Vahdet Yolunun Sufileri Mevleviler
Semih Ceyhan
Biz vahdet yolunun sufileriyiz.
Biz şâh-ı hakikatin sofrasından nimetleneniz.”
(Mevlana)
ilsilenâmesinde pîri Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 672/1273) olan Mevlevîye tarîkatı, tasavvuf tarihinde Anadolu”ya has tarîkatlardandır. Tarihi seyir içerisinde tarîkat; âsitâne, dergâh ve zâviyelerinin tesisiyle Anadolu coğrafyasının sınırlarını aşmış; Ortadoğu, Hicaz yarımadası ve Balkanlara uzanmıştır. Günümüz Batı ve Doğu”sunda dervişân ve muhibbânıyla en yaygın tasavvufi yollardan biridir.
Mevlevîliğin seyr u sülûk esasları, âdâb ve erkânı, Mevlânâ”nın oğlu Sultan Veled (ö. 712/1312) ve torunu Ulu Ârif Çelebi (719/1320) devrinden itibaren tarîkatın tekâmül sürecine paralel şekilde teşekkül etmeye başlamış; Mevlevî yolunun kibârını kayda geçiren Sâkıb Dede”ye (ö. 1148/1735) göre tarîkatın âdâb ve erkânı Ulu Ârif Çelebi”nin oğlu “Pîr” Âdil Çelebi (ö. 770/1368) zamanında müesses hâle gelmiştir.
Mevlevî sülûkuna dair ilk kaynaklardan Dîvâne Mehmed Çelebi”nin (ö. 951/1544) Tarîkatü”l-ârifîn adlı risâlesi tarîkat usûlünün sembolik niteliklerini içeren ve bazı erkânını yansıtan ilk eser olmasının yanında, XVII. Asrın ilk yarısında Beyoğlu Galata Mevlevîhânesi yedinci postnişini, Mesnevî şârihi İsmail Rüsûhî Ankaravî (ö. 1041/1631) özellikle Mesnevî Şerhi, Minhâcu”l-fukarâ, Nisâb-ı Mevlevî ve Risâle-i usûl-i tarîkat adlı eserlerinde Mevlevî yolunun esaslarını tayin etmiş, Osmanlı Mevlevîliğinin âdâb, erkân ve nazariye açısından günümüze naklinde önemli bir konumda bulunmuştur.
İsmail Ankaravî, Minhâcu”l-Fukarâ”da “Mevlevî tarîkatının mahiyeti” başlığı altında Mevlânâ”nın bir sûfî, onun yolu, erkânı ve âyininin tasavvuf ve dedegânın da sûfîler olduğunu belirtmiştir. Mevlevîliğin mahiyetini bir sûfî tarîkatı olarak belirleyen ve kendisinden önceki Mevlevî meşâyihi tarafından sistematik şekilde vaz´ edilmediğinden dolayı tarîkatın mahiyeti hakkında ortaya çıkan yanlış anlayışları tashihe girişen Ankaravî, tarîk-i tasavvufun temelinin “fakr” diğer bir ifâdeyle “zühd” olduğunu söyler ve şunu ilâve eder: “Mevlevî tarîkatını sûfiyye tarîkatı şeklinde tarif etmek, Mevlevîliği tarîk-i aşk ve muhabbet veya tarîk-i fakr olarak tavsif etmeyi muhtevîdir” Zira tasavvuf, aşk, fakr, zühd ve marifet gibi tasavvuf mahiyetine ilave olunan özellikleri kendi içerisine alan üst bir kavramdır. Dolayısıyla Ankaravî, Mevlevîliği “tarîkat-ı ´ışkiyye” (aşk yolu) şeklinde tarif edenlerin tariflerinin eksik olduğunu, Mevlevîliğin mahiyetine yönelik bir tanımlama getirmek gerekirse, bunun ancak “tarîkat-ı sûfiyye” olması gerektiğini belirterek, bu konuda çıkan tartışmaları bertaraf eder ve daha kuşatıcı bir tanımlama getirir.
Ankaravî”ye göre Mevlevî tarîkatının mahiyeti tasavvuf yoludur, tasavvuf yolunun yapısında ise fakr vardır. Bu itibarla Mevlevîliğin esas ve rükünleri, her şeyi bezl etmek, cömertçe vermek ve ihtiyârı terk etmektir. Ankaravî, “sûfî isminin Mevlevî, Gülşenî, Halvetî, Nakşibendî gibi tarîkat ehlini ihtivâ ettiğini” belirtirken, Mevlevîliğin diğer tarîkatlar gibi tasavvuf yolu olarak görülmesine işâret eder ve Mevlevîliği sûfîyye yolunun dışında daha önce zikredilen aşk yolu, melâmet yolu fakr yolu gibi çeşitli şekillerde tanımlamayı eksik bulur. Ayrıca fakr ile tasavvuf veya fakîr ile sûfî arasında derecelendirme yaparak, “Mevlevî fukarâsı” tamlamasının ne anlama geldiğini tespit eder ve sûfîyi fakirden üstün tutar.
Ankaravî, Mevlevîlik söz konusu olduğunda sûfîyi kemâl mertebesinde görüp, Mevlânâ ve halîfelerini sûfî olarak tanımlamasıyla, Mevlânâ”nın zenginliği değil manevî fakrı tercih ettiğini ve dolayısıyla Mevlevî meşâyihinin de Mevlânâ”ya ittibâ ile manevî fakrı benimsemelerinin daha doğru tavır olduğunu ileri sürer. Bununla birlikte Mevlânâ, Mevlevî meşâyihine tavsiyede bulunarak kendilerine teveccüh eden iktidar sahiplerinin aşırı cezbe-i ilahi gibi mücbir sebepler olmadan iktidarlarını terketmelerini tasvip etmez, iktidar ve dünyevi meslekleri muhafaza ederek tarîkatta sülûk etmenin esas olduğunu belirtir.
İsmail Ankaravî, Mevlânâ ve Mevlevî meşâyihini “sûfîler” olarak tanımlarken yine tasavvuf kavramı ve disiplini altında Mevlevî sâliklerini de “mutasavvıflar” şeklinde ifadelendirir.
Şeyh Ankaravî”ye göre Mevlevî tarîkatının ve bu tarîkatta sülûk eden sâliklerin her hal ve fiilleri, Kur”ân âyetleri, hadis ve sûfî meşâyihin eser ve haberlerine dayanmalıdır. Bu itibarla Mevlevî sâlikinin yolu, Kur”an, Sünnet, velâyet yani tarîk-i müstakîm ve tarîkat-ı Muhammediyyedir. İfrat ve tefritten âzâde, itidâl üzere olan Mevlevî tarîkatını “aşk yolu” veya “cezbe yolu” şeklinde tanımlamak, aslında Hz. Peygamber”in (nübüvvet) yolu ya da velayet yolu şeklinde tanımlamaktan başka bir anlam ifâde etmez. Nitekim Ankaravî”ye göre Mevlânâ, vecd ve cezbe zuhûr etmedikçe itidâl yolundan ayrılmamıştır. Bu açıdan Mevlevî sâlikinin evvela şerîatı uygulaması gerekir. Zira tarîkat şerîatın tatbikidir. Şerîatsız tarîkat olmadığı gibi, tarîkatsız da hakîkata varmak muhâldir. Şerîat, tarîkat ve hakîkat üçlemesinde “Mevlevî”ye yol katettirecek temel saik ise öncelikle aşk, marifet, irşad ve hizmettir. Zira Mevlânâ tasavvufî düşünce târihinde zühd, ilâhî aşk ve melâmet ile marifet tavırlarını cemş eden bir sûfidir. Zâhidlik, tarîk-i ilâhînin başlangıcıdır. Zühd tavrı, ilâhî ahlâklanmayla neticelenir. Tarîkte yol katetmeyi hızlandıran ve marifete ermeyi temin eden yegâne sâik aşktır. Bu itibarla sadece kuru zühd tavrı marifeti hâsıl etmez. Ancak zühd ile beraber aşk olmalıdır ki marifet tahsil edilsin. Hem âşık hem de zâhid olan ârif olabilir. Marifet, ilâhî ahlaklanmayı gerçekleştiren sâlike ilâhî hakikatle tahakkuku sağlar ve sâlik son mertebede mukallidlikten kurtularak muhakkik sıfatını kazanır. Muhakkik, eşyânın mâhiyetini ya da eşyânın değişmeyen sâbit hakîkatlerini idrâk etmeye çalışan kimsedir. Bu itibarla Mevlevî her şeye Hakk”ını veren sûfîdir (tahkîk).
İsmail Ankaravî, Mevlevîlikte Muhyiddin İbnü”l-Arabî”nin de en yüksek tavır şeklinde derecelendirdiği “melâmet tavrının” baskın tavırlardan biri olduğunu belirtir.
Ankaravî düşüncesine göre, Mevlevîlikte melâmet yolunu ihtiyâr etmek için iki sebep olabilir:
1. Şeyh makamında olan ârif, dervişinde bazı sıfatlar görür ki, onların ortadan kaldırılması ancak melâmet ile mümkün olabilir. O zaman dervişe gereken bu emre uymaktır.
2. Melâmeti ihtiyâr eden kimse, şeyhi olmaz da, kendisi kendi nefsinin hilelerini bilir. Halk ise kendisinin hüsn-i hâline rağbet eder. Halkın bu iltifâtı ve bu rağbeti onun sülûkuna ve zevkine zarar verir. O zaman bu hile (hîle-i tarîkiyye) ile halk arasında şöhret bulmaktan kurtulur. Ancak yaşayan bir mürşide intisâb etmeden kemâle ermek de mümkün değildir. Bu anlamda Ankaravî”ye göre şeyhin veya mürîdin melâmet tavrını tercih etmesi zorunlu hallerde ortaya çıkan bir durumdur. Yani Mevlevî sâlikinde ve meşâyihinde olmazsa olmaz bir meslek değildir. İsmail Ankaravî, Mevlevîlikteki meşreblerin farklılığı konusunda tarîkattaki Melâmî gözükenlerden sonra meczûb meşrebinde olanlar hakkında da açıklamalar getirir.
Hasılı Şeyh İsmail Rüsûhî Dede”ye göre Mevleviliğin mahiyetine eklemlenen her ne kadar farklı tasavvufi meşreb farklılıkları olsa da yolun tasavvuf yolu olmasına binâen Mevlevîlerden beklenen şey, aşk, marifet, irşad ve hizmetle zâhir sufi olmaktır.
Bu esaslara sahip olmak isteyen tâlip, ya muhib veya çilekeş can olmak için Mevlevî Dedesine müracaat eder. Şeyh muhibbin müracaatını kabul ederse, gusül abdesti alan muhibbin başını şeyh dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve her ikisi de Fâtihâ”yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı zamanda tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperler (görüşme). Ankaravî”ye göre bunun ardından tâlibin saçından ve bıyığından Mevlânâ”nın öğrettiği üzere birkaç kıl kesilir (çârdarb). Çârdarb uygulandıktan sonra tâlibe zikir telkin edilir. Sabah namazından sonra, kuşluk vaktinde, yatsıdan sonra ve teheccüd namazından sonra zikredilmek üzere üç biner ism-i celâl telkin edilir. Zikirde on iki makam bulunmaktadır. İlk yedi makamda, sâlik kendi varlığından fâni olur. Sekizinci makamda fenâyâ erişir ve on ikinci makamda vahdet sırrına ârif olarak, sülûkunu nihâyete erdirir. Şeyh nevniyâz adını alan muhibbi, dergâhtaki dedelerden birine teslim edip, muhib dedesinden tarîkat adabını öğrenmeye başlar. İsterse Mevlevîlikte diğer tarîkatlara nazaran en önde gelen erkândan olan semâ”ı meşkedip Mevlevî mukâbelesine katılır. Tarîkatta çilekeş can olmak isteyen tâlip ise dergâhtaki bin bir günlük riyâzet sürecine tâbî tutulur. Mevlevîlikte riyâzet hizmet olarak tayin edildiğinden, hizmet çilesiyle nefsini tasfiye etmeye girişen çilekeş can, Mevlevîlikteki iç teşkilatın –ki merkeziyetçi bir yapıya sahiptir- en önemli mekânlarından olan matbahta (mutfak) çeşitli hizmetleri deruhte ederek “hamdım, piştim, yandım” sırrına erer.
Her Mevlevînin bilmesi gereken hafî ve devrânî zikir olan semâ, bin bir günlük eğitimin önemli rükünlerinden biridir. Sadece Mevlevî zikri olan mukabele devrî değil, Mevlevî sülûku da devrîdir. Mevlevîlerin bedenleri devrettiği gibi ruhları da devreder. İki tür sülûk yani tarîk (yol) vardır: Düz yol (tarîk-i müstatil) ve dairesel yol (tarîk-i devrî). Düz yolda gidenler (tâlibân-ı tarîk-i müstatîl), bülûğ çağından vefat edinceye kadar şeriat ve tarîkat üzere giderler. Ancak ruhani ve cismani her ne mertebe ve menzile varsalar, Hakk”ı hâriç bilirler ve tenzih yoluna saparlar. Daima Hakk”ı bu mertebelerden daha yüce bir mertebede ve / veya mertebesiz sanırlar. Enlem ve boylam hapsinde mahpuslardır, daireyi çizemezler diğer bir ifadeyle dairede yolculuk yapmak nasiplerinde yoktur. İkinci kısım yani dairesel yolda gidenler ise, Hakk”ın inayeti ve mürşidin himmetiyle tarîkatta sülûk edip varlıkta vahdeti keşfedenlerdir. Bu itibarla Muhammedî olan sufi Mevlevîlerin sülûku ve mukâbeleleri vahdet-i vücûd üzere daireseldir.
Mevlevîliğin irşad kitabının Mesnevî ve Mesnevîhânlığın tarîkatta bir makam olması sebebiyle Mevlevî meşâyihi yazdıkları Mesnevî şerhleriyle Tasavvufi düşünce literatürüne edebi ve nazari açıdan mümtaz katkılarda bulunmuşlardır. Mevlevîlik tarih boyunca halk tabakalarından devlet adamlarına kadar toplumun her kesiminden insanların manevi hayatı üzerinde tesirli olmuş; adab ve erkanında musikiden minyatüre dek sanat faaliyetlerini bilfiil tatbik etmesinden ötürü Türk-İslam kültür ve sanatının en önemli şâir, musikişinas, hattat ve ressamlarını yetiştirmiştir.