibi dayanıksız sebep ve sonuçlara tutunanların akıbetini bütün dehşetiyle ortaya koymuştur.
Mesnevî’de ilk bahsedilen dinî motif, şüphesiz İbranilerin dini olan Yahudilikolmuştur. Mesnevî, Mısır’ın hâkimi ve sultanı olan Firavun’un içinde yaşadığı saltanat ve zülüm hayatından bahsetmiş, tacının ve tahtının üstüne hiç ayrılmamak üzere oturmuş olan ve etrafına terör ve dehşet saçan Firâvun’un ihtirasından söz etmiştir. ‘Allahlık’ iddiasında bulunan Firavun, kendini Allah’la bir tutmuştur. Yönetimini müneccimlerle, sihirbazlarla- dalkavuklarla sürdürmüştür. Zulmün doruk noktasına çıkmıştır. İşte tam bu sırada, gökte felâket alâmetleri belirmiş, rüyada tacının ve tahtının elinden alınacağını görmüştür. Bu dehşet dolu belâ ve musibetin engellenmesi için Firavun müneccimlere ve sihirbazlara başvurmuştur. Firavun’un korktuğu, Hz. Musa’nın doğacak olmasıydı. Firavun ne pahasına olursa olsun bu doğumun önüne geçmek istiyordu. Bunun için kendisine, İbranî erkeklerinin, kadınlarından ayrılması önerilmişti. İşte bu amaçla düzenler kurulmuş, plânlar yapılmıştı. Bütün İbranî erkekleri bir meydanda toplanmıştı. Hepsi evlerinden uzaklaştırılmışlardı. Firavun ve avanesi kurulan tuzaktan memnundu. Artık İbranî erkekleri en azından bu tehlike anında, yeni bir doğuma âlet olmayacaklardı. Ne var ki Firavun’un haznedarı da bir İbrani’ydi. Ancak Firavun, haznedarı olan İmran’a güveniyordu; yine de karısı ile birlikte olmaması için ona da sıkı sıkı tembihatta bulunmuştu. İmran da kendisine söz vermişti.
Ancak İmran’ın karısı İlâhî takdir gereğince gece evinde duramamış ve kocasının yanına binbir düzenle gelmişti. İşte o zaman Firavun’un plânı alt üst olmuştu. Firavun’un amansız düşmanı olacak olan Musa’nın doğması hak olmuştu. Bir gün önce beliren felâketin alâmetleri gerçekleşmeye yüz tutmuştu. Aldığı tüm tedbirlere rağmen, Firavun, olacak olan felâketi önleyememişti. Artık çaresiz kalmıştı. Öfkesini müneccimlerden almaya yönelmişti ve şöyle diyordu: “Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekâr ve şom kişilersiniz. Sizi öldürtür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir; Sizi ateşe odun yapar, yeyip içtiklerinizi fitil fitil burnunuzdan getiririm.”i
Müneccimler ise, Firavun’dan af istiyorlardı. Kendilerinin bağışlamasını diliyorlardı. Belki doğacak düşmanı, doğum günü yakalarız demişlerdi. Bu defa da, Firavun’un dikkatini doğum gününe çekmişlerdi. Çünkü Firavun çaresizdi. Dokuz ay bekleyecek ve sonunda İbranî kadınlarını doğum anında yakalayacak, doğacak olan bütün erkek çocukları yok edecek ve gelecek belâdan kurtulacaktı. Nitekim öyle yapmıştı. O gece hamile kalan bütün İbranî kadınlarının meydana getirdiği erkek çocukları öldürülmüştü. Böylece Firavun felâketi önlediğini sanmıştı. Bu olayı Mesnevî’den şöyle okuyoruz:
“Firavun neticede kaderi değiştirmek istiyor, kapıya gelip çatan kazayı geri çevirmek istiyordu. Kaza kaderse o düzencinin bıyığına, her solukta, dudak altından acı acı gülüyordu. Allah’ın buyruğu değişsin, takdiri bozulsun diye yüzbinlerce çocuk öldürttü.”
“Musa peygamber meydana çıkmasın diye, binlerce zulmetti. Boynuna binlerce vebal aldı. Binlerce kan döktü. O, bunca kana girdi. Musa da doğdu, onu kahretmeye hazırlandı.”
