Mesnevî’de Fatalist Alegoriye Örnek Bir Hikâye
Osman Koca
Aruzun “fâilâtün/fâilâtün/fâilün” kalıbıyla yazılan Mesnevi25618 beyitten müteşekkil devasa bir eserdir. Ahlakî normlar dikkate alınarak yazılan bu eserde kullanılan dil de doğal olarak hikemîdir. Çoğu zaman teşhîs ve intak sanatlarıyla ortaya çıkartılan hayalî argümanların, mistik metaforların konu edinildiği epizotlardan örülü hikayelerdeki dinsel figürasyonların başında hiç şüphesiz fatalizm gelmektedir ki bu yazgıcı yaklaşımı müstakil bir doktrin haline getiren de eserde sık sık mevzubahis edilen alegorilerdir.
Kimlerince bir tefsir, kimilerince bir hadis, kimlerince de bir kitabiyat olarak kabul edilip düşünsel dünyaya bu şekilde lanse edilen Mesnevîde fatalizmle alegorizm iç içe yoğrulup dile getirilmiştir.
İçkin ve aşkın duyuş ve düşünüş mekanizmasının ütopya yahut simeranya coğrafyasındaki karşılığını bulunsun için Mesnevîde merkez İdeal insandır.
İnsan idealize edilecekse bunun en güzel yöntem ve metodu yine kuşku yok ki tasavvufî bilgi ve birikimlerle onu yoğurmak olacaktır.
Mesnevideki temel gaye ilahî güzellikle aşkullahı tüm dünyaya ilân etme düşüncesidir dersek hata etmiş sayılmayız sanırım.
O halde bir yanda ‘hâlık/yaratıcı/subje’ öte yanda ‘mahluk/yaratık/obje’ arasındaki koloniyal dili edebî hünerler tezgâhında derleyip sunmanın en güzel yolu “neme est, heme ezest” doktrinindeki açılımı sağlayan “O” zamirini öteki “o” zamirlere aktarmak olacaktır.
İşte Mesnevî’deki fatalizmi yerinel fonksiyonlara büründüren temel sebep de bu aktarımın ‘gönderici ile alıcı’ arasındaki iletiyi kanatlandıran kimi göndergesel, kimi belgesel, kimi de imgesel anlatım tekniğidir.
Eserin 35. ila 245. beyitleri arasına serdedilen “Padişah ile Cariyesi” öyküsü enikonu tetkik ve tahlil edildiğinde meramımız vuzuha kavuşacaktır.
Öykü özetle şöyledir:
Günlerden bir gün ava çıkmaya karar veren bir ülkenin sultanı kılık değiştirip yola çıkar. Yolda büyük bir kalabalığa rastlayınca meraklanıp durur. Meğer genç bir kız köle satılmaktadır. Miskin kılığındaki sultan epey yüklü bir caizeyle kızı alıp sarayına döner. Genç kız bir gün rahatsızlanır. Bunun üzerine sultanı bir kara düşüncedir alır. Hekimler çağırtır. Her türlü tedaviyi uygulayan hekimlerin tüm çabası sonuçta boşa gider. Bu elim hadise sonrası Sultan daha bir telâşlanır. Hemen Rabb’ine sığınır. 0 gece bir rüya görür. Rüyasında yabancı birinin saraya geleceği ve bu kişinin ermişlerden olduğu ona salık verilir. Sabahleyin saraya bir yabancının girdiğini gören sultan derhal ayaklanıp onu bahçede karşılar. Aralarında sıkı fıkı bir muhabbet başlar. Meğer yabancı da bir hekimdir. Ama diğerleri gibi değil. O kızdaki hastalığın sevdiği erkekten ayrılmış olmasından kaynaklandığını anlar. Çeşitli vaatlerle kızın sevdiği erkeği yani kuyumcuyu saraya getirtir. Kızla kuyumcu evlenir. Gel zaman git zaman hekim hazırladığı bir iksirle kuyumcuyu solup soldurur. Kız sevdiğinden tiksinmeye başlar artık. Çok geçmeden ölür kuyumcu. Kız da içindeki aşkı bitirip sultana gönül verir.
Yer yer âyet, hadis ve kibarlarla kesilen hikâye özetle böyledir.
İlk bakışta çarpık, çirkin ve hatta seviciliğe varacak denli memnu ilişkiler yığını gibi gözüken bu hikâyenin arka plânı iyice irdelendiğinde işin aslının hiç de öyle olmadığı rahatlıkla anlaşılacaktır.
Şimdi öyküyü farklı iki bakış açısıyla değerlendirelim.
İlki; modern aklın artık dayanılmaz bir sancısı olan ‘imgeden anlı seküler” bakış açısı.
Buna göre öykü analiz ve sentez yetisinden kurtarılıp epizotlandınlacak ve epizotlar arası iletiler okunduğu gibi algılanıp anlaşılacak ve alıcı-verici arasındaki kanal diyalektik söylevleri düz akılla ortaya çıkaracaktır.
Doğu -coğrafi anlamda değil kültürel boylamda- hemen hemen bütünüyle imgesel bir söyleyiş tarzına sahiptir. Hal böyle olunca doğu taşıyıcısı terminolojiyi bilmeden, referans ve kaynaklarına erişmeden yapılacak her türlü izah ve şerh doğal olarak sekülerize aklı, açmazlara sokacaktır. Ne ki bu açmazların sebepleri sorgulanacak yerde işin kolayına kaçarak onları olduğu gibi sunmak bu coğrafyanın üstlendiği değerleri düpedüz aşağılamaktır.
Bu tür akla göre öyküdeki tipografyada biri eril, üçü dişil, toplam dört tip vardır:
Esir kız, sultan, yabancı, kuyumcu.
Sultanın her türlü imkâna sahip olduğu halde kızı satın alıp haremine katması, kızın onatsız hastalığı, hekimlerin buna çare bulamaması, şifanın bir rüya faslıyla yabancı bir ermişe nispeti ve nihayetinde kızın hastalığına sebebiyet veren kuyumcunun oyuna gelerek can verişi atraksiyonu sağlayan objeler olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkinci bakış açısı, ilkinin aksine öyküyü aslî formatından sıyırıp ona yeni yepyeni anlamlar yüklemektedir. Aslında bu yükleme istisnasız Mesnevî’nin diğer öykülerine de sirayet eden bir bakış açısıdır. Çünkü Doğunun taşıdığı imgelerle anlatış tarzı, alıcıyla verici arasındaki kanal/lan doğrudan yerine dolaylı bir ifade biçemiyle karşımıza çıkarmaktadır. Üstelik bu biçem kaygısı sadece Mesnevi’ye özgü değildir. Bilakis tüm edebî/hikemî ürünler için kullanılan dil örüntülü/dilemmalıdır.
Buna göre sultan; hem rütbesi, hem itibarı, hem makamı açısından ruhu sembolize eder. Ruhun tebdili kıyafetle deveranı tasavvuf? ifadeyle vahdet’ten ayrılıp kesret’e karışmasıyla açıklanabilecek bir durumdur. Diğer yönüyle halvet/uzlet makamını terk edip çokluğa/hayata karışması yani.
Kızın esire yaftasıyla satılığa çıkarılması nefs’e tekabül eden bir kavramdır. Tasavvuf? disiplinde ‘ruh ile nefs’ arasında kıyamete kadar sürecek kaçınılmaz bir savaş yaşanmaktadır.
Şifacı geçinen hekimler, daha ziyade insanoğlunun fizikî yapısıyla ilgilenen tabiplerdir.
Yabancı, bir ermiş dolayısıyla derviş/mürşittir. Rüya kanalıyla gelişi mistik edebiyatta gayet doğal ve normaldir.
Kuyumcu ise insanın aklını çelen ve bu yönüyle oyun ve eğlenceye açık olan dünya sevgisine işarettir.
Dünya, mürit için açık apaçık bir tuzaktır. Ancak mürşit bu tuzağın her türlüsüne karşı her daim uyanıktır. Ruhla nefs arasında yaşanan sirkülasyonda belirleyici rol pek tabiî yine mürşide aittir.
Kızın/nefs’in, yabancı/mürşit eliyle öldürülüp sultana/ruh’a sunulması daha ziyade divan şiirinde cereyan eden ‘hayr ile şer, günah ile tevbe, ruh ile nefs, vahdet ile kesret, halvet ile cemiyet, dünya ile ahiret, nur ile zulmet” ve diğer daha bir çok tezat olay ve olgu mesabesinde yaşanan kavgalarla cedellerin, gürültülerle patırtıların kesişimle kavuşum noktalarını izaha kavuşturmak içindir.
Aksi takdirde sathi algılarla insan aklını hataya düşürecek kadar ince bir zekâyla narin buluşların harmonisi olan doğunun duyuş ve düşünüş argümanlarını doğru Şekillerde günışığına çıkartmak mümkün değildir.
Zaten genel anlamda Doğu edebiyatının, özel manada Mesnevinin yanlış anlaşılması hep bu ve benzeri sebeplerdendir. Yani terminolojiye aşina olmamak, koskoca medeniyetin izdüşümlerini oluşturan moral değer yargılarını aymaz bir edayla hiçe saymak…
Bu farklı iki bakış açısını sunduktan sonra hikâyenin neden fatalist alegoriye örnek teşkil ettiği de sanırım anlaşılmıştır.
Kaderin, sülük seyrine çıkan müritle sülukun son halkasında onu bekleyen mürşit arasındaki korelasyonu tamamen ikisi dışında devam eden daimi bir süreçtir. Sorulmaz, soruşturulmaz; yargılanmaz, hikmetine akıl sır erdirilmez.
Vaktiyle mürşidi büyük amaca ulaştıran müridin hali hazırdaki küçük araçları zahirî/dışsal dünyadaki engelleri/kesreti karşılar. Bu engellerden kurtulmanın yöntemiyse nefis tezkiyesiyle batınî/içsel âleme yani içben’e, özben’e ulaşacak yolun formülünü aramaktan geçer.
İşte Mesnevî’nin bu giriş öyküsü, birtakım imgeler kullanılarak vahdeti/bir’i arayışın alegorik serencamını aktaran mazmun/kalıp bir hikâyedir.
Yoğun ve derin anlamlarından sıyırıp kıssayı düze yormakla, hakikat güneşini balçıkla sıvamak arasında zerrece fark yoktur.
Aklı evvel geçinenler nafile, beyhude uğraşadursun…
Biz de balçığın güneşi örttüğü ânla(!) meşgul olalım…
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı