KÖTÜ HUYLARDAN NASIL KURTULURUM? – Cihan Okuyucu

KÖTÜ HUYLARDAN NASIL KURTULURUM?

Cihan Okuyucu

Yusuf”un yüz güzelliği Allah vergisi. Ama onun iç güzelliğine ulaşmak, gösterilecek gayrete göre herkes için mümkün. Mesnevî bu güzelliğin formülünü bir maddede özetliyor: Önce kendi ayıplarını gör ve bunlardan kurtul! Şimdi bu babdaki fikirleri özetleyelim.

Önce Kendi Aybını Gör:

Cenab-ı Peygamber model insandır. Niçin? Bunun cevabı kendi ifadesiyle şu: “Eddebeni Rabbi…” Yani; “Edebimle bizzat Rabbim ilgilendi… Beni o terbiye etti.” Diğer insanlar arasında sahabenin üstünlüğü de bu “Rabbi tarafından terbiye edilmiş insan”ın edeb mektebinden geçmiş olmaları. Mevlânâ aşağıdaki dörtlükte insanı hayvandan ayıran en önemli özelliğin edeb olduğunu vurguluyor:

Ademizâde eğer bî-edebest âdem nist

Fark der cism-i benî-âdem ü hayvan edebest

Çeşm bigüşâ vü bibin cümle kelamullahra

Ayet ayet hemegî manî-i Kuran edebest

Yani: Insanoğlu eğer edebli değilse insan değildir. Hayvanla insanoğlu bedence birdir, fark ikisi arasındaki edebdir. Gözünü aç ve Allah’ın kelamını baştan başa gözden geçir! Göreceksin ki ayet ayet bütün manasıyla Kur’ân bir edep öğretme kitabından ibarettir!

Peki Ama Edeb Nedir?

Mevlânâ’ya göre edeb şu iki husustan ibarettir: Zahiri edeb Hakk’ın açık emir ve yasaklarına uymaktır. Batıni edep ise insanın içini kirlerden temizlemesi, her yüzde Hakk’ın tecellisini ve güzelliğini görmesidir. Bu duruma göre baş kabahat insanın kendi aybı dururken başkasının aybını görmesidir. Halbuki çok zaman durum bunun tam tersidir:

Lâcerem gûyend ayb-ı hemdiğer

Gâfilend in halk ez-hod ey püser

Başkasının aybıdır her an sözü

Kendi aybını görmez halkın gözü

Nitekim yukarıdaki veciz beyitte Mevlânâ sıradan insanların kendilerine ait kusurları görme ve düzeltme yerine daima başkalarının kusurlarıyla meşgul olmayı alışkanlık haline getirdiğine dikkat çekiyor. Peki bu durum bir de Cenab-ı Hak’la kul arasına hiçbir şeyin girmemesi gereken namazda da devam ediyorsa… Kıldıkları namazdan gafil olanların ilahi beyanda ne kadar ağır bir dille ikaz edildiklerini hatırlayalım: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara…” (Maun/4) Ne var ki ayıp görmeğe alışmış göze namaz bile ne yapsın! Hz. Mevlânâ bunu alışkanlık haline getirenlerin gülünç durumunu bakın bir namaz hikâyesiyle ne güzel anlatıyor:

Namazın Bozuldu

“Dört Hintli mescide gidip namaza durmuş. O sırada müezzin içeri girince Hintlilerden biri namazda olduğunu unutarak;

– Ezan okundu mu, diye sormuş. Diğeri onu dürtmüş:

– Konuştun, namazın bozuldu. Üçüncüsü ise o uyaran arkadaşına;

– Zavallı, ona bakacağına sen kendi namazınla meşgul olsana, diye çıkışmış.

Sonuncu Hintli sevinerek yüksek sesle;

– Elhamdulillah, ben şu akılsızlara uyup namazımı bozmadım, demiş. Böylece dördünün de namazı heba olmuş. (2/110)”

Şimdi de hikâyeden çıkan ilginç sonuca bakalım: Başkasının namazdaki ayıbını görmek bizim de namazımızı bozmakta. Zararı görmek bize de zarar vermekte. Oysa o kusuru görmesek bize hiçbir zararı olmayacak. Aslında bu hikâyenin mesajını namazla sınırlamak mesaja haksızlık olur. Zira namaz, namaz dışında nasıl davranacağımızı öğreten bir ders saatine benzer. Bu bakımdan Mevlânâ’ya göre Allah’ın huzurunda olduğunu müdrik bir kul için hayatın tamamı daimi bir namaz hükmündedir. Öyleyse namazda olalım veya olmayalım dikkatimiz kendi aybımızda olacak, başkasında değil. Şu hadis-i şerif böyle davranabilenler için bir aferinname hükmünde: “Ne mutlu o kişiye ki kendi aybıyla meşgul olmak onu başkalarının ayıplarını görmekten alıkor.” Hz. Mevlânâ da şu veciz beytiyle bu hadis-i şerife tercüman oluyor:

Ayb bâşed k’u nebined cüz ki ayb

Ayb key bined revân-ı pâk-ı gayb (1/2074)

Yani: Ayıp olan daima her şeyde ayıbı görmektir. Ruhu gayb aleminde dolaşan gayb eri hiç halkın kusurunu görebilir mi?

Göz Kendi Aybını Görmez

Dinimizin temel kaidelerinden biri şu: Insan her şeye kendinden başlamalı. Nitekim Hz. Peygamber; “Ibde’ minke=kendinden başla.” buyurmuş. Yani; bir ayıp göreceksen önce kendi ayıbını gör, toplumu düzeltmek istiyorsan önce kendini düzelt. Zira denizler damlalardan, toplumlar da fertlerden oluşur. Bir ülke şehirlerden oluştuğu gibi şehirler sokaklardan, sokaklarda evlerden meydana gelir. Herkes kendi evinin önünü süpürdüğünde mesele hallolmuş demektir. Bütün bunların olabilmesi ancak gözün kendi kapısının önündeki çöpü görebilmesine bağlı. Peki göz neden kendi çöpünü görmez de komşununkini görür? Neden bizde daha fazlası varken başkasındaki az kusur bizi rahatsız eder? Bütün bunlar ruhen hamlığın alametleridir. Tıpkı şu nüktedeki ham adam gibi:

Benim Sivilcem Senin Çıbanın:

“Iki arkadaş aynı kaptan yemek yerken birinin gözü diğerinin elindeki sivilceye takılmış. Adamın içi bulanmış ve elini yemekten çekmiş. Diğeri durumu anlamış ve şöyle demiş:

– Arkadaş, anlıyorum ki elimdeki sivilce senin iştahını kaçırdı. Ama bir de kendi eline bak, bakalım ne göreceksin?

Bunun üzerine bizimki eline bakmış ki ne görsün: Avucunda irin dolu koca bir çıban!”

Mevlânâ ayıplama da dahil bütün kötü huyları göze düşen birer kıla benzetiyor. Bazan göze düşen küçücük bir kıl bile gerçekle bizim aramızda perde olabilir. Şimdi onun konuyla ilgili olarak verdiği şu ilginç örneği paylaşalım:

Hilali Gördüm

Malum olduğu üzere eskiden Ramazan, hilalin görülmesiyle -rüyet-i hilal- başlardı. Zamanı geldiğinde insanlar ufku açık yüksek yerlere çıkarlar ve hilali gözlerdi. Hilali gördüğünü söyleyen güvenilir birkaç kişinin ihbarıyla o mahallin idarecisi Ramazanın başladığını ilan ederdi. Işte Hz. Ömer zamanında aralarında bizzat halifenin de bulunduğu birkaç kişi hilali gözlemek için yüksek bir yere çıkmışlar. Adamlardan biri ufka bakarak heyecanla ” işte hilal” diye bağırmış. Hz. Faruk, gösterilen yerde hilali göremeyince o keskin ferasetiyle meseleyi kavramış. Elini ıslatıp adamın gözüne dökülen kaşlarını sıvazlamış ve “Şimdi bir kere daha bak, bakalım hilali görecek misin?” demiş. Adam tekrar bakınca hayretle demiş ki: “Allah Allah, hilal görünmez oldu.” (2/6) Mevlânâ bu hikâyeden sonra; “Eğri bir kıl bile insanın yolunu keser, gökyüzünün perdesi olursa bütün kıllar eğri olunca ne olur, bir düşün!” diye soruyor. Kusur görme, kibir, haset vs. gibi kötü huylar da can gözüne düşmüş birer kıl mesabesindedir. Aynı meseleye bakan insanların çok farklı şeyler görmeleri demek ki bu göze görülmeyen kıllarla/gizli manevi hastalıklarla ilgili.

Büyük Insanlar Sana Aynadır

Peki ama başkalarındaki kusurları hiç görmeyeceksek onları kim uyaracak ve kim düzeltecek? Dinin bize yüklediği temel görevlerden biri de uyarı görevi değil midir? Elhak öyledir. Öyle olmasına öyledir ama kusur görme konusunda da kişiden kişiye fark var. Ham insan başkasındaki kusuru nefsi adına görür ve gördüğünden sevinir. Olgun kişi ise kusurlara bir doktor gibi şefkatle ve tedavi amacıyla eğilir. Esasen olgun insanların gördükleri kusurları dille söylemesi de gereksizdir. Çünkü Mevlânâ’ya göre kâmil insanlar diğer insanlara ayna ve terazi hükmündedirler. Başkaları o ayna ve o terazide kendilerini görür, eksik ve fazla yanlarını tanıma imkanı bulurlar. Nasıl ki; “Ayna ve terazi Hakk’ı gizlemez, onlar için doğruluk ve adalet yaratılış sebebidir. Sen terazi ve aynaya hizmet edip binlerce emek de çeksen, dalkavuklukta bulunsan beyhude! Onlar doğrulukta mihenktir, gerçek neyse onu gösterirler. Sana derler ki: Ayna ve terazinin hile yapması imkansızdır, o halde en iyisi sen kendi kötü halini bırak.” (1/138) Ayna ve terazi hal diliyle böyle söyleyince kusurlu kişiye yakışan, hakikate kulak tutmak olmalı değil mi? Ama insanın kendi kusurunu kabullenmesi yerine faturayı aynaya çıkarması daha kolaydır. Hasılı bu durumdaki tepkimiz çok zaman aşağıda anlatılan zencinin tepkisidir:

Zenci Aynaya Kızıyor

Ömründe ayna nedir bilmeyen bir zencinin gözleri yolda toz toprak arasında parıldayan bir ayna parçasına takılmış. Adam eğilip bu parlak nesneyi almış ve eteğinin kenarıyla tozunu silip yüzüne tutmuş. Tutmuş tutmasına ama gördüğü o kapkara surat hiç hoşuna gitmemiş. Öfkeyle elindeki parçayı yere fırlatmış ve şöyle demiş: “Sen ne fena aynasın böyle! Zaten çirkin göstermeseydin insanlar seni bu mezbeleliğe atmazlardı!” (2/98)

Ebu Cehil’in Gördüğü

Tarih boyunca din düşmanlarının din rehberlerine karşı tavrı daima bu zencinin tavrı olmuştur. Bu durumun en güzel örneği Ebu Cehil olsa gerektir:

Bir gün Ebu Cehil, Hz. Peygamber”in geldiğini görünce yüzünü buruşturup:

– Haşimoğullarından eksikli biri geldi, demişti. Peygamberimiz bu hakarete;

– Evet doğru söyledin, diye mukabele etti. Hz. Ebubekir ise:

– Ey üstümüze doğan güneş, sen ne doğudansın ne batıdansın! Öyle bir güneşsin ki nurun iki aleme de nur vermede, dedi. Hz. Peygamber bu senaya da;

– Evet, doğru söyledin, buyurdu. Huzurda bulunanlar bu hale şaşırınca Efendimiz şöyle dedi:

“Ben temiz ve berrak bir aynayım. Türk ve Hindu (güzel ve çirkin) bende kendisini görür.” (1/94)

Mevlânâ hikâyeyi naklettikten sonra şu sonuca varıyor: Güneşi öven aslında kendini över, gözlerinin gördüğünü göstermiş olur. Güneşi yerense aslında kendi gözlerinin kusurunu anlatır.

Bu Fark Nereden Geliyor?

Mevlânâ yukarıdaki örneği açıklarken insanları farklı renkteki camlara benzetir: “Kişi hangi makam ve meşrepte ise herkesi de kendisi gibi görür. Mesela mavi cam güneşi mavi, kırmızı cam da kırmızı gösterir. Tıpkı bunun gibi kimin işi kötülükse herkesi kötü sanır. Sen alemin bir parçasısın ve alemi kendi renginde görürsün. Sen dönsen başın döner ve evi de dönüyor sanırsın, yahut gemiye binsen sahilin hareket ettiğini sanırsın. Gönlün bir sıkıntıyla daralsa bütün dünya daralmış gelir, dostlarla beraber olunca da her yer sana gül bahçesi görünür. Şam’a ve Irak’a giden birçokları orada küfür ve nifaktan, Hind ve Herat’ta alışverişten, Çin ve Türkistan’da ise hileden başka bir şey görmezler. Öküz Bağdad’ı baştan başa gezse onun göreceği sadece karpuz kabuğudur, eşeğinse gözü samana bağlanmıştır… (4/92)” Mevlânânın bütün bu fikirlerini onun aşağıdaki iki beyitleriyle özetleyebiliriz:

Ger büved firdevs ü enhâr-ı behişt

Çün füsürde yek sıfat şüd geşt zişt

Çenber-i dîd-i cihân idrâk-i tüst

Perde-i pâkân-ı his nâ-pâk-ı tüst

Müddeti hisrâ bi-şû z’âb-ı ayan

Inçünin dân câme-şûy-ı sûfiyan

Çün şüdi tu pâk perde ber-künend

Can-ı pâkân-ı hîş ber-tu mizenend (4/2004-7)

Bir sıfatta gönlü donup kalan, cennette cennet ırmaklarıyla da olsa orası kendisine çirkin gelir.

Dünyayı görmen idrak penceren kadardır. Kirli hislerin temiz şeyleri görmene mani olur. O halde görme hissini görüş suyuyla yıka. Bil ki sufilerin çamaşır yıkaması böyledir. Zira sen temizlenince perde kalkar ve temiz canlar sana koşarlar.

Sevgili okuyucu! Bütün bu tespitlerden sonra istersen bir an için okumaya ara ver ve kendini bir yokla. Eşin, dostun, ailen, çevren… hasılı bütün bu alem senin gözüne nasıl görünüyor? Beyaz mı, siyah mı, mavi mi? Eğer her şey kötü ve çekilmez geliyorsa, kötülükler iyiliklerden fazla görünüyorsa senin de yukarıda bahsedilen tarzda bir göz banyosuna ihtiyacın var demektir. Öyle ki bu banyo neticesinde kainat senin gözlerine de Haşim’in aşağıdaki mısralarında tasvir ettiği şekilde görünmeye başlasın:

Seyreyledim eşkâl-i hayatı

Ben havz-ı hayalin sularında

Bir aks-i mülevvendir anınçün

Arzın bana ahcâr u nebâtı

Şair ezcümle şöyle diyor: Ben hayatın bütün hadiselerini önce kendi hayal havuzumdan geçirerek, onun renklerine boyayarak seyrettim. Bu sebeple yeryüzünün bitkileri ve taşları bana gerçek renkleriyle değil bu havuzun renkleriyle görünürler. Demek ki her göz, eşyayı istediği renge boyayan bir ressam gibi dış dünyayı değiştirerek algılamakta. Bu algılama gerçeği iki türlü değiştirebilir. Sözgelimi suizan beyazı siyah görmektir, hüsn-i zan ise bazen siyah olanı beyaz gösterir. Şüphesiz ikincisi daha erdemli olmakla birlikte bunların ikisinde de hakikate aykırılık ihtimali mevcut… Bu yüzden Mevlânâ beyaz ve renksiz camı, gerçeği daha doğru belirttiği için diğer camların imamı kabul ediyor. Işte hakikati olduğu gibi gösteren din rehberleri böyle beyaz cam gibidirler (1/94). Hz. Mevlânâ aşağıdaki hikâyede beyaz cama benzeyen ulu insanların önce kendi kusurlarını görmelerine ve düzeltmeye kendi kendilerinden başlamalarına şu örneği veriyor:

Kendini Düzelt ki Her Şey Düzelsin

Bir keresinde Hz. Süleyman’ın tahtına tersinden bir rüzgar esti. O da:

– Ey rüzgar doğruluktan ayrılmasana, diye onu ikaz etti. Rüzgâr:

– Ey Süleyman, asıl sen doğruluktan ayrılma. Sen doğru oldukça ben ters esemem, karşılığını verdi.

Sonra Hz. Süleyman bir baktı ki başındaki tacı da eğilmiş… O, tam sekiz defa tacını düzeltti ama her keresinde taç kendiliğinden eğiliyordu. Sonunda taç şöyle dedi:

– Beyhude gayreti bırak! Beni yüz kere de doğrultsan sen doğrulmadıkça ben de doğrulmam.

Bunun üzerine Hz. Süleyman kendi kalbine nazar etti ve gördü ki orada bir eğrilik var. Hemen tevbe edip onu doğrulttu. Bundan sonra başındaki taç düzeldi. Öyle ki Süleyman denemek için onu kasten eğrilttikçe taç kendiliğinden doğrulurdu. Eğer sende de bir gam zuhur ederse sebebi kendinde ara başkasını itham etme! Firavun gibi olma ki o dışarıdaki çocukları öldürüyor ama kendi düşmanını/ Hz. Musa’yı/ sarayında besliyordu. Ey Firavun sen ne zamana kadar suçsuzları öldürecek, düşman nefsini besleyeceksin! Ne zamana kadar aybı dışarıda arayacak kendi aybını büyüteceksin! (2/74)

Hz. Mevlânâ’nın her şeyin insanın kendini düzeltmesine bağlı olduğuna örnek olmak üzere anlattığı ikinci bir hikâye ise yine Hz. Musa zamanında Mısır’da geçiyor:

Kıpti ve Su

Hz. Musa’yı inkarına ceza olmak üzere Allah’ın, Firavun ve onun halkına verdiği cezalardan biri de şu idi: Nil, Israiloğulları içerken su idi ama bir Kıpti tasını daldırınca kan kesiliyordu. Susuzluktan helak olma derecesine gelen bir Kıpti eski arkadaşı olan bir Yahudiye halinden şikâyet ederek;

– Ne olur, geçmiş dostluğumuzun hakkı için benim tasımı al, kendin için doldur ve sonra da bana ver, dedi. Yahudi tası doldurdu ve yarısını içti öbür yarısını arkadaşı olan Kıptiye verdi. Ancak Kıpti ağzına götürür götürmez tastaki su yine kara kana döndü. Adam bu işe şaştı kaldı ve çaresini sordu. Yahudi ona dedi ki:

– Bu küfür sende mevcutken suyu içemezsin. Onu takva sahiplerinden başkası içemez; çare senin Firavun yolunu bırakıp Musa’ya intisap etmendir.

Bunun üzerine Kıpti berikinden kendisi için hidayet duası talep etti. Yahudi daha duasını bitirmeden Allah’ın hidayeti tecelli etti. Kıpti suyu kendisine uzatan arkadaşına şöyle dedi;

– Artık gözümde o suyun bir kıymeti kalmadı. Hak bana öyle bir şerbet lutfetti ki bana ta kıyamete kadar susamak yok. (2/132)

Yukarıdan beri insanın ideal bir edebe ulaşması için kendisini düzeltmesi, kötü huylarını değiştirmesi lüzumundan söz ettik. Şimdi insandaki başlıca dört kötü huy ve onların düzeltilmesiyle ilgili bahislere geçebiliriz.

CEVHER BEYİTLER

44

Ey turşu satıcısı:

Türşrû olmak olaydı şükr bes

Sirkeden şâkirter olmaz idi kes 1/1590

Ey yüzünü ekşite ekşite şükreden âbid. Ibadet ve taat Hakk”ın nimetlerine şükür ve hoşnutluk ise bu nasıl şükür, nasıl teşekkür.Eğer böyle şükür, şükür olsaydı sirkeden daha şükreden kimse bulunmazdı. Ekşi bir suratla selam veren kişiye şairin söylediğin duymadın mı hiç:

Reddeyledik selamını vech-i abusuna

Şükrün belirtisi olarak biraz yüzün gülsün. Yoksa senin de şükrünü alırlar da o ekşi suratına çarparlar.

45

Dilimin ettikleri:

Ey zeban hem berk u hem harmensin ah

Ateşinle harmenim ettin tebâh 1/1767

Ey dilim, sen benim hem servetimsin hem felaketim.

Beni abad eden de sensin berbad eden de. Iyi kullanıldığında harmanımsın kötü kullanıldığında şimşek. Ey kırmızı dil, bir ateş parçası gibi harmanımı yakıp küle çevirdin! Seni tarif için Yunus”un şu sözlerinin üstüne söz olmaz:

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Dem ola ağulu aşı

Yağ ile bal ede bir söz

46

Toprak ol da yeşer:

Bin bahar olsa ne kâbil feyz-i seng

Toprak ol ta güller olsun reng reng 1/1983

Bin bahar gelip geçse taşın yeşermesi ne mümkün. Kabahat baharda değil senin kibirle taşlaşmış gönlünde. Sen toprak gibi alçak gönüllü olmaya bak. Gör o zaman o gönül toprağından nasıl renk renk güller açılıyor, baharlar yeşeriyor.

47

Hem kel hem fodul olma:

Zîşt kibr amma fakire zîştter

Kar yağar hem gün soğuk hem câme ter 1/ 2420

Kibir çirkindir ama fakirin kibri daha da çirkin. Bu şuna benzer: Karlı ve soğuk bir günde ıslak elbise giymişsin. O halde yama üstüne yama ekleme, kusur üstüne kusur işleme. Kelliğine bir de fodulluk ekleme.

48

Havuz ve çeşmeler:

Havza benzer şeh tevâbi’ lüleler

Ab-ı havzı lüleler icrâ eder 1/2923

Şah havuz gibidir, memurları ise musluk. Iyi kötü havuzda her ne varsa çeşmelerden akan odur.O halde iyiliği de kötülüğü de kurnadan değil havuzdan bilmeli. Beri taraftan nasıl musluk havuza tabi ise memurlar da idarecilerine bağlıdır. Bu sebeple Dicle kıyısında kurdun kaptığı kuzunun hesabı bile Ömerden sorulur memurdan değil.