“Zevalsiz Tanrı’nın iş yurdunu görseydi, eli ayağı kururdu da hileye düzene girişmezdi. Musa, kendi evinin içindeydi, bağışlanmıştı. Oysa boş yere dışarıdaki çocukları öldürtüyordu.”ii
Görüldüğü gibi burada Hz. Mevlânâ’nın üzerinde durduğu konu, Allah’ın bir şeyi murad ettiğinde o şeyin mutlaka olmasıdır. Allah’ın takdirinin önüne geçmek mümkün değildir. Allah’ın takdirinin önüne geçmek isteyenler, zulme, işkenceye, daha çok batarlar. Haksızlıkların içine gömülürler. Bunun için insanlar Allah’ın kendilerine emanet ettiği nimetleri makamı, serveti, kendileri için zulüm aracı olarak kullanmamaları gerekir. Her an Allah’ın hakimiyetini gücünü hatırlayarak, ona teslim olmaları kendilerinden beklenen görevleri hakkıyla yerine getirmeleri icap eder. Böyle yapmayanların âkıbeti, Hz. Musa’nın karşısında, Firavun’un yok olduğu gibi yok olup gitmektir.
Gerek Tevrat’ta, gerekse Kur’an-ı Kerim’de gördüğümüz gibi, Firavun’un bunca hile ve tuzaklarına rağmen Hz. Musa’yı Allah, İlâhî takdiri gereğince, her şeyden koruyarak bizzat Firavun’un sarayında, hattâ Firavun’un ekmeği ile büyütmüştür. Ona kendi öz anasının sütünü emzirtmiştir.iii Çünkü Mesnevî’nin belirtmeye çalıştığı espriye göre insanların düzeninin Allah’ın düzeni ve plânı yanında ne hükmü olabilirdi. İşte Hz. Musa, Allah’ın bu plânının bir meyvesiydi. Bu plân gereğince Musa, peygamber olmuştu. Hedef, Allah’ın varlığı karşısında kendinde bir varlık gören Firavun’un devrilmesiydi. Onun acizliğinin, hiçliğinin ortaya konmasıydı. Mesnevî’de Mevlânâ bu konuda şöyle der:
“Âlemi yakıp yıkan Firavun’da vehim vardı. Canları aydınlatan Musa’da akıl; Musa akıldı; Allah’ın elçisiydi. Allah’ın deliliydi. Allah’ın topraktan yarattığıydı. Musa’nın ressamı Allah’tı. Firavun ise gaddardı, müşrikti, ikilik dâvâsındaydı iv.
Hz. Musa’nın Firavun’dan istediği tek şey ‘Her şeyi yaratıp onaran Tanrı’dan başka yoktur tapacak’ olduğunu kabul etmesiydi. Çünkü Musa, Tanrı’nın irâdesiydi, O’nun kuluydu. O’nun yüceliğinde mutlu oluyordu. O’nun emrini îfâda huzur duyuyordu. Bunun için Musa, Firavun’a şöyle demişti: ‘Tanrı kudretinin nasıl sonu yoksa, onu anlatmanın da sonu yoktur, yani ağzını, çevir yaprağını’…”v
Fakat şeytanın âleti olan Firavun, insafa gelmez. Her şeyin kendi elinde olduğunu sanmaktadır. Elindeki düzme tedbirlere, büyücülere hâlâ güvenmektedir. Allah’ın vahyine ve irâdesine büyü ile karşı koymak istemektedir. Oysa Allah’ın tedbirinin gücünün, kudretinin önünde insanın sığındığı tedbirlerin ne önemi olabilir ki?
İşte Musa’nın kuru bir asası Firavun’un büyücülerinin yaptıkları tüm büyüleri büyük bir ejderha oluvererek yutuvermişti. Firavun’un büyücüleri de şaşmıştı buna. Burada, Mevlânâ’nın vermek istediği mesaj Allah’ın iradesine boyun eğmeyip de, kendi çıkarları uğruna düzenbazlık yapanların halinin perişanlığıydı.
Nitekim Mevlânâ, Hz. Musa’yı şöyle konuşturur:
“Gerçek olmayan padişahlığı ne el bil, ne yel.
Çalma çarpma padişahlıkta ne gönül vardır, ne can, ne göz.
Halkın verdiği padişahlığı halk, borç para gibi gene senden alır.
Eğreti padişahlığı Tanrı’ya ver de Tanrı sana gerçek bir padişahlık versin”vi.
