İnsan-ı Kâmil – II
Ö. Tuğrul İnançer
İyilikler, güzellikler, hayırlar ve kolaylıklar dileyerek başlayalım sohbetimize azîz dostlar. Evet, kolaylıklar… Çünkü iyiliği, güzelliği, hayrı elde edebilmek pek kolay değildir. Onun için kolaylıklar dileyelim. Hatırlarsınız Mesnevî’nin ilk beytindeki ney kelimesi hakkında sohbet ederken insan-ı kâmilden konuşmuştuk. Bazı sorular geldi bendenize “İnsan-ı kâmili nasıl tanıyacağız?” şeklinde.
İyiliği, güzelliği, hayrı elde edebilmenin kolay yolu insan-ı kâmile ulaşabilmektir ama onu nasıl tanıyacağız? Bu tanımanın da bir kolay yolu var efendim. Bir kimseyi gördüğümüzde, sohbetinde bulunduğumuzda o zâtı görmek, sohbetinde ve huzurunda bulunmak bize Hakk’ı hatırlatıyor, yeniden aklımıza getiriyor ise o kimse insan-ı kâmildir. Tanımak, işte bu kadar kolay. Hele hele o zât hâli ile bizde kendisini beğendirmek arzusu uyandırıyor ise teşhisimizde tam isabet var demektir. Artık balansı gibi çalışmak ve insan-ı kâmil kaynağından güzellikler, iyilikler, hayırlar toplamak vazifesi düşer bize ve o topladığımız değerler ile elimizde doğru tartan bir terazi oluşur. Bir avuç cam kırığı içinde birkaç tane elmas tanesini ayırt edebilen, hemen buluveren kuyumcu gibi elmas parçası ile cam kırığını, altın ile yaldızı ayırt eder hâle geliriz. Ama şunu ayırt edemeyiz: Bir demir parçasını bir ateşe sokup kızdırsalar ve ateşin hararetiyle o demir parçası kıpkırmızı veya akkor hâlinde ateşten çıkarılsa ve “Ben ateşim!” dese yalan söylemiş olmaz. Maden olarak, cevher olarak demirdir. Ama hâl olarak, ateş. İşte her ateşin cevherini anlamak mümkün değildir. İnsan-ı kâmilin de hâlini anlamak mümkün değildir. İnsan-ı kâmilin çok yüce bir örneği olan Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerifin beşinci beytinde ney lisânından şöyle söylüyor:
Men beher cemiyyeti nalân şodem
Cufd-i bed hâlân u hoş halân şüdem
(Ben her cemiyette, her toplulukta bulundum. Her mecliste inledim durdum. Kötü olanlarla da iyi olanlarla da beraber oldum, onlarla düşüp kalktım.)
Herkesi ez zann-ı hod şod yâr-i men
Ez derûn-i men necost esrâr-ı men
(Ve herkes kendi zannı, kendi anlayışı, kendi seviyesine göre bana yâr oldu, dost oldu. Fakat benim içimdeki cevheri ve sırları anlamadı. Hâlbuki;
Ten zi cân u cân zi ten mestur nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destur nîst
Ten candan, can tenden yani ruh bedenden, beden ruhtan ayrı ve gizli, örtülü değildir. Ancak, herkesin ruhu, canı görmesi için can gözü ile görmesi için izin verilmemiştir.)
