İnsan-ı Kâmil – I
Ö. Tuğrul İnançer
Geçen sohbetimizde insan-ı kâmil mevzuunda biraz konuşmuştuk. İnsan-ı kâmil nasıl anlatılabilir acaba. Nazım ve nesir olarak kırk kadar kitap yazmış, astronomiden tasavvufa, fıkıhtan matematiğe, felsefeden musikiye kadar her mevzudan bahsedebilmiş ve bizzat kendiside hiç şüphesiz insan-ı kâmil mertebesine yükselmiş, Nakşibendi tarikatında ictihad sahibi, pir-i sani olmuş ismini hemen bileceğimiz Molla Câmî hazretlerinin bir insan-ı kâmil tarifinde yani Mevlânâ’yı tariflerinde bakın ne diyor; “O maneviyat cihanının benzersiz yücesinin kadri kıymeti için Mesnevi yeterli bir kitaptır ve çok kuvvetli bir delildir.” Yani burhandır. “O yücenin vasıflarını anlatabilmek için ben ne diyebilirim, peygamber değildir fakat kitabı vardır.” Molla Cami gibi bi zâtın bile “ben ne söyleyebilirim” diyerek aczini ifade ettiği insan-ı kâmil tariflerinde herkes acizdir. Tam manasıyla tarif mümkün değildir. Ancak şu kadarı söylenebilir; Allah’ın kitabında habibine dahi, “sen onları görüp gözet” diye tavsiye buyurduğu insanlar, insan-ı kâmil olanlardır. En’am sûresinin 58. ayetinde; “sabah akşam Rablerinin rızasını isteyip cemalini dileyerek O’na dua edenleri kovma” buyrulmuştur Habib-i Zişan efendimize. Ve yine Kur’an-ı Kerim’de Kehf Sûresinin 28. ayetinde de aynı mealde bir emir vardır. Efendim bu nasıl zuhura gelmiş, onu biraz konuşursak Kuran-ı Kerim’de ki bu çok manalı tarifi biraz anlamaya gayret etmiş oluruz sanırım.
Efendim dünyaya gelmedik, dünyaya gönderildik. Nasıl parmak izimizden saç telimize ve dokularımıza kadar birbirimizden farklı isek, yaratılış tabiatımız, meşreplerimiz bakımından da benzemeyiz. Zâten Cenab-ı Hakk kitabında “ben sizleri meşrep meşrep yarattım” buyuruyor. Ve her insanoğlunun yaratılışında yaratıcısını bilmek, bulmak ve ona kulluk etmek cevheri ve tabiatı vardır. Bu genel bir tabiattır. İşte bu genel tabiata ve özel meşrebine uygun olarak yaşayabilenler bu hayatı mes’ud yaşayabilenlerdir. Mutlu olanlar onlardır yani tabii yaşayanlar. Tabiatlarının gereğini yapanlar, işte Rahmeten-lil âlemin olarak yaratılmış olan Resulullah efendimizin tabiatı da zâtına mahsus idi. Resuli Ekrem efendimizin yaratılışındaki Rahmeten-lil Âlemîn’lik tabiatına uygun olarak bütün insanların doğru yola ulaşmasını, hidayete ermesini istiyordu. Çünkü o, aynı zamanda “Hâdî” doğru yola iletici isminin, Cenab-ı Hakk’ın esmasından olan bu ismin tam mazharı idi. Güneşin tabiatında vurduğu her yeri aydınlatmak istidadı vardır. Alemlere rahmet olmak itibarı ile de herkesi nur-u ilâhî ile parlatmak arzusu Resulullah’da vardı. Allah, kendi esmasından olan “Rauf ve “Rahim” esmalarını da habibine vermiştir. Tevbe Sûresi’nin sondan bir önceki ayetinde; “Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız o’na çok zor gelir.” Yani sizin sıkıntıya uğramanızdan o sıkılır, ona ağır gelir. “O size çok düşkündür ve mü’minler hakkında çok şefkatli, çok merhametlidir.” Bu bir ayetin hakikatidir ve Resul-i Kibriya, Rauf; çok şefkatli, Rahim; çok merhametli olarak bizzat Cenab-ı Hakk tarafından isimlendirilmiştir. Ana-babanın evladı üzerindeki şefkat ve merhameti, Resulullah’ın ümmeti üzerindeki şefkat ve merhametinin zerresi bile değildir.
İşte böylesine merhamet membaı olan Resulullah, müşriklerin de hidayet güneşi ile parlamalarını arzu ettiğinden onların kendi sohbetini dinlemesine, kendi davetine icabet etmesine zemin hazırlayacak her türlü şarta açıktı. Fakat dünyevi bir takım mallarına, mevkilerine, şöhretlerine v.s. fani varlıklarına güvenen ve yanlış olarak “eşraf” şerefliler olarak adlandırılan bazı Mekke müşrikleri, “biz; köleler, fakir-fukara insanlarla bir arada bulunmayız. Onları huzurundan kovarsan gelir seni dinleriz.” dediler. Efendimiz bunu tabi kabul etmedi, “öyleyse” dedi müşrikler; “hiç olmazsa biz geldiğimiz zaman onları gönder, aynı mecliste bulunamayız. Biz senin sözlerini dinleyelim, gelelim ama köleler, sosyal seviyesi -onlarca- düşük kişiler bulunmasın.” Efendimiz demin arz etmeye çalıştığım herkesi hidayete ulaştırmak arzusundan dolayı bu fikre biraz olumlu baktı. Çünkü o, Rauf, Rahim ve Hâdî idi. Kendilerine eşraf denen o Mekke müşriklerine cevap vermeden önce Cebrail (a.s.) geldi ve biraz evvel arz ettiğim ayetleri getirdi. “Onları huzurundan kovma ve onların üzerlerinden gözlerini ayırma..” onları gör, gözet ve Allah, işte o insanları habibine tavsiye ediyordu, işte insan-ı kâmilin Kur’ânî anlatımının bir nebzesini size arz etmeye çalıştım.
O insan-ı kâmil, o Allah dostu, o Hakk’ın velisi, Hakk’ın habibinin ağzından buyurduğu “Benim velilerim, Benim gizlilik bulutlarımın altındadır. Onları Ben’den başka hiç kimse bilmez.” dediği kişidir insan-ı kâmil. Allah, veli kullarını diğer kullarının nazarlarından kıskanarak gizlemiştir. Bu kıskançlık bizim bildiğimiz eksiklikten olan kıskançlık değildir, buna Gayyuriyet denir. Bu zât-ı ilahiyeye mahsus bir haldir ama bizim ancak o kelime ile ifade edebileceğimiz kıskançlık haline benzer. İşte bu yüce velileri, bu insan-ı kâmil tipini, bizzat insan-ı kâmil olan Hz. Mevlânâ şöyle bir tarifle söylemeye çalışıyor, daha doğrusu bize anlatmaya gayret ediyor. “Veliler, güneşlerin güneşidir, güneş ışığını onların nurundan alır.” Hani nasıl ay bizzat kendisi ışık kaynağı olmayıp güneşin ışığını aksettiriyor ise, güneş dahi Hz. Mevlânâ’ya göre bizzat kendisi ışık kaynağı değil, Allah’ın dostlarının, velilerinin nurunu aksettiren bir aynadan ibarettir. Hz. Mevlânâ, velileri güneşlerin güneşi diye tarif ediyor. İnsan-ı kâmil için delil arayan insanlara mesnevi şerifin bir başka yerinde şöyle bir benzetme ile cevap verir Hz. Mevlânâ; “güneşin varlığına delil yine güneştir.” Güneşe karşı gözlerine kapayan, gözünün önüne herhangi bir engel koyan veya türlü sebeplerden güneşi görmeyen, güneşi inkar etti! Güneşe ne zarar geldi? İnsan-ı kâmili de inkar eden, görmeyen pek çok kişi olabilir ama insan-ı kâmile onlar bir zarar bir noksanlık veremezler. Nasıl güneş yaratılışındaki tabiat icabı vurduğu her yeri aydınlatmak ve ısıtmak istidatı ile aydınlatır ve ısıtırsa insan-ı kâmilde vurduğu her karanlık kalbi aydınlatır, ısıtır.
Hz. Mevlânâ yedi yüz sene önce mesela “gel” demiş. Çok münakaşalı bir rubaidir, onun münakaşasını bir başka sohbetimizde belki yaparız. Yalnız şunu sormak isterim; yedi yüz sene evvel gel diyen bir zât’a dünyanın her yerinden hala insanlar geliyor. Japonya’sından Amerika’sına, Güney Afrika’sından Avustralya’sına kadar her yıl özellikle aralık ayındaki ihtifaller sırasında ve diğer zamanlarda da akın akın insanlar geliyor sadece türbesini ziyarete.
Türbesini ziyaret etme imkanına sahip olamayıp, kitapları ile meşgul olanlar, her gün onu gönüllerinden ananlar bunların sayısını bilmiyoruz. Ve şuna emin olmak lazımdır ki katiyen zannettiğimiz azlıkta değil. Pek çok insan hala Hz. Mevlânâ’nın gel çağrısının, davetinin icabetiyle meşgul, hep gidiyorlar, işte güneş ara sıra bulutların altına gizlense bile ısıtmaya, aydınlatmaya devam ettiği gibi Hz. Mevlânâ gibi insan-ı kâmillerde, bazen insanların nefis bulutları altında gizlenirler, unutkanlık bulutları altında gizlenirler ama varlıkları ve tasarrufatları devam eder. İşte Hz. Mevlânâ’nın ifadesi ile o, güneşin dahi aydınlığını aldığı insan-ı kâmil, veli kulların nuru ile içimizdeki karanlıkların aydınlatılması dilek ve niyazıyla hoş olun, hoş kalın efendim…