Firavun’a karşı Hz. Musa’ya Hz. Mevlânâ’nın söylettiği bu sözler üzerine saatlerce dursak yine de içindeki derin mânâyı aktaramayız. Bu sözlerle Mevlânâ çile çekmeden, zahmete girmeden çalma ve çırpma ile elde edilen makamların, eşyanın, servetlerin ruhu olmaz. Böyle şeyler insan, üzerinde iğreti durur. İnsanların verdiği ikballerin de aslı esası yoktur. Bunlar alman borç paralara benzemektedir. Halk onu istediği zaman geri alır.
İnsana düşen iğreti padişahlıklardan, insanın kurtulması ve Allah’tan gerçek padişahlığı almasıdır, diyor Mevlânâ. Gerçek padişahlık ise Allah’ın gücü ile güçlenmek, onunla hemhal olmaktır, diyor Mevlânâ.
Yine Mesnevî’de, Kur’ân-ı Kerim’de geçen bir âyeti kerimeye telmihte bulunarak Mevlânâ insanın öğrendiği bilgiyle amel etmesinin gereğine ve içindeki derin mânâyı anlamasına işaret etmektedir. Bildikleri ile amel etmeyen Yahudiler “Kitaplar yüklü” merkeplere benzetilmiştir. İşte bu konu da Mevlânâ şöyle demektedir:
“Ondan olmayan, vasıtasız olarak ondan gelmeyen bilgi, gelin süsleyen kadının sürdüğü renk gibi durmaz, uçar gider. Kendine gel de hevesine uyup o yükü taşıma; taşıma da içindeki bilgi ambarını gör. Böylece rahvan giden bilgi atına bin, ondan sonra sırtındaki yük düşer gider.” vii
Bunun için Mevlânâ diyor ki, öğrendiğimizle, size tebliğ edilenlere amel edin. Bildiklerinizi, amel etmeksizin taşıyorsanız o size yük olur. Amel eder, başkalarını da bilgilendirirseniz o bilgi size hafif gelir.
Mesnevî’de Hz. Mevlânâ, Hıristiyanlığın temel motiflerine de işaret etmektedir. Hz. İsa’nın babasız doğuşu olayı, Hz. Meryem’in erkekle ilişki olmadan hâmile kalması bu motiflerdendir. Hem Hıristiyanlık hem de İslâmiyet, Hz. Meryem’in hamileliğinin “Allah’ın kudretinin” bir eseri olduğunu söylemektedir. Özellikle İslâmiyet bu konuyu, bütün berraklığı içinde ortaya koymakta ve Hz. Meryem’e hiçbir suretle leke düşürmemektedir.
İşte bu konu Mesnevî’de çok edebî bir atmosfer içinde dile getirilmektedir. Hz. Meryem, hayanın, iffetin timsalidir. Kendisini Allah’a adamış biridir. İlâhî kudret, böyle birini, anlaşması zor hikmet kıvılcımları ile hiçbir erkek dokunmadan hâmile bırakmıştır. Olay baştan başa Allah’ın kudretinin binbir renkli pırıltıları içinde cereyan etmektedir. Kafası gönlü, madde ile, sebep sonuç ilişkileri ile dolup taşan Yahudi toplumunun, bu olay karşısında beyni sarsılması Allah’ın güç ve kudretinin önünde tazimle eğilmesi gerekirdi. Fakat bu inceler incesi olayı, sadece ince zekâ sahipleri kavrayabilirlerdi. Bunun için o devrin Yahudi zihniyeti, olayı kavrayamamış ve Hz. Meryem’e olmadık isnatlarda bulunmuşlardır. İşte bu olayı Hz. Mevlâna şöyle dile getirmektedir:
“Kayadan meydana gelmiş dağa okudum; Çatladı, yarıldı. Göbeğine dek hırkasını yırttı. Ölünün bedenine okudum üfürdüm, dirildi. Hiçbir şey olmayana okudum, bir şey oldu. Fakat ahmağın gönlüne okudum, hem de sevgi ile dileyerek, yüz binlerce kerre okudum. Bir dermanı olmadı. Granit bir kaya kesildi. Hiç bir tepki yaratmadı onda. Kum oldu sanki, hiçbir tohum bitmedi gitti ondan. Hikmeti nedir ki, Tanrı’nın adı buna bir fayda vermiyor da öbüründe bir tepki yaratıyor? Onlar da illet, bu da illet. Neden buna ilaç oluyor da ona olmuyor? İsa, ahmaklık dedi. Tanrı’nın kahrıdır. İlletse, körlükse kahr değildir, belâya uğrayıştır. Belâya uğrayış bir illettir ki, insanı açındırır; Ahmaklıksa öyle bir illettir ki insanı yaralar. Ahmağa vurulan dağ, Tanrı’nın mühürleyişidir. Hiçbir el çâre vermez ona.”viii
Hz. Mevlâna’nın burada vermek istediği mesaj, Hz. İsa’nın doğumundaki incelikleri anlayamayan o devrin Yahudi anlayışsızlığıdır. Bunun için Hz. Mevlâna’ya göre, yerine göre söz, ölülere bile tesir eder de, ahmaklara tesir etmez.
Yine Hz. Mevlâna Mesnevî’de Hıristiyanlığın diğer önemli bir motifine de temas etmektedir. O da, bir yandan onlar, İsa’nın çarmıha gerildiğine inanmaktadırlar, diğer yandan da onu tanrı kabul ederek ondan medet ummaktadırlar. Hz. Mevlâna’ya göre çarmıha gerilmiş olan birisi bizzat acizlik içinde bulunurken, nasıl olur da başkalarını kurtarabilir? Bunu da Hz. Mevlâna bir bilgisizlik olarak nitelemekte ve şöyle demektedir :
“Meryemoğlu İsa o ışığın merdivenini buldu da tez elden dördüncü kat göğün yücesine çıktı. Hıristiyanların bilgisizliğine bak ki asılmış tanrıdan medet umuyorlar. Onlarca Yahudi onu asmış; peki ona kim aman verecek.ix
Hz. Mevlâna’ya göre, İsa’ya da bir aman verici olması gerekirdi. O da Allah’tı.
Mesnevî’de dile getirilen bir diğer inanç şekli de Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Müslümanlıktı. Hz. İbrahim’in kavmi, Allah’ın vahdaniyetine inanmayarak, putlara tapıyorlar ve yıldızlara saygı gösteriyorlardı.
Hz. İbrahim ise insanlara hiçbir faydası olmayan putların ibâdete lâyık olmadığını söylüyordu. Ayrıca ay, güneş ve yıldızların da Allah olmaya lâyık olmadıklarını, çünkü, onların da bir batıp, bir ortaya çıktıklarını söyleyerek, geçici olduklarını belirtiyordu. İşte Hz. Mevlâna buradan hareketle “Kılavuz olmadıkça bu ovada yola düşme, Halil gibi, ben batanları sevmem de.” diyorx. Yani dünyada rehbersiz yol arama. Seçtiğin rehberleri de iyi seç. Batan, solan, yok olanları değil; ebedî ve ezelî olan Allah’ı rehber tanı, O’nun yolunda yürü, diyor Mevlâna.
Görüldüğü gibi Hz. Mevlâna’nın bahsettiği dinlerde yakalamak istediği temel espri, İlâhî iradenin karşısında hiçbir şeyin mukavemet gösteremeyeceği gerçeğidir. Şeytanın, vehmin, ihtirasın, zulmün sembolü olan Firavun, Nemrut hep bu tanrısal iradenin önünde dize gelmişler, bu iradenin habercileri olan Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed Mustafa’nın dâvaları bu bön ve ahmak düşünce sistemlerine daima galebe çalmıştır. Hz. Mevlâna’ya göre Allah’ın vahyi, akla ufuk açmaktadır. Musa bu yoldadır. Firâvun ise, vehmin kurbanıdır. Akıl her zaman vehme galebe çalmıştır. Hz. Mevlâna insanlığa, Halil İbrahim Peygamber gibi “Ben batanları sevmem” demelerini, ezel-ebed çizgisinde mutlak olan Allah’ın kulu olmalarını ve O’nun sönmeyen nurundan istifade etmelerini istemektedir
II. Milletler Arası Mevlâna Kongresi, Tebliğler, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya, 1990, s. 149-154
iDİPNOTLAR
Mesnevi, III, Beyit, 925-927. Türkçe çeviri Vedat İzbudak. İst. 1966, s. 74.
ii Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi Tercümesi ve Şerhi, İst. 1981, II, 443, Beyit, 772 – 776.
iii Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi Tercümesi, II, s. 613, Beyit, 2976 – 2979.
iv a.g.e., IV, 531 – 532, Beyit, 2307 – 2308, 2327 – 2329.
v a.g.e., III, 85, Beyit, 1081.
vi a.g.e., IV, 566, Beyit, 2775 – 2778.
vii Mesnevi Tercüme ve Şerhi, I, 316, Beyit, 3462-3465.
viii a.g.e., III, 186-187, Beyit, 2587-2595.
ix a.g.e., II, 460, 494, Beyit, 922, 1404 – 1405.
x a.g.e., I, 72, Beyit, 429.