Hazreti Mevlânâ ve mesajının zamana düşen tılsımı – SELMA KARIŞMAN

Hazreti Mevlânâ ve mesajının zamana düşen tılsımı

SELMA KARIŞMAN

Mevlânâ’nın mutedil ikliminin “zübde-i âlem” insanı ile Hümanizm anaforunun -Yaratıcı’nın rağmına- Yeryüzünün merkeziliği iddiasındaki bencil “birey”i arasında en küçük bir alâka yoktur. Rumî ve onun insanı, yaradılanı, tıpkı Yunus gibi Yaradandan dolayı hoş görmektedir. Onlar “hor görülecekleri” bugünkü gibi bir zaman ve zemini belki de tasavvur dahi etmemişlerdir.

Söze, yaşayan bir Mevlana ahfadından vâkıf olduğum bir sûfi düsturuyla başlamak istiyorum. Velîlerden bahsedilen yerlere velîlerin misafirleri gelir. Sizleri, sultan bir velînin, Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin konukları olarak selamlıyor, sözlerimizin onun asırları aydınlatan evrensel mesajının daha iyi idrakine vesile olmasını niyaz ediyorum. Hazretin himmetiyle hâsıl olacak ilham ve feyzin bereketinin, onun fikir, prensip ve düsturlarını iç ve dış dünyalarımıza katmayı kolaylaştırmasını temenni ediyorum. Diğer yandan ruhî ve beşerî plandaki böyle bir temrinin, onu, mensubu olduğu inanç sistemiyle bütünlüğü içinde tanıma ve anlama konusunda önemli bir adım olacağını ve bu adımın, gerek insan tekleri gerek beşeriyet adına acilen atılması gerektiğine inanıyorum.

Gerçekten de, Hz. Mevlana ve fikirlerinin; dünyamızın doğusu ile batısı arasında kurmuş olduğu muhteşem sevgi köprüsünü büyük insanlık ailesi ve geleceği adına ümit ve şükürle müşahede ediyoruz. Üzerindeki ivme günbegün artan bu kavî köprü, günümüzde Avrasya coğrafyasını da katederek; artık yaşlı, yorgun, beşerî ve fizikî ızdıraplarla malul dünyamızı manevi bir ekvator kuşağı gibi şefkat ve ihtimamla çepeçevre kucaklamış bulunuyor. Asırların ve nesillerin bütün kültürel formlarını aşarak, zihinleri ve gönülleri bir arada aydınlatmak ne mutlu ki Anadolu’nun veliyullaha pek mümbit topraklarında açan bu muhabbet ve hikmet üstadına nasip oldu. Ona kaderin biçtiği evrensel vazifenin, hayatımıza izdüşümünde elbette engin hoşgörüsünün, tercüme engelini bile aşan şiiriyet ve belagatinin ve hatta dünya gündeminde kalması konusundaki Batılı katkıların rolü vardır. Fakat bir ruh ve düşünce mimarı olarak hazretin, kendi muhitinden okyanus aşırı memâlike her dem tazelenerek devam eden kuşatıcı etkisi, şüphesiz ki ferdî planda özün ve sözün, fikrin ve amelin, istikamet üzere muhteşem buluşmasından kaynaklanır. Ona İlahî bir ikram olarak bahşedilen ilham ve dehanın kaynağında ise yine şüphesiz aynı istikametin ait olduğu inanç ve değer sisteminin ezelden ebede uzanan mutlaklığı yer almaktadır. Bu hakikat rubailerde şu dörtlükle mühürlenir:

“Ben, canım var oldukça Kur’an’ın, hâdimiyim
Hazret-i Muhammed’in kademinin türabıyım
Kim bundan gayri bir şey naklederse benden
Biline ki, o sözden de, söyleyenden de bîzârım”

Bu durum, Mevlana’nın; bütün ideolojilerin, düşünce sistemlerinin ve beşer eliyle İlahî özüyle oynanmaya yeltenilen muharref metinlerin, insan ve varlık telakkilerinden ayrıldığı fay hattıdır. Evet, onun, insanı; kadın-erkek, mümin müşrik, tövbekâr günahkâr ayırmadan gönül dergâhına daveti, belki, bir esmâ tecellisi olarak gönlünün muhitliğindendir. Ruhlara üflenen ezelî nefhayı idrakindendir. Fakat özellikle de “rahmeten lil âlemin” bir peygamberin, fiilen henüz ulaşmadığı gönüllerde bile, bil kuvve rahmet tecellisini ve insan ruhunun, son ana kadar şeb-i arus imkanına mazhar olabilme imtiyazını tasdiğindendir. Evet, o, âteşin mesneviyi aşkıyla terennüm ettiği Hâlıkı, halkettiklerine böyle baktığı için, böyle bakmıştır insana.

Bu yüzden onun dünyasında da insan, merkezî öneme sahiptir. Fakat bu insan, ne Protogoras’ın “her şeye ölçü” kılarak yaratılış dengesini, ne Lametrie’nin “mekanik”leştirerek manevi ayarını, ne de Descartes’in, varlığını sadece düşünceye mahkum kılarak vahdetini bozduğu “düalist insan”dır. Antropolojinin “taş devri insanı”ndan, kapitalist dünyanın “ekonomik insanına” ve global dünyanın, kendine bile yabancılaşmış “sanal insanı”na ağır aksak uzanan deneme yanılma sürecinin de, bunalım ve kaygılarının da en küçük bir gölgesi düşmemiştir Mevlana’nın tefekkür ikliminin üzerine… Onun hoş gördüğü ve asırlar öncesinden, sonrasına tayy-i mekân ve tayy-i zaman ederek ortak bir değerler sistemine davet ettiği insan, nevzuhur model ve rollerin cümlesinden ârî, fıtrî potansiyelinin irade ve imkânıyla kıyam eden bir muhabbet ve inanç insanıdır.

MANEVÎ ÇÖKÜNTÜNÜN PANZEHİRİ

Halefi olma sorumluluğunu Yaratıcı önünde ikrar ederken, aynı anda hem insanlar arasında hem bütün kâinat ve mahlûkat karşısında sevgi, adalet ve şefkat sorumluluğuna da ant içmiş bir eşref-i mahlûkattır. O, aynı zamanda, günümüz “global etik” arayışlarının vardığı nihai noktada, aslında İlahi dinlerin temel bir öncülü olan kaideyi hayatına düstur edinen bir iman ve ahlak terkibidir: “Kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapmama” asgari prensibini, “kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa başkalarına da öyle davranma” idealiyle aşan bir terkip… Dünya ve melekût âleminin gözbebeği bu şerefli varlık için, tam da bu noktada ne mal ve mülkte, ne de saltanat, ırk ve renkte öteki vardır…

Dolayısıyla Mevlânâ’nın mutedil ikliminin “zübde-i âlem” insanı ile hümanizm anaforunun -Yaratıcı’nın rağmına- yeryüzünün merkeziliği iddiasındaki bencil “birey”i arasında en küçük bir alaka yoktur. Rumî ve onun insanı, yaratılanı, tıpkı Yunus gibi Yaratan’dan dolayı hoş görmektedir. Onlar ve emsalleri; yaratılanların, Yaratıcı’larını tanıdıklarından dolayı “hor görülecekleri” bugünkü gibi bir zaman ve zemini belki de tasavvur dahi etmemişlerdir. Onların eserleri, -ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da- baştan sona ihsan yeteneği vasıtasıyla taçlanan bir ilâhi bir ilham ve şerhtir. Hattâ Mesnevi, onu doğru okumaya tâbi tutabilen akleden kalp ehli için Kur’an’ın muhteşem bir yorumudur. Mevlana’yı ebedileştiren Mesnevi’nin de, semanın da arkasındaki mutlak ilham kaynağı en yalın ifadeyle Yaratıcı karşısındaki bu inanç ve ihsan duygusudur. O, âşikârı da, sırrı da, hep bu duyguyla terennüm eder: “Ne ben benim, ne sen sensin, ne sen ben; hem ben benim, hem sen sensin, hem sen ben.” Mevlana ışığının, “global etik” arayışlarıyla çırpınan yerküremizdeki muhteşem yansıması, ancak bu ışık hüzmesinin kaynağı ile birlikte gerçek bir değerlendirmeye tabi tutulabilir.

İNSANLIK AİLESİ O’NA MUHTAÇ

Bundan ötesi bize düşmektedir: İnsancıl, barışsever, birleştirici, basiret ehli gönüllere her zamankinden çok muhtaç olduğumuz toplumsal gerçekliğimizde, İslam medeniyetinin evrenselleşmiş bir değeri olarak Mevlana’nın düşünce ve davetine kulak kesilmek ona vefa ve gönül borcumuzdur. Diğer yandan onu ve külliyatını, üzerinde yükseldiği, Allah ve Peygamber aşkı ve telakkisi zaviyesinden değerlendirmek ve yaşatmak, bütün ötekisel bakışları yok etmek üzere Mevlana köprüsünden geçmek isteyenlere beşerî bir borcumuzdur. Olanca hız ve yırtıcılığıyla küreselleşen dünyamızda, medeniyetler uzlaşmasının, her çeşit çatışmacı harekete yeğlenmesi, artık sadece şayan değil, elzem bir tercihdir de… İşte, insanlık ailesinin maruz kaldığı küresel seviyedeki manevî çöküntü karşısında, Mevlana düşüncesinin gördüğü alâka ve hayranlık; bu hayatî tercihin ve modern dünyada, kadim değerlerin bir kez daha mâkes bulmasıyla yakînen ilgilidir. İşte bu yüzden vedaından asırlar sonrasında dahi, onun tılsımına bir mıknatıs gibi çekilmeye devam eden yeryüzünde, bir yandan da bakışlar bir kez daha üzerimize çevrilmiştir: Muhteşem bir medeniyetin müstesna bir öz değeri olarak Mevlana’nın fikirlerini, vârislerinin ferdî ve toplumsal planda hangi idrak seviyesinden ve nasıl bir dönüşüme tabi tutacağı merakla izlenmektedir. Mesneviler, mevlitler, dîvanlar, na’tlar, münacatlar eşliğinde genetik hafızamızı uyandırmanın, medeniyet şuurumuzu şahlandırmanın, üstadın fikir ve maneviyatından manzum bir lisan ile istimdatta bulunmanın tamda zamanıdır:

Ya Hazreti Mevlana, aman dahilek Pîr’im / Kurtulsun cam ardından musikim, zevkim, şiirim / Himmet et yeşertelim sararan her beyiti / Mağrur kılalım tekrar, mahmur medeniyeti / Cihanı, aheng-dâr eylediğim âlî devir / Şahlanır elbet bir gün, tılsım gönüllerdedir…