Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 17
DEVECİ İLE FİLOZOF
Bir bedevî, devesine iki çuval yükler, kendisi de üzerine binerek yola koyulur. Yolda, üstü başı perişan bir filozofa rastlar. Laf arasında, filozof bedevîye sorar:
–Devenin üzerindeki çuvallarda ne var?
Bedevî:
–Birinde buğday dolu, diğerinde kum.
–Neden kum doldurdun?
Bedevî cevap verir:
–O çuval boş kalmasın, devenin üzerinde dengeyi tutsun diye.
Filozof bedevîye:
–Akıllılık edip de buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öteki çuvala koysaydın, hem devenin yükü hafiflerdi, hem de çuvalların, der. Bedevî bu fikri çok beğenir:
–Hakkın var, düşünemedim, diyerek, öyle yapar.
Yapar ama, bu derece akıllı adamın hâline şaşar. Nasıl olur da, bu akılla bu adam böyle perişan gezer, diye düşünür. Merakını yenemez, sorar:
–Ey akıllı adam. Sende bu akıl, bu fikir varken, niye böyle yaya yürüyor, yoruluyorsun? Böyle bir akılla sen ya sultansın, ya vezir. Doğru söyle nesin sen?
Filozof cevap verir:
–İkisi de değilim, halktan bir kimseyim.
Bedevî tekrar sorar:
–Kaç deven, kaç öküzün var?
–Hiç.
–Peki, bâri dükkânındaki mal ne? Onu söyle?
–Benim ne dükkânım, ne yerim, ne yurdum var. Ben filozofum.
-O halde kaç paran var?
–Ne parası, ekmek alacak tek mangırım yok. Yalın ayak, baş kabak dolaşır dururum. Bu kadar hikmet ve bilgiden ancak, hayal ve baş ağrısı elde ettim.
Bedevî, bu cevaba fenâ halde kızar:
–Defol, uzaklaş yanımdan der. Senin bilgin, nasihatin bana da zarar verir, başıma dert açar. Sen şu yoldan git, ben bu yoldan. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması; senin hikmetinden, boş, faydasız, felsefeden daha iyi. . .
Mevlânâ ekler:
“Fikir ona derler ki, bir yol açsın, yol ona derler ki, bir gerçeğe ulaşsın. Sultan ona derler ki, kendiliğinden sultan olsun, hazînelerle askerlerle değil. (c.II,beyit: 3176 vd.)
AÇIKLAMA:
Bu hikâyede söz konusu edilen filozof sâdece teoriyle, lâf cambazlığı ile vakit geçiren, maddî-mânevî sâhada işe yarar bir fikir üretemeyen ve bir baltaya sap olamamış tipte bir kimse olsa gerektir. Ayrıca Hz. Mevlânâ”nın, materyalist felsefecilere karşı olduğu da bilinmektedir. Ona göre, tabiattan ve hayalden doğan, yâni materyalist olan felsefe, Allah”ın feyiz ve nûrundan yoksundur. Bu türlü düşünüş, insanı inançsızlığa ve mutsuzluğa götüreceğinden, dinî açıdan hoş karşılanmaz.
Düşünce birikimleri elbette iyidir. Tevhid ve Allah inancını içinde bulundurursa, bu birikimlerin bir adı da “hikmet”tir ki, Kur”an-ı Kerim”de “Bir kimseye hikmet verilmişse ona birçok şey verilmiş demektir” (Bakara 2/269) buyrulur.
İslâm dîni her türlü bilgiyi alabildiğine teşvik eder. Bununla birlikte, hikâyedeki olayı hatırlatır biçimde Hz. Peygamber, “Faydasız ilimden Allah”a sığınmayı” tavsiye eder. “Faydalı ilim” istememizi bildirir. Buradaki fayda, hem maddî hem de mânevî; hem dînî, hem de dünyevî faydadır. Konuyla ilgili hadislerden biri şöyledir: “Ey Allah”ım fayda vermeyen bilgiden, ürpermeyen kalbten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duâdan sana sığınırım” (Müslim, zikr, 73)
Fîhi Mâfîh“te de bu konuyla ilgili bir hikâye yer alır: Pâdişahın biri, oğlunu esrarengiz ilimlerle meşgul bir topluluğa verir. Amacı onun astroloji, reml gibi bilgileri öğrenip, gaipten haber verme, geleceği tahmin etme gibi sâhalarda yetişmesini sağlamaktır. Çocuk son derece aptal yaradılışlı olmasına rağmen, becerikli hocaları onu çok iyi yetiştirirler ve gerekli bilgileri fazlasıyla öğretirler. Sonunda çocuk, o sâhada tamamen üstad olarak babasının yanına döner. Bir gün pâdişah oğlunu imtihan etmek ister ve avucunun içine bir yüzük saklar:
-Söyle bakalım, avucumda ne vardır? diye sorar. Çocuk düşünür, öğrendiklerinin yardımıyla konuşur:
-Avucundaki yuvarlak, ortası delik, sarı bir şeydir! der. Pâdişah sevinir.
-Özelliklerini doğru bildin, şimdi de ne olduğunu söyle, deyince çocuk:
-Avucundaki kalbur olması lâzım! der. Pâdişah çok üzülür ve şöyle söylenmekten kendini alamaz:
-Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar özelliği, bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin a evladım?
Mevlânâ şöyle ilave eder: Bunun gibi zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi biliyorlar. Fakat önemli olanı ve kendilerine her şeyden yakın bulunanı, yâni kendi kendilerini bilmiyorlar.
Kültürümüzde “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbeh” yâni “Kendini bilen Rabbini bilir” ifâdesi çok yaygın olarak kullanılır. Gerçekten öyledir: Maddî ve mânevî yönüyle “insan” denen varlık çok mükemmel bir yapıya sâhiptir. Yalnızca bedenimiz, biyolojik ve anatomik bakımdan ele alınsa ne büyük incelikler ve harika bir yapıya sâhip olduğu görülür. Bu özellik, inanmış bilim adamının îmanını daha arttırır.
Aynı şekilde ruhi-mânevî ve psikolojik yönümüz ise ayrı ve daha derin bir âlemdir. Bu konularda insanın bilgisi ve derinliği ne kadar artarsa Yaratıcıya karşı hayranlığı o nispette çoğalır.
#Mehmet DEMİRCİ