CARİYENİN HASTALIĞI – Mehmet Demirci

Mesnevi Hikayelerinden Dersler 1

CARİYENİN HASTALIĞI

Mehmet Demirci

Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona aşık oldu.

O devrin adetlerine göre, bedelini ödeyerek onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalı­ğına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti ol­madı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, sec­deye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yal­vardı. Sonunda bilge bir hekime rastladı.

Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup dinledi.

“Diğer hekimlerin içeriden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde.” dedi.

Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi.

Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu farketmişti. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.

Hekim durumu anlayınca:

-Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır etrafta kimseler bulunmasın ki ben hastayla başbaşa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim.

Padişah emretti oda boşaldı. Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle sormaya başladı:

-Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle, çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır.

-Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın? diye sordu. Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu.

Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu. Hekim kızın nabzını tutmuştu ve şöyle düşünüyordu:

“Bu kızcağız kimin adını söylediğinde heyecanlanır ve nabzı hızlanırsa, demek ki sevdiği, uğruna hasta olup ya­taklara düşerek mum gibi eridiği odur.” diye düşünü­yordu.

Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik ol­madı. Hekim:

-Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin? diye sordu.

Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha son­ra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri görüşüp tanış­tığı insanları birer birer sayıp döktü. Lâkin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar.

Semerkant’ın adı geçince kızın nabzı hızlandı yüzü, yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant’ta bir kuyumcuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ızdırabıyla yanıp tutuşuyordu.

Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant’ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi.

Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı:

-Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getir­mekten başka çare yok, dedi.

Bunu duyan padişah hekimin nasihatim canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu da­vet etmek üzere bir elçi gönderdi. Elçi Semerkant’a va­rınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu. Padişahın gön­derdiği hediyeleri takdim etti ve padişahın onu davet et­tiğini söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola ko­yulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.

Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti.

Hekim bunun üzerine:

-Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin, dedi.

Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu. (Mesnevi, C. I, beyit: 35-200)

*

AÇIKLAMA

Şarihlere göre bu hikaye bir bakıma insanın halini anlatır. Burada insan ruhunun ilahi alemden ayrıldıktan sonra, zaman içinde yaşadığı büyük macera dile getirilir.

Daha beden yaratılmadan önce “ruh” denen bir padişah vardı. Bu padişah her iki dünya mülkünün sultanıdır. Onun yolu bu dünyaya düştüğü zaman, orada “nefis” cariyesi denen akıl alıcı bir güzel gördü. Ona çılgınca aşık oldu ve kul köle olacak hallere düştü.  Kısacası, dünya heveslerine ve dünya ihtiraslarına kapılan kendi nefsinin esiri haline geldi.

Padişah bu cariyeye âşık olur, büyük servet vererek kızı alır. Fakat bunun için verdiği servetin aslında gönül serveti olduğunu ve o servetle hakikatte geçici güzelliklerin değil, gerçek ve ebedi güzelliğin elde edileceğini unutmuş olur.

Ruhun vücuda girip, onun renk ve ten güzelliğine, arzu ve ihtiyaçlarına esir olması, vücudun emirlerine uyarak kendi doğru yolundan ayrılması hasta düşmesine yol açar. Bu hal ister istemez ruha ıztırap verir. O  bir bakıma cariyenin hastalığında, kendi derdine deva arar olur. Ne var ki hekimler bu tür hastalıktan anlamaz ve çaresini de bilmezler.

Pozitivist görüşlü ve iddiacı tabipler her çeşit hastalığa çare buluruz diye kibirlenirler. Ama hastalığı manevi olan cariyeyi iyileştiremezler. Çünkü onların uzmanlıkları bedeni ve zahiri hastalıklar üzerinedir.

Manevi hastalığı olanları ise başka alanda ihtisası olan hazık hekimler iyileştirebilirler. Şarihlere göre onlar, kâmil mürşidlerdir.

Her iki türden hekim için ortak sayılabilecek bir teşhis aracı ise, hastanın nabzına bakmaktır. Hikayeden anlaşıldığına göre, nabız tutarak hastalığı belirlemek, eski devirlerden beri tıpta baş vurulan bir usuldür. Günümüz modern tıbbında da bilhassa kalble ilgili hastalıklarda nabza bakmak önemli bir göstergedir.

Cariyenin hastalanmasına sebep olan “aşk” ulvi bir duygudur. Hakiki aşk baki olan Allah”ı sevmektir. Mecazi aşk bir fani vücudu sevmektir. İffetli olan mecazi aşk, hakiki aşka ulaştırır. Mecaz hakikate götüren köprüdür. Mecazi denilen insan aşkı da kulu bir gün Allah aşkına götürebilir. Yeter ki bu aşk bir vücut ihtirası bir nefis hastalığı, kısacası yanılmış ve sapıtmış bir istek olmasın.

İffetten uzak, sadece maddi beden sevgisinden ibaret muhabbete aşk denmez. Böylesi insanı hakiki aşka götürmez.