Mevlâna’da Renksizlik Âlemi Düşüncesi
Hüseyin Işık
Giriş
Mevtana İslâm irfan ilmi Anadolu kanadının kendine ait tefekkür sistemiyle göz dolduran ve kendinden sonra gelen arifleri yöntem itibariyle etkileyen simalarından biri. Anadolu tasavvuf geleneği deyince akla ilk olarak gelen isim elbette Mevlâna. Neden mi?
İbni Arabî’den sonra ilm-i kelamı1 terk edip, Gazalî’nin göz ardı edilemez çabaları sayesinde tasavvuf sözcüğüyle kaynaşan İslâmî tefekkür, ariflerin neredeyse tekeline girdi. Bu aşamada arifler geleneği Anadolu’da da Mevlâna’nın kendine ait yorumlayışıyla başka bir tarz buldu. Böylece Anadolu’da tasavvuf ya da daha açık ismiyle irfan ilmi Mevlâna”yla anılır olmaya başladı.
Aslına bakarsanız bu makalede Mevlâna’nın düşüncesinde yani islâmî tefekküründe “renksizlik âlemi” prensibine değineceğiz. Bu yüzden Celaleddin Rumî’nin hayatına ya da ilm-i Kelâm’ın neden Anadolu İslâm tefekküründe kaybolup gittiğine ve İslâm’ın felsefeden arındırılıp kuru bir hadis tekniğine bağlandığına dair bilgileri verme gereğini görmüyoruz. Bunun yanında Muhammed Celalleddin’in hayatı, eserleri ya da İslâm ilim tarihi gibi konulara girmekte gerek yoktur.
Kâmil İnsan Mevzuu
Mevlâna düşüncesinin2 – her şekliyle ya da nasıl yorumlanırsa yorumlansın – gerçek (kâmil) insanı ortaya çıkarmak için uğraşan bir zatın fikrî cehdinden türediği ortadadır. Bu bir yol önerisidir aslında. Seyr-i Sülük denilen hak yolunun yolcularına, nefs-i emmarenin zulümlerinden sıyrılmak isteyen varlığa bir öneridir Mevlâna düşüncesi, insanın yaratılıştaki ana sebebini, insanın Allah’a verdiği kulluk sözünü durmadan tekrir eden bir yolun başlangıcındaki insan için öğütlerdir Mevlâna’nın sözleri.
Kâmil insan düşüncesi (İbni Teymiyye, İbni Arabî tartışmaları dâhil) genelde her türlü ilmi tartışmanın ana konularından biri olmuştur. Ve irfan ilmi insanı bu alanda yetiştirmek için ortaya çıkmıştır. Peki, yüzyıllardır İslâm düşüncesinde bu kadar dile pelesenk edilen “kâmil insan” söyleminin anlamı nedir?
“Kamil insan”, İslam dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’e de konu olan bir söylemdir. Ancak Ku’ran-ı Mecit’te bu konu daha farklı bir adla anlatılmıştır. Orada gerçek(leşmiş) insan tâbiri kullanılmıştır. Ancak arifler bu gerçek insan deyimini hakikate yaklaşan, hakikatin anlamına vakıf insan anlamında olan “kâmil insan” deyimi ile karşılamışlardır. “Hakikate varmış” sözcüğünü “kemale ermiş”3 sözcüğüyle değiştirmişlerdir ve irfan ilmiyle birlikte – kelâm ilminin de göz ardı edilmeye başlanmasıyla – kâmil insan deyişi halkın içinde de kabul görüp günümüze kadar gelmiştir. Elbette bunun yerine Kur’an’da geçen “gerçek(leşmiş) insan” söylemi de kullanılabilir. Fakat asıl mesele bu kemalin nasıl yorumlandığıdır.
Kâmil insan sorununu ariflerle Kur’an-ı Kerim bazı noktalar dışında aynı yorumlamışlardır ancak burada, bu, farklarından ziyade bizim belirtmemiz gereken şudur ki; “kâmil” olma düşüncesi bir kendini gerçekleştirme yani Allah’ın buyurduğu üzere gerçek anlamda insan olma sorunudur.
Mevlâna düşüncesi de yukarıda belirlediğimiz sorunsal üzerine oturmuştur. Kamil insan, insanın dereceleri ve nefsi emmare sorunsalı Mevlâna’nın İslâmî tefekkürünün üzerinde durduğu üç sacayağıdır.
Yukarıda ele aldığımız kâmil insan meselesi elbette bu kadar sınırlı değildir. Bu konuda çok daha geniş yazılmış kitaplar vardır .4 Ve bu konuda başvurulacak kaynakların başında Kur’an-ı Kerim gelmektedir. Ancak belirttiğim üzere daha özel bir konuya değinmemiz gerekiyor.
