MEVLÂNÂ’NIN DİLİNDEN MADDE VE MÂNÂ SULTANLARI
Kadir ÖZKÖSE
“Müridlik mertebesinde bulunan isimlerin mürşiderini örnek alması¸ mürşidinin tutum ve tavırlarına göre hareket etmesi¸ mensup olduğu tarikatın âdâbındandır. Fakat mürşid-i kâmillerin bazı hallerini müridin taklide kalkışması¸ küstahlık kabul edilmektedir. Çünkü henüz şeyhinin kapasitesine ulaşmış değildir. Bu durum peygamberin özel hallerine ümmetinin takat getiremeyişine benzemektedir.”
Hidâyet ve dalâlet ehlini aynı potada değerlendiremeyeceğimizi ifade eden Mevlân⸠suret olarak aynı ortamlarda gözükseler de mânâları bakımından hidâyet ve dalâlet ehlinin birbirinden ayrı dünyaları paylaştıklarını dile getirir. Dinleyenlerine ve muhataplarına tavsiyede bulunarak¸ “Kâmil bir velînin bir hikmet gereğince yaptığı şeyi¸ taklit yoluyla müridin küstahça yapması caiz değildir.” der. “Kamil velîlerin yaptıklarını biz de yapabiliriz.” diyen müridlerin taklit çabaları ona göre¸ birer küstahlıktır. Böyle bir şey uygun değildir. O bu durumun gereğini şu şekilde beyan eder: Helva hekime zarar vermez. Hekim helvanın ne zaman yeneceğini¸ ne kadar yerse zararlı olmayacağını¸ ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağını bilir. Ama aynı helva hastaya zarar verir. Kar ve kıştan¸ olgun üzüme zarar gelmez ama koruğa gelir. Çünkü o¸ daha yeni yetişmektedir. “Tâ ki Allah senin için günahından¸ geçmiş ve sonraya kalmış olanı mağfiret etsin ” [1] âyet-i kerîmesinin yüce mânâsının sırrına vakıf değildir. Mevlânâ’nın diliyle söyleyecek olursak;
“Eğer bir velî zehir içse o panzehir olur. Mürid içse zehirlenip dehşete düşer.”[2]
Şu bir gerçek ki¸ müridlik mertebesinde bulunan isimlerin mürşiderini örnek alması¸ mürşidinin tutum ve tavırlarına göre hareket etmesi¸ mensup olduğu tarikatın âdâbındandır. Fakat mürşid-i kâmillerin bazı hallerini müridin taklide kalkışması¸ küstahlık kabul edilmektedir. Çünkü henüz şeyhinin kapasitesine ulaşmış değildir. Bu durum peygamberin özel hallerine ümmetinin takat getiremeyişine benzemektedir. Örneğin Peygamber Efendimiz (s.a.v) bazen visal orucu tutardı. Ashabından bazıları da iftar etmeden üst üste oruç tutmaya kalkıştılar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) onları uyarıp bu tür hareketten onları men etti. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasulullah (s.a.v.) Ramazan ayının sonunda oruçları vasletti (yani hiç bozmadan birkaç gün ardı ardına devam ettirdi). Onunla birlikte halk da vasletti. Durum Rasulullah’a ulaşınca; “Eğer Ramazan ayı bizim için uzatılsaydı biz onu öyle bir vaslederdik ki derine dalanlar (aşırılar) bundan (aşırılıklarından) vazgeçmek zorunda kalırlardı. Ben sizin gibi değilim. Ben gölgelenirim. Rabbim bana hem yedirir hem de içirir.”[3]
Bu minvalde Hak dostları da tecellîlere mazhar oldukları zaman vahdet âleminde yaşamaya; içerisinde bulundukları âlemin gereğince vahdet-i vücûda dair sözler söylemeye başlarlar. Bahsedilen mânâ âlemlerinde yolculuk yapmadan benzeri sözleri söylemeye kalkışmak¸ kişiyi ucube konumuna düşürür.[4] Günahların kaynağı kişinin izâfî varlığına bende olmasıdır. “Senin bedenin diğer günahlarla kıyas edilemeyecek günahtır.” denilmiştir. Müridler izâfî varlıklarının hükmü altında kaldıkları için mürşid-i kâmillerin hakîkî varlıklarını taklide kalkışmaları felakettir.
Mevlânâ bu beyitte Hak dostlarını doktora¸ onların söz ve hareketlerini helvaya benzetmektedir. Midesi sağlam bir doktor helvayı afiyetle yiyip hazmedebilmektedir. Ancak midesinden rahatsız olan hasta helvayı hazmedemeyecektir. Beyitte bahsedilen zehirden maksat¸ dünya lezzetleridir. İçilen zehir velîdeki ilâhî sevgiye gölge düşürmez. Fakat aynı dünya lezzetleri¸ henüz yolun başında olan¸ seyr u sülûkunu tamamlamamış kişilerde kötü tesirler meydana getirir.
Devlet İdarecilerini Bekleyen Tehlikeler
Kendilerini mânâ âlemi sultanları ile eşdeğerde görenlerin perişan hâllerine dikkat çeken Mevlân⸠mülk âleminde de benzer durumun geçerli olduğuna işaret etmektedir. Muktedir olamayanların eline terk edilen saltanat ve iktidar bir felaket doğurmaktadır. Bunların feci hâllerine acıyan Süleyman (a.s.) da Hak’tan kullarını koruması için şu şekilde niyazda bulunmuştur:
“Süleyman Peygamberin dileği¸ Ey Rabbim! Benden başkasına bu saltanatı verme’ demek oldu. Başkasına bu devleti ihsan etme’ dedi. Bunu hasetten sanırsan yanılırsın. Lâ yenbagî’nin mânâsını iyice düşün. Benden sonra ’ deyişte cimrilik yoktur. Hatta o¸ saltanatta yüzlerce tehlikenin mevcut olduğunu gördü. Dünya saltanatı tamamıyla baş korkusu¸ can kaygısıdır. Onda can¸ baş ve din korkusu vardır. Ey iman edenler! Bu bir öğüt ve imtihandır.”[5]
Âyet-i kerîmede Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana¸ benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen¸ dâimâ bağışta bulunansın’ dedi. Bunun üzerine biz rüzgârı onun emrine verdik. Onun emriyle istediği yere yumuşacık akardı. Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı olarak (onun emrine verdik.) İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver¸ ister (elinde) tut; hesapsızdır’ dedik. Doğrusu onun¸ bizim katımızda büyük bir değeri ve güzel bir yeri vardır.”[6]
Abdullah b. Amr b. Âs’ın rivâyetiyle Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Süleyman İbn Dâvûd (a.s.) Cenâb-ı Hak’tan üç şey istedi: 1. Kendisinden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat; Cenâb-ı Hak bunu verdi. 2. Allah’ın adaletine uygun düşecek¸ âdil hükümde bulunma gücü istedi; Cenâb-ı Hak onu da verdi. 3. Yine talep etti ki¸ bu Beyt’e (Mescid-i Aksa’ya) ihlâsla yani sadece namaz kılmak için gelen mağfirete mazhar olunsun.”[7]
Ebu Hureyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir başka hadis-i şeriflerinde ise Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Cinlerden bir ifrit¸ dün akşam¸ namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından yakaladım. Hatta onu¸ mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim¸ tâ ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak¸ kardeşim Süleyman (a.s.)’ın şu sözünü hatırladım: ve benden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülkü bana ihsan et‘.[8] Allah da onu hor ve hakîr olarak geri çevirdi.“[9]
Hadiste de belirtildiği üzere Süleyman (a.s.) kendisinden başka hiç kimseye lâyık olmayan bir mülk ve saltanat vermesini¸ Rabbi’nden dilemişti. Allah (c.c.)¸ duasını kabul edip onu da kendisine verdi. İnsanları¸ cinleri¸ kuşları ve rüzgârı¸ ona uysal kıldı. Meclisine gitmek üzere evinden çıktığı zaman kuşlar¸ onun başının üzerinden ayrılmazlar¸ meclisine vardığı zaman da insanlar ve cinler kendisine kıyam eder¸ tahtına oturuncaya kadar ayakta dururlardı. Rüzgâr¸ Allah’ın emriyle Süleyman (a.s.)’ın istediği yere gidiş ve gelişini sağlamakla kalmaz¸ aynı zamanda herkesin konuştukları şeyleri de ona iletir¸ haber verirdi.[10]
Süleyman (a.s.)’ın kendisinden sonra kimseye verilmeyecek saltanat istemesi haset gibi görülebilir. Ancak bir peygamberin haset etmesi aslâ düşünülemez. Takip eden beyitlerde de gerekçesi anlatılıyor ve Süleyman (a.s.)’ın saltanatta pek çok tehlikeye şahit olduğunu¸ kendisinin maruz kaldığı bu tehlikelere başkalarının düşmemesini istediğini belirtmektedir.[11] Süleyman (a.s.)’ın bu duası¸ aslında nefislerine kapılanlara yönelik şefkat ve düşkünlüğüdür.
Devlet adamları için hem din hem de can korkusu vardır. Adaletsiz bir yönetim gerçekleştirecek olsa günaha girme korkusu olur. Adaletin gereğini yapacak olsa bazılarını huzursuz kılacak ve onların intikamına maruz kalacaktır. Sultanlık ve emirlik çok büyük mihnet ve zorlu bir imtihandır.[12] Dünya mülküne sahip olanlar çevresindekilerin hasedine maruz kalır¸ baş tehlikesiyle karşı karşıya gelirler. Hint şairlerinden Mîr-i İlahî bu gerçeği bir gazelinde şu şekilde tasvir etmektedir:
“Güneşin çıplak başına bir zevâli yoktur.
Tâcın nasıl baş yediğini şem’den sor!” [13]
Yani mumun başında alev nasıl mumu başından eritmekte ise saltanat tâcı da mumun alevi gibi sahibinin başını yer.
Diğer yandan dünya işlerine dalmalarından dolayı mülkün gerçek sahibi Allah’tan gâfil olmaları¸ ibadetlerini terk etmeleri¸ benlik davasına koyulmaları gibi mânevî tehlikelere maruz kalırlar.
Maddî tehlikeler olmasa bile hizmet edenlerin çokluğu¸ emrine âmâde olanların pervâne kesilmeleri¸ nice saltanat erbabını kibir ve gurura sevk etmiştir. Saltanatın yol açtığı kibir¸ gurur ve gaflet büyük manevî tehlikelerdir. Böylesi manevî tehlikelerle baş edebilmek için Süleyman (a.s.) gibi himmeti yüksek şahıs olmak gerekmektedir.[14]
Devrin Sultan Süleyman’ı Olmak
Dünyanın süsüne kanmak¸ saltanatın gücüne güvenmek¸ madde âleminin basit kazançları ile yetinmek sonsuzluğu özleyen insan ruhunu kasvete bürümekte¸ insanın susuzluğunu daha da artırmaktadır. Böylesi acı hâllere düşenlere Süleyman (a.s.) acımakta ve şu şekilde şefâat dileğinde bulunmaktadır:
“Süleyman himmetinde ve hasletinde biri olmalı ki bu yüz binlerce renge ve kokuya el sunmasın. Onda o kadar kuvvet ve kudret varken yine de dünya saltanatından usanmış idi. Saltanatın gam ve keder olduğunu görünce cihan padişahlarına acıdı. Şefâatçi olup Rabbim! Bana verdiğin bu saltanatı başkasına lâyık görme. Bu mülkü¸ her kime lütfedersen Süleyman odur. O Süleyman da benim. O benden sonra değil belki benimle beraberdir. İddiâsız (benim) aynımdır’ dedi. Bunu şerh etmek farz idi ama ben yine karı koca hikâyesini anlatacağım.”[15]
2603. beyitte tasavvufî terbiyesini tamamlayamamış¸ kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye edememiş ham kişilerin kâmil şahsiyetleri pervasızca taklit etmelerinin sakıncasından bahsetmişti. Süleyman (a.s.) örneğinde durum açıklığa kavuşturulmaktadır. Dünya saltanatları¸ maddî otoriteler¸ makam ve mevkiler nâkıs şahsiyetlerin gururlarını okşar¸ benlik davasına koyulmalarına yol açar. Nitekim tarih dünya hükümdarlarının acı akıbetlerine şahitlik etmiştir. Dolayısıyla nâkıs şahsiyetler için dünyevî makamlar birer zehir ve felakettir. Maddî imkânların¸ dünyevî makamların¸ saltanat ve otoritelerin bozamayacağı isimler insân-ı kâmillerdir. Çünkü onlar saltanatın zehirleyemediği isimlerdir. Saltanatın kirli havası onları etkilemez. Zira onlarda nefsânî sıfatlardan eser kalmamıştır.
2610. beyitte şu âyetlere işaret vardır:“Akşama doğru kendisine¸ üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini¸ Rabbimi anmak için istedim’ dedi. Nihayet güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.”[16]
Âyette belirtilen Süleyman (a.s) mülkünün dalgası güzel atlardı. Bu güzel atları seyrederken kendinden geçmesi¸ onun nefesinin tutulmasına yol açtı. Burada peygamberlerin temaşasını sıradan isimlerin temaşası gibi görmek yanlıştır. Süleyman (a.s)’ın atlara seyre dalması¸ ilâhî mazharlara dikkat kesilmesi anlamınadır. Şehâdet âlemindeki eşya ilâhî isim ve sıfatların birer tecellîleridir.[17] Peygamberler isim ve sıfat tecellîlerine değil zât tecellîsine dikkat kesilirler. Bir âyet-i kerîmede; “ .dünyadan da nasibini unutma “[18] buyrulurken¸ diğer taraftan başka bir âyet-i kerîmede “ Unuttuğun zaman Allah’ı an ”[19] denilmektedir. Esma¸ sıfat ve zât tecellîsini temâşâ eden¸ gaflete fırsat bırakmadan Allah’ı zikredenleri Allah (c.c.) âyet-i kerîmede şu şekilde tavsif etmektedir: “Onlar¸ ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan¸ namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar¸ kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”[20]
Alış-verişler ve ticarî ilişkiler kesret âleminde meydana gelmektedir. Kesret âleminin tüm aktiviteleri de ilâhî isim ve sıfatlar dünyası olduğuna göre¸ Hak dostları bu tür faaliyetleri ile Hakk’ı zikirden uzak kalmış sayılmazlar. Onların bu meşguliyetleri dünyaya dalmak anlamına gelmemektedir. Ancak onların teveccühleri isim ve sıfatlara değil¸ dâimâ zât-ı mahzâdır. Onlar isim ve sıfatlar âlemini perde olarak görürler. Bu nedenle âyet-i kerîmede Allah (c.c.)¸ “Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl¸ beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!’ [21] buyurmaktadır.
2611. beyitte de belirtildiği üzere Süleyman (a.s.) isim ve sıfatların Zât’a hicap olduğunu görünce¸ kalbi gam tozuna bezendi. Kendisinden sonra gelecek dünya sultanlarına acıdı. Çünkü Süleyman (a.s.)¸ onlarda kendilerini sûretler âleminin etkisinden kurtaracak kuvvet olmadığını bilmekteydi. İlâhî huzurda dünya sultanları için şefâat edecek olan Süleyman (a.s.)¸“Allah’ım! Bu mülk ve saltanatı¸ devlet sancağını benden sonra gelecek şahlara ihsan edeceğin zaman¸ bana ihsan kıldığın kemâl ve kuvvet ile lütfeyle. Çünkü onlar zayıftır. Bu suretler âleminin fitnelerine dalar¸ nefsânî sıfatlarına mağlup olur ve seni unuturlar.”[22]” niyazında bulunmuştur.
Allah’ın saltanat verdiği isimler¸ saltanatın fitnesine dalmazlarsa Süleyman tabiatlı hâle gelmişler demektir. Süleyman (a.s.) diliyle bu tip şahsiyetler “benim ayn’ım”dırlar. Allah’ın metânet verdiği¸ ilâhî kudretle ihsanda bulunduğu¸ Allah’tan gayrıya meyletmeme gücü verdiği kimseler¸ Süleyman (a.s.)’ın dili ile¸ “Benden sonra” gelenler ifadesine dâhil edilemezler. Zira o kimseler “Benim ile beraber olurlar.”[23]Saltanatın fitnelerine aldanmayanlar Süleyman (a.s)’dan sonra gelenler değil¸ bizzat Süleyman (a.s)’ın tabiatında olan kişilerdir. Onlarla Süleyman (a.s.) arasında ikilik bulunmaz. Onlar Süleyman (a.s)’ın ta kendileridirler.
Özetle diyebiliriz ki¸ ehil insanların elinde olduğu zaman saltanat¸ insanlara huzur¸ iyilik ve emniyet kazandıracaktır.
[1] 48/Fetih¸ 2
[2] Mesnevî¸ I/ 2603
[3] Buhârî¸ Savm 48; Temenni 9; Müslim¸ Savm 57-60; Tirmizî¸ Savm 62.
[4] Tâhiru’l-Mevlevî¸ Şerh-i Mesnevî¸ c. IV¸ s. 1239.
[5] Mesnevî¸ I/ 2603
[6] 38/Sâd¸ 35-40
[7] İbrahim Canan¸ “Mukaddime”¸ Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi¸ Akçağ Yayınları¸ Ankara1988¸ c. I¸ s. 137.
[8] 38/Sâd¸ 35
[9] Buhârî¸ Salât 75¸ Amel fi’s-Salât 10¸ Bed’ü’l-Halk 11¸ Enbiyâ 40; Müslim¸ Mesâcid 39.
[10] M. Asım Köksal¸ Peygamberler Tarihi¸ Türkiye Diyanet vakfı Yayınları¸ 8. Baskı¸ Ankara 2004¸ c.II¸ s. 213-215.
[11] Tâhiru’l-Mevlevî¸ Şerh-i Mesnevî¸ c. IV¸ s. 1242.
[12] Tâhiru’l-Mevlevî¸ Şerh-i Mesnevî¸ c. IV¸ s. 1243
[13] Konuk¸ Mesnevî-i Şerîf Şerhi¸ c. II¸ s. 198.
[14] Tâhiru’l-Mevlevî¸ Şerh-i Mesnevî¸ c. IV¸ s. 1243
[15] Mesnevî¸ I/2609-2615
[16] 38/Sâd¸ 31-32
[17] Konuk¸ Mesnevî-i Şerîf Şerhi¸ c. II¸ s. 199.
[18] 28/Kasas¸ 77.
[19] 18/Kehf¸ 24.
[20] 24/Nûr¸ 37
[21] 14/İbrâhîm¸ 35
[22] Konuk¸ Mesnevî-i Şerîf Şerhi¸ c. II¸ s. 200.
[23] Konuk¸ Mesnevî-i Şerîf Şerhi¸ c. II¸ s. 200.