Medeniyet Krizi ve Hz. Mevlânâ
Ramazan ALTINTAŞ
Değişim, bir halden başka bir hale geçiş, ya da önceki durum ve davranıştan uzaklaşma yeni bir durum alma ve davranış kazanma şeklinde tanımlanabilir. Değişme bütün zamanlar için mutlak bir doğrusallık ifade etmez; ilerleme, bozulma, yozlaşma gibi izâfî anlamlar da ifade edebilir. Değişme bireysel olduğu gibi, toplumsal değişme şeklinde de gerçekleşebilir. Büyük düşünürler, medeniyetlerin oluşumunda değişimin farklı yönlerden tezâhür edeceğine dikkatlerimizi çekerler. Bunlardan birisi de medeniyet tarihi uzmanı, P. Sorokin”dir. O, “Toplumların hayatında pagandan kutsala doğru çevrimsel bir tarih anlayışı vardır.” diyor. Toynbee ise, Osmanlı”yı “ben idrâki” bağlamında yıkılan değil, durdurulan bir medeniyet olarak nitelendirir ve devam ede “Hatta önündeki tarihî engeller kaldırılırsa, durdurulduğu yerden yürüyüşüne tekrar devam edecektir. Bugünlerde Osmanlı hinterlandında yaşayan Müslüman yöneticilerin İslâm âleminin içinde bulunduğu savaş ve kargaşa ortamından çıkmasında Türkiye”nin önderliğinde Osmanlı Milletler Sistemi adlı bir teşkilat kurma önerileri bunun bir işareti olarak görülebilir.”
İbn Haldun, medeniyetlerin yıkılışını; “fetih, ganimet, konformizm, rehâvet ve çöküş” şeklinde birbirini izleyen sonuçları ifade eden kavramlarla açıklar. XX. yüzyıl sosyal tarihçilerinden olan Spengler ve Toynbee ise, toplumsal değişimi, “dalga hareketine” benzetir. Onlara göre, nasıl ki denizlerde dalga bir defa hareket eder, sonra suya karışır giderse, medeniyetlerin varlığı ve son bulması da buna benzer.
Görüldüğü gibi toplum ve kültür değişimlerini çevrimsel hayat anlayışına göre yorumlayan organizmacılar, toplumsal olayları bir organizma olan insan yaşamına benzetmişlerdir. Onlar, “Medeniyetlerin var oluş ve yok oluşları insanın serüvenine çok benzemektedir. Nasıl insanın ceninlik dönemi; doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık dönemleri ve ölümü gibi yaşam evreleri varsa, medeniyetlerin de durumu buna benzer.” demektedirler. Dolayısıyla, onlara göre, toplumun eceli gelince bir daha diriliş olmaz.
Kur”an”da: “Her ümmet/toplum için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ve ne de öne geçebilirler.” buyrulmaktadır.1 Buradaki ecel, toplumların ve medeniyetlerin sadece fizikî varlıklarını yitirmeleri anlamına gelmez. Aynı zamanda bundan kasıt, fizikî varlıklarını muhafaza etmekle birlikte, asıl onları ayakta tutan ahlâkî değerlerini kaybetmek suretiyle bir çöküş ve yıkılış yaşamalarıdır. Yoksa bugün dünyada, dün medeniyet bazında nice egemenlikler elde etmiş topluluklar, farklı isimler altında varlıklarını sürdürüyor olabilirler. Her ne kadar medeniyetler çöküş ve yıkılış yaşamış olsalar da onların oluşturduğu kültürler ölmez, birbirine karışan ırmaklar gibi başka sulara karışır ve hayatiyetini sürdürürler. İsrailiyata dayalı Yahudi ve Hıristiyan kültürlerinin İslâm kültüründe, İslâm kültürünün de başka kültürlerde yaşaması buna örnektir.
Medeniyet Krizleri Önderleri Çıkarır
Büyük düşünürler ve liderler, toplumların kriz dönemlerinde ortaya çıkar.
Tarihsel süreçte İslâm medeniyeti bugüne kadar birçok kriz yaşamıştır. İslâm âlemi Doğuda Moğol saldırısı, Batı”da haçlı seferleri, tercüme faaliyetleri ve aydınlanma dönemi olmak üzere dört önemli tecrübe yaşamıştır. Her bir dönem medeniyetimizin kriz noktalarını teşkil eder. İslâm; iman ve hareket dinidir. Amel var olduğu sürece, medeniyet bazında kendisini üretmeye devam edecektir.
Bilindiği gibi İslâm medeniyeti, h. birinci/m. yedinci yüzyıldan h. beşinci/m. onbirinci yüzyıla kadar bilim ve felsefe, sanat ve edebiyat, ilahiyat ve teknoloji vb. alanlarda yükselişini kat kat sürdürmüştür. Ne yazık ki, Moğol istilasıyla gelen öldürücü darbe neticesinde büyük bir kriz yaşamıştır. Şüphesiz bu kriz, beraberinde medeniyet alanında tedrici bir duraklama döneminin yaşanması sonucunu getirdi. Bağdat”ın düşüşü diye adlandırılan bu dönemde İslâm”ın politik ve kültürel büyüklüğünün en önemli anıtları yok edildi. H. yedinci/m. on üçüncü yüzyılda Moğolların eliyle Bağdat”ın düşüşüne şahit olan bir görgü tanığı olan tarihçi İbnü”l-Esîr (ö. 630/1233) şunları yazar:
“Moğolların İslâm dünyasına girişleri hâdisesini kaleme almaktan yıllarca çekinip durdum. Bu olayları kaydetmeyi hiç de istemiyordum. Bazen bunu yazmanın gereğine inanıyor, bir adım ileri atarken iki adım geri atıp vazgeçiyordum. İslâm”ın ve Müslümanların ölüm haberlerini ve başlarına gelen büyük felaketi yazmak kimin kolayına gidebilir? Kim bu büyük felaketin yazılmasını ve anlatılmasını kolay görebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı, keşke bu büyük felaketten evvel ölüp gitseydim!”
İbnü”l-Esîr bunları söylemekle kalmaz, bu dehşet verici olayın, bölgede Müslümanlara ve kültür varlıklarına büyük zarar verdiğini ifade ettiği yazısında, Moğolların, Bağdat”ta kadınları, erkekleri, küçük yaştaki çocukları toptan katliama uğrattıklarını, hatta hamile kadınların karınlarını yararak ceninleri bile öldürdüklerini anlatır.2
Buna rağmen, İslâm medeniyeti ölmedi. Adeta, Moğolların yakıp yıkmaları sonucunda kalan küllerden yeniden doğdu; İslâm onları ve çocuklarını kuşattı, meydan okumasını sürdürdü. Aynı dönemlerde Anadolu Doğu”dan Moğolların, Batı”dan Haçlıların saldırılarına tanık oldu. Ama İslâm uygarlığı, ölmedi, aksine yenilendi. On sekizinci yüzyılın başından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar olan devrede tekrar gerileme dönemi yaşandı. Bu, Osmanlı”nın zayıflamasıyla birlikte, aynı zamanlarda ortaya çıkan modernitenin de yol açtığı bir krizdi. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Osmanlı, yıkılan değil, durdurulan bir medeniyetin adıdır. Önündeki tarihî engeller kaldırılınca, tekrar büyük yürüyüşüne devam edecektir. Bu medeniyet yok edilmedi, sadece durduruldu. Belki maddî anlamda Batı”nın iki yüz yıl gerisine düştük. Ama milletlerin tarihinde iki yüz yıl çok uzun bir zaman değildir. Bütün işaretler gösteriyor ki, bugün, İslâm medeniyeti beşinci defa toparlanmanın ve ayağa kalkmanın eşiğindedir. İslâm”ın yenileyici dinamikleri var olduğu sürece, Müslüman kültürü ve medeniyeti yeniden kendisini üretecektir. Çünkü din, medine (şehir) ve medeniyet arasında bağlantılar vardır.
İslâm Tarihinde Moğol istilasının yol açtığı kriz, Hz. Mevlânâ gibi büyük bir düşünce ve irfan adamını oraya çıkarmıştır. Mevlânâ”nın yaşadığı dönemin oldukça çalkantılı bir dönem olduğunu hepimiz biliyoruz. Hicri yedinci asır, İslâm dünyasının yakılıp yıkıldığı, talan edildiği; ümitsizliğin, kötümserliğin; hatta İslâm”ın bir inanç sistemi, bir kültür ve medeniyet kaynağı olarak geleceğine şüphe ve endişe ile bakmanın oldukça yaygın olduğu bir dönemdir. Mevlânâ, bu menfi gelişme karşısında boş durmamış, his ve fikir planında büyük bir mücadele vermiştir. O, kelam ilmi ve felsefe sahalarında tartışılan meseleler hakkında birinci elden bilgiye sahiptir. Buna rağmen o, söz konusu meselelere çözüm getirmek istediğinde kelamcıların ve filozofların yöntemini takip etmemiştir. Soyut terimlerin işgaline uğramış istidlâl şekilleriyle ömür tüketmek, Mevlânâ”nın işi değildir. O, öyle şeyler söylemeliydi ki, kafa da rahatlasın, gönül de; âlim de bir şey öğrensin, testici de.3 Bunun için o, tasavvufun yalın söylemini seçmiştir. “Gönlü” ihmal eden bir medeniyetin sürekliliği mümkün değildir. Bugün kalkınmış Batı medeniyeti maddî alanda alabildiğine yükselmişken, aksine insanî ve ahlâkî değerler açısında da alabildiğine bir düşüş yaşamaktadır. İnsanın “gönül” dünyası ihmal edildiği için, insanlık ahlâkî alanda yeni pagan kökenli dinî hareketlere yönelebilmektedir. Fakat bu durum onların “arayışına” merhem olmayacaktır. Yaşadığımız yüzyılda ileri görüşlü mütefekkirler, “Yirmibirinci yüzyıl insanı ya toptan dine dönecek ya da topluca intihar edecek.” derken bir yol ayrımına geldiğimizin sinyallerini veriyorlar. Tam da bu noktada Mevlânâ, Yunus Emre ve bilumum gönül mimarlarının, farklılıkları varlık âlemindeki renkli vitraylar gibi görmeyi temel alan mesajlar taşımaları, insanlığın yüzünü yeniden İslâm”a döndürmelerinde etkili oluyor. Çünkü Allah”ın veli kulları vefat ettikleri zaman, toplumsal hayattaki asıl işlevleri yeniden başlıyor. Onlar, tabiri caizse, kınından çekilmiş kılıç gibidirler. Vefatlarıyla birlikte mesajları ve öğütleri hayat bulur ve topluma yön tayin etmede daha canlı ve diri rehberlik yaparlar. Çünkü onların mesajının özünde ruhla maddeyi, akılla vahyi, suretle mânâyı, cevherle ârazı buluşturma vardır. İnsan, Allah”tan kopuk yaşayamaz. Hayata anlam katan Allah inancıdır. Bu bağlamda Allah, anlam demektir. Bir medeniyetin Allah”la bağlantısı yoksa o medeniyetin hayatı anlamlandırması, izah etmesi mümkün değildir. Bunun için Kur”an”da Allah”a kafa tutan; Âd, Semûd, Medyen gibi medeniyetlerin yıkılış öyküleri anlatılır.
Müslüman Ümidini Kaybetmeyen Kimsedir
İşte Mevlânâ, İslâm dünyasının büyük bir yıkıma uğratıldığı dönemde, Müslüman vicdanlara yılgınlığı, bedbinliği değil, çağının sorumluluğunu taşıyan bir mütefekkir olarak, tekrar varoluş ve umut ruhunu yeniden aşılamıştır. Elbette kriz dönemlerinde yaşamış insanların bazı “husûsi” tarafları vardır. Bunu normal karşılamak gerekir. Çünkü onlar, normal dönemlerin insanı değildir. Önemli olan onların, varlık-yokluk mücadelesinin sürdürüldüğü dönemdeki yol gösterici tavırları ve mesajlarıdır. Mevlânâ”nın bu tavrı ve mesajı, yaşadığımız yüzyılda hâlâ varlığını sürdürüyorsa, onun düşünce dünyasının temel kaynaklarına bakmak gerekir.
Sosyolojik mânâda kriz dönemleri, toplumların hayata tekrar tutunmak için, yol gösterici büyük mürşitleri/kurtarıcıları aradıkları dönemlerdir. Yani kurtarıcı beklenen dönemlerdir. Bu noktada Mevlânâ, tarihî misyonunu mükemmel bir şekilde yerine getirmiştir. Dolayısıyla, Mevlânâ felsefesinde ümitsizlik ve kötümserliğe yer yoktur. O, “Bir kimse, iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kafirdir” sözüyle, insana umut kapılarını açar ve rûhun sonsuzluğuna inşirah üfürür. Bu ufku genişliğin bir alâmetidir.
Mevlânâ insan hayatında “kötülük” sorununa da değinir. Onun düşünce dünyasına göre, eşyada aslolan ibâha, iyi, doğru ve güzel olmaktır. Varlıkta esasen iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Ancak, bazı kimseler nezdinde eşya iyi ve kötü şeklinde bir değer kazanmaktadır. İyi ve kötü gibi değer yargıları, insanın kişisel kaprislerine ve ihtiyaçlarına; düşünce, bilgi ve kültürel düzeylerine göre değişir. Dolayısıyla kötülüğün bir gerçek olduğunu kabul eden Mevlânâ”ya göre bu dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötülük izâfîdir, özneldir. Buna göre, şuna göre değişir. Meselâ, yılanın zehri kendisi için hayattır, insan içinse ölümdür. Yine Zeyd, birine göre iyidir, bir başkasına göre kötüdür. “Öyle şeyler oluverir ki, siz, onlardan hoşlanmazsınız, hâlbuki o, sizin için hayırlıdır”4 ayetine vurgu yapan Mevlânâ, insan hayatının kötümserlikten ziyâde iyimserlik tarafı ile ilgilenir.5 Acı ve ızdıraplar, nihai iyiliğimiz için tahammül etmemiz gereken değişik tedâvî yöntemleri gibidir. Dünyadaki acı ve ızdıraplar da insanların daha büyük iyiliklere ulaşmaları açısından gerekli olan kılık değiştirmiş iyiliklerdir.6 Ama yine de Mevlânâ, kötülükler karşısında “pes etmeye, ne yapayım bu benim kaderimdir” gibi yaklaşımlara karşıdır. O, her ne olursa olsun, kötülüklerle mücadele edilmesi taraftarıdır. “Yüce Allah, diyor Mevlânâ, sıcağı, soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havale etmiştir. Korku, açlık, malların azlığı, bedenimizin hastalığı; bütün bunlar can nakdinin meydana çıkması içindir. Vaîdlerle tehditler, iyi ve kötüyü ayırdetmek içindir.”7 Bu sebeple Mevlânâ”ya göre, kötülükler karşısında olgun mü”minin pozisyonu, sopa yiyen porsuğun durumu gibi olmalıdır. Nasıl ki, sopa yiyen bir porsuk, dövüldükçe okları daha çok sertleşir ve mukâvemet etmede kuvvet kazanırsa, mü”min de zahmetler ve meşakkatler karşısında direniş gücünü daha da artırmalı ve metânetini korumalıdır.8
Netice olarak söylemek gerekirse, “günler, insanlar arasında nöbetleşedir.” Önemli olan bu nöbet değişiminde insanın kendisini hakîkatin bekçiliğine hazırlamasıdır. Medeniyetimizin yenilenmesi, bizim yenilenmemizle birlikte gerçekleşecektir. O halde, Mevlânâ”nın tabiriyle, “şimdi, yeni şeyler söyleyenler” medeniyetler alanındaki rekâbette gâlip geleceklerdir.
Dipnot
1- 7 A”raf, 34.
2- İbnü”l-Esîr, İzzeddîn Ebu”l-Hasen, el-Kâmil fi”t-Tarih Tercümesi, (çev. A.Ağırakça-A. Özaydın), İstanbul, 1987, XII, 316–17.
3- Mehmet Aydın, İslâm Felsefesi Yazıları, İstanbul, 2000, 96
4- bkz. 2 Bakara, 216; 4 Nisâ, 19
5- Mevlânâ, Mesnevî, 1974, IV, 4-6
6- Gazzâlî, Kitâbu”l-Esnâ, 1409, 40
7- Mevlânâ, Mesnevî, 1974, II, 227
8- Mevlânâ, Mesnevî, 1966, IV, 8-9