Mevlâna Hazretleri: Kulluğun Engin Ufku
M.Said Türkoğlu
“Bedenin kapısı, duvarı, gerçekten haberdar olursa; ev, padişahlar padişahının evi kesilirse diridir o ev. Cennette, ağaç da, meyve de, arı duru su da cennetlikle konuşur, söyleşir; çünkü cenneti aletle yapmamışlardır; orası kulluklardan, niyetlerden kurulup yapılmıştır. Beden yapısı, ölü balçıktan yapılmıştır; o yapı ise diri ibadetlerden kurulmuştur.” (Mesnevî’den)
Ulu çınarlar, bulundukları iklimin meşakkatlerine göğüs gerdikleri için ululaşmışlardır.
Bağlı bulundukları toprağın yeşertme hamlesine büyük bir iştiyakla teslim oldukları için yücelik kazanmışlardır.
Başta peygamberler olmak üzere, medeniyetimizin maneviyat çınarlarına baktığımızda hepsi de Yüce Yaratıcı karşısında mahviyet, teslimiyet ve azami gayret şuuruyla hareket ettikleri için kendilerine manevi payeler bağışlanmıştır.
Kulluk yolu, iştiyak ve zahmet yoludur.
İnsan, dünyaya, varlığını şuurlu bir kullukla taçlandırmak için gönderilmiştir.
Bu dünya eğlenme sefa yeri değildir. Buraya gönderilişimiz bize bağışlanan ömrün sınırları içinde bir hayatı yaşayarak iç madenlerimizi saflaştıracak kulluk merhalelerinden geçebilmek içindir.
Bu şuur, manevi derinlik ölçüsünde pekiştiğinden, kulluk cevherini parlatmada peygamberler ve veliler en öndedirler.
Ulu kişiler, ayarı yüksek ruh madenlerini, insanlık için örnek bir hayat yordamı sunmak yolunda işletmişlerdir.
***
Mevlâna Hazretleri, inanç atlasımızda özgün ve kuşatıcı nefesiyle asırlarımızı ışıklandıran ulu çınarlarımızdan biridir.
Onun manevi cephesi tamamen “kulluk” madeniyle taçlanmıştır.
Hani, Mevlâna Hazretleri, bezmişim ben, beni Kur’an’ın bendesi, Muhamamed Mustafa’nın (s.a.v.) yolunun tozu olmak dışında görenlerden dedi ya! Sen bunu şöyle anla:
Kur’an’ın bendesi, Efendimiz’in yolunun tozu olmak, nefis-dünya adına hiçbir hesabın içinde olmamak; bütün yapıp ettikleriyle, söyleyip yazdıklarıyla “ukba” yolunun samimi yolcusu olmak demek!..
Mesnevi diliyle: “Allah’a edilen bir secdenin tadı, yüzlerce devletten daha tatlı gelir.”
Mevlâna Hazretleri, Bir ömür boyunca bu şuura kenetlendi de sesi soluğu çağlara yayılan İlâhî bir tatlılık kazandı.
Bu ses, Rahman’ın mânâ denizinden beslenmeseydi, ruhlara ve gönüllere nasıl bu kadar söz geçirebilirdi?
Ve kulluğun yolu yordamı, çilesi, meşakkati çekilmeseydi Celaleddin’i “Mevlâna” eyleyen yücelik payesine nasıl erilirdi?
Bu teslimiyet ve coşkunlukladır ki, Mevlâna Hazretleri; tadıyla, tuzuyla; sabrı, meşakkatiyle kulluğun rükünlerini tam olarak yerine getirmek yolunun hep samimi yolcusu olmuştur.
***
Sipehsâlâr Feridun Bin Ahmed, Mevlâna Hazretlerine kırk yıl müritlik yapmış, bu mesut ve talihli beraberlikte şeyhinden gördüklerini, işitip öğrendiklerini en sağlam kaynak eser sayılan “Sipehsâlâr Risalesi”ne kaydetmiştir.
Bu eserde Mevlâna Hazretlerinin “erginlik çağından, ömrünün sonuna kadar günden güne riyazet ve mücahedeyi kat kat artırdığını öğreniyoruz:
“