Renksizlik Alemi ve Kâmil İnsan
Kâmil insan olmak için geçilmesi gereken safhalar vardır. Yani Mevlâna’nın deyimiyle insan dokuz dereceyi atlarsa ancak insan-ı kâmil olabilir. Fakat bu dereceler içerisinde bizi ilgilendiren “renksizlik âlemi” meselesidir. Bir arif olarak Mevlâna kendi İslâmî tefekkürü içerisine renksizlik âlemi prensibini doğal olarak işlemiştir. Peki, nedir bu “renksizlik” söyleminin altyapısı. Yani irfan ilminin tüm temsilcilerinin sahip olduğu dünyanın renksizliği söyleminin felsefi açılımı nedir?
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bu söylemin altında yatan anlamın maddecilerin renkli dünya söylemiyle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Ariflerin söylemlerinin hiçbiri elle tutulur şeyler üzerine kurulmamıştır. Onlar genelde gönül gözlerinin gördüklerini dünyanın içerisine yerleştirmeye çalışırlar ve bu aşamada da söylemleri bir üstdil olarak görünür bizlere. Buradaki “renksizlik” söylemi de üstdilin tasarruflarından biridir.
Arifler dünyayı Allah’ın bir tecellisi olarak ele alırlar ve dünyayı bir kaynaktan çıkan nurun parçalara ayrılmasıyla dağılan nurlar olarak tanımlayıp, o nurun ilk kaynağını kavramayı amaçlarlar. Bu yüzden de kâmil insan seviyesi denilen seviyeye erişmek için kırılan renkleri görmeden yalnızca renksiz nuru yakalamayı bir şart olarak öne sürmektedirler. Yani arifler şöyle diyorlar: “nur bir ışıktır ancak renksizdir ve nasıl bir ışık kristale çarptığında yedi renge ayrılıyorsa, o nur da dünyada bizim gözümüze kırılıp yedi renge5 bölünmüş gibi görünür fakat asıl olan tek bir nurdur ve o nur da renksizdir.” Bu aşamadan sonra da renksizlik prensibini bir koşul olarak, kâmil insanın yırtacağı perdelerden biri olarak sunarlar.
Bir arif olarak Mevlâna da kendi düşüncesine renksizlik âlemi söylemini ekmiştir6. Fakat Mevlâna düşüncesi sevgi eksenli olduğu için bu düşünce de sevgi boyutunda ele alınmıştır. Mesela o, renksizlik âleminin sırrına vakıf olduğumuz zaman Musa ile Firavun’un kardeş olduğunu göreceğimizi iddia etmiştir .7 Ona göre her şey Allah’ın tecellisidir ve insan da insan olarak bu tecelliden bir parçadır. Tek bir nurdan gelir her şey, âlemin kaynağı Allah’tır. Bu yüzden o nurun renksizliğini anladığımızda Musa ve Firavun’un aynı kaynaktan geldiğine iman edecek ve Firavun’da bile Allah’a tevhit edeceğiz diyordu. Mevlâna’da renksizlik bir sevgi meselesi olarak yani “ne olursan ol gel” söylemini destekleyen bir yan-sav olarak öne çıkmış olsa da, tevhit inancını sağlamlaştıran, seyr-i sülük yolunun olmazsa olmazları arasında olan bir olgu olarak da varlığını korumuştur.
Yukarıda söylediklerimize yeni bir açılım olarak şunu söyleyebiliriz ki; renksizlik âlemi Mevlâna için sevgi prensibinin ana taşıdır. Yani hoşgörü felsefesini gerçekten yaşamak isteyen (bir başka şairin deyimiyle) “renksizliğin renklere yenilmesini engelleyecektir”. Böylece insanlar sevginin yolunda gidecek ve sevgi dini olan İslam’ın mensupları Yaratıcılarını gerçekten tanımış olacaklardır. Derken Mevlâna tefekkürünün son basamağı tamamlanmış olup insan-ı kâmil ortaya çıkacaktır.
Sonuç
İslâmî ilimlerin hadis ve fıkıhla sınırlanışından sonra kendi kabuğuna çekilip tasavvuf ile irfan ilmini güçlendirmeye çalışan arifler insan-ı kâmil sorunu ile yola çıkmışlardır. Yani insanı gerçek insan, âyetin deyimiyle “meleklerin secdegâhı” olan insan seviyesine çıkarmak için uğraşmışlardır. Tüm bu çalışmalar sonunda birçok âbid, zâhid, arif yetişmiş ve tasavvuf sistemi rüştünü ispatlamıştır. Bu makalede bizlerde bu sistem ile yetişip dünyaya kendine ait bir başka “yöneliş sistemi”8 bırakan Mevlâna’nın “renksizlik âlemi” düşüncesinin nasıl bir açılıma sahip olduğunu anlatmaya çalıştık. Kısaca ele alınmaya çabalanan konuların tümü ayrı bir makale konusu olma ehemmiyetine sahiptirler. Ancak biz bu gibi konulara yeni giren okuyucuları da düşünerek üstdillerden kurtulup başlangıç seviyesindeki arkadaşlarımıza da daha açık bir söylemle seslenmeyi denedik. Dileriz daha ileride bu konuları daha geniş tartışacak ortamlar da buluruz. Mevlâna özel sayısı ile bize bu gibi konuları tartışmaya açabilme imkânı veren Yedi İklim dergisine teşekkür ediyoruz.
DİPNOTLAR
1) İlmi Kelâmın terki mevzuu aslında İslâm tarihi için değişik bir dönemin başlamasına sebebiyet vermektedir. Ancak bizim söylememiz gereken kısa bir derkenar var bu noktada. Abbasi hükümdarları uzun bir dönem Mütezile’yi desteklemişlerdir ve bu dönemde ilmi kelâmın konusu olan tartışmalar fazlaca yapılmıştır. Örneğin kelâm Allah’ın zati sıfatlarından mıdır yoksa subuti sıfatlarından mıdır sorusu bu dönemde sorulmuştur. Ancak Abbasi hükümetinin son döneminde Mütezile’yi desteklemeyi bırakmış ve Eşari’yi desteklemeye başlamıştır. Eşari ise saf hadis yani ehl-i hadis denilen koldan olduğu için ilmi kelâm tartışmaları rafa kalkmıştır. Bu aşama Selçuklular döneminde de Eşari’nin baskın yorum olarak ele alınmasıyla devam etmiştir. Böylece İslâm felsefesi denilen alan tamamen sönmüştür ve yalnızca Şia yorumuna mensup bölgelere hapsolmuştur. Diğer bölgelerde de bunun yerini Ibni Arabî’den beri gelişme gösteren tasavvuf almıştır.
2) Mevlâna felsefesi mi Mevlâna düşüncesi mi? Eğer bir düşünce sistemi kendi temellerini felsefeye atfediyorsa o zaman o sistem felsefidir ancak her düşünce sistemi de bir felsefe değildir. Tabiî her şeyin bir felsefesi vardır ancak bu çok basit bir söylemdir. Mevlâna düşüncesi kendine ait mihenk taşları olan bir sistem de olsa bu düşünce sistemi bir Mevlâna felsefesi oluşturmaz aksine Mevlâna düşüncesidir bunun adı çünkü İslâm felsefesinden beslenerek kendine ait bir yorumlama ortaya koyar. Kendi dinamikleri yoktur, İslâm’ın dinamiklerini farklı yorumlar. Sevgi, kâmil insan, ruh gibi söylemler bir felsefeci olarak Mevlâna’nın kurduğu sistem içinde farklı anlamlar kazanmamıştır ki aksine İslâm’ın söyledikleri alelade kullanılmıştır. Bu yüzden Mevlâna düşüncesi ya da tefekkürü denilmelidir, Mevlâna felsefesi değil.
3) Her ilim kendine ait bir üstdil oluşturur. Örneğin tıp ilminin dili günlük konuşma dilinden bağımsızdır. Burada da ariflerin yaptığı iş buna işaret eder. İrfan ilmi de kendine ait bir dil ile dünyayı anlamlandırır. Buradaki “kemale eren insan” deyimi de bunun açık bir örneği.
4) Daha geniş bilgi için bkz: İnsan-ı Kâmil, Şehit Murtaza Mutahhari, İslâm’da İnsan, Şehit Beheşti
5) Tabii bu sadece bir benzetmedir. Dünyada kırılan nur yedinden çok daha fazla renge bölünmüştür. Bunu görmek de hiç zor değil.
6) Mevlâna’nın bu düşüncesinin asıl nedeni elbette hayatının seyr-i sülük yoluna ayrılan büyük bir bölümünden sonra dünyanın bir aşamada tek bir nurdan geldiğini fark etmesidir.
7) Bkz, Divan-ı Kebir ve Mesnevi, Mevlâna Celaleddin Rumî
8) İşte burada da asıl mesele yönelme şeklidir. Mevlâna düşüncesi yeni bir felsefe sunmaz sadece yeni bir yönelme şekli sunar.
huseyin@tacmahal.org
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı
#Hüseyin Işık