Evet azîz dostlar, insan-ı kâmil toplumun ruhu gibidir ve onlar can gözü ile, baş gözü ile görülemezler. Görmek isteyenler olur, her devirde de olmuştur. Hz. Mevlânâ’nın sağlığında da böyleydi. Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in kızı ve Vezir Muîneddîn Pervâne’nin zevcesi Gürcî Hâtûn, Hz. Mevlânâ’nın bendelerinden idi. “Kendilerini her zaman göremiyorum, bari bir resmini yaptırayım da gül olmadığı mevsimde gülsuyu koklamak gibi tasvirine bakayım.” düşüncesiyle zamanın ünlü ressamı Aynüddevle’den Hazreti Pîr’in bir resmini yapmasını istedi. Aynüddevle birkaç tane resim yaptı. Fakat hiçbiri Hz.Pîr’e benzemedi. Sonunda Hz. Mevlânâ’dan resme modellik yapmasını niyaz ettiler, yüksek müsamahasından dolayı kabul buyurdu. Aynüddevle Hz. Mevlânâ’nın yirmi kadar resmini yaptı ama hiçbiri ona benzemedi. Aynüddevle bunun üzerine bütün kâğıtlarını yırttı, kalemlerini kırdı. Ve Hz. Mevlânâ buyurdu ki:
Âh! Çe bî reng ü bî nîşân ki menem
Çi bebîned mera çü nâm ki menem
(Renksiz ve nişansız olan, işte o, benim. Olduğu gibi görülemeyen, işte o, benim.)
Evet, olduğu gibi görülemeyen. Yani biz ancak ateşi görebiliriz. O ateş aslında demir midir kömür müdür, ne biliriz? Ama zaten pek gerekli de değil galiba. Karanlıklarımızı ısıtan, gönlümüzü ısıtan o akkor nemize yetmez! Bu ne devlet! Biz, bize lâzım olanı bulalım ve bilelim, yeter. Zaten bize lâzım olanı da Hz. Mevlânâ ta’rîf buyuruyor:
Dâmen-i d gir züter bî geman
Tarehi ez afeti ahır zaman
(Eğer âhir zaman âfetlerinden, fitnelerinden kurtulmak istiyorsan hiç gecikmeden, hiç vakit kaybetmeden onun eteğini yakala.)
Peki, o kim?
Sâye-i Yezdan buved bende Huda
Mürde-i în âlem u zinde Huda
(O bu âlemden ölü ve ancak Allah ile diri olan bir kuldur ki Allah’ın gölgesi gibidir.)
Tabiî Allah cisim değildir ki gölgesi olsun. Bu, mecazî bir ifâdedir. Ancak, nasıl gölge güneşe delîl ise, o insan-ı kâmil de Allah’ın kudretine delildir. Ve Allah’ın gölgesine sığınanlar gölge ve hayâl peşinde koşmaktan kurtulurlar.
Sâye-i Yezdan çi bâşed dâye eş
Vâr-ı hâned ez hayâl ü saye eş
Ve Hz. Mevlânâ bizzat kendisinin de böyle yaptığını bize naklediyor. Ve eteğini tuttuğu, gölgesine sığındığı Şems-i Tebrîzî’yi anıyor. Gölge ve güneş, şems ve saye kelimelerini çok sanatlı bir anlatımla kullanarak;
Revz-i saye âfıtâb-ı râbiyâb
Dâmen-i şeh Şems-i Tebrîzî bitâb
(Git. Gölgenin yol göstericiliği ile güneşi bul ve Tebrizli Şems’in eteğine sıkıca sarıl.) diyor.
Rah nedânî cânib in sûr-t arûs
Ezziyâü’l-Hak Hüsâmeddîn bepors
(Eğer, bu geline kavuşmayı andıran mutluluğu yani Hz. Şems’e ulaşma yolunu bilemez ve bulamaz isen Hakk’ın ışığı, Hakk ışığı olan Hüsâmeddîn Çelebi’nin ışığına sor ki o ışık, yolunu aydınlatsın. Fakat bunu yaparken de çok dikkatli ol. Olmaması gereken hususlara sakın sapma.)
Nedir bu olmaması gereken hususlar? Bunu da Hz. Mevlânâ açıklıyor. Buyuruyor ki:
Ver haset giret tura derreh gelû
Der haset iblis ra bâed gelû
(Bu yola girerken yani bu yol gösterici arama yoluna girerken hasedi, kıskançlığı bırak. Çünkü hased, çekememezlik, kıskançlık gibi hâller Şeytan’ın hâlidir.)
Hz. Mevlânâ burada hasedin çok fena ve insanı Şeytan gibi Hakk’tan uzaklaştırıcı bir huy olduğunu belirttikten sonra şu öğütte bulunuyor:
Hâk şev merdân-ı Hak râ zîr-i pâ
Hâk ber ser kon haset râ hemçümâ
(Toprak ol. Yani toprak gibi tevâzû sahibi ol. Hakk erlerinin, Allah adamlarının ayaklan altında toprak ol. Ve toprak saç haset illetinin başına.)
Efendim başa toprak saçmak eski zamanlarda hakaret kasdı ile yapılan bir hareketti. Yani “Hasedin başına toprak saçarak onu alçalt.” deniyor. Ve bu beyitte çok önemli bir kelime kullanmış Hz. Mevlânâ. Hemçümâ yani, benim gibi. Benim yaptığım gibi.
Bilirsiniz azîz dostlar, İslâm’da bir kural vardır; emr bi’l-ma’rûf, nehy ani’l-münker. Doğruları ve emirleri yapmak, yanlışlardan ve yasaklardan sakındırmak. Ama bunu yapmanın bir önşartı vardır. Evvelâ, kendin yapmak. Çünkü başka türlü, söz tesir etmez. “Yalan söyleme!” diyen bir yalancının, Mal çalma! diyen bir hırsızın, İçki içme! diyen bir ayyaşın, Kindar olma! diyen bir kinini din edinmiş kindarın sözü ne kadar tesir eder? Kendi alnı secde-i Rahmân’a gelmemiş, Namaz kıl! diyor. Ramazan günü ağzında sigara, oruç nasihati veriyor. Olmaz değil mi? Hiç tesir etmez. İşte nasihat eden, öğüt veren kişi, öncelikle kendisi öğütlerini tutmak mükellefıyetindedir.
Bir hikâye geldi aklıma.
Bir müftü efendiye zengin görünüşlü bir genç delikanlı gelmiş. Efendim babam yeni vefat etti, kendisi gençliğinde pek çok gazalarda bulunmuştu. Bu gazalardan kalma köleleri vardı. Bu kölelerin zaman içinde bir kısmı vefat etti bir kısmını da babam azâd etti. Bana mîrâs olarak diğer malların yanı sıra iki tane de köle kaldı. Bunlar hakkında ne yapacağıma karar veremedim; size danışmaya, emirlerinizi almaya geldim. Müftü efendi şöyle bir düşünceye daldıktan sonra genç adamı Evlâdım sen lütfen yarın uğra da, bu sualin cevabını yarın vereyim, der. Ertesi gün müftü efendi, delikanlı daha kapıdan görünür görünmez Aman evlâdım, o iki köleyi âzâd ediver! deyince genç adam Efendim, pek kolay bir cevapmış, niçin dün söylemediniz? dediğinde müftü çok enteresan bir cevâb verir: Evlâdım, benim de iki kölem vardı; evvelâ ben âzâd ettim, ondan sonra sana âzâd etme nasihati verdim.
İşte Hz. Mevlânâ bu inceliği anlatıyor. Yaptırmadan önce, yapmak. Öğüt dinletmeden önce, öğüt dinlemek. O da Şems-i Tebrîzî gibi bir güneşin eteğini tutmuş. Bizim de bir etek tutmamızı tavsiye ediyor. O da haset ve kıskançlık gibi kötü hâlleri ayakları altına almış, terk etmiş. Ondan sonra böyle yapılması îcâb ettiğini bize öğütlüyor. Ne mutlu o öğütleri tutabilene! O öğütlerin ışığı, aydınlığı ve sıcaklığı altında hoş olun, hoş kalın efendim, tutmamızı tavsiye ediyor. O da haset ve kıskançlık gibi kötü hâlleri ayakları altına almış, terk etmiş. Ondan sonra böyle yapılması îcâb ettiğini bize öğütlüyor. Ne mutlu o öğütleri tutabilene! O öğütlerin ışığı, aydınlığı ve sıcaklığı altında hoş olun, hoş kalın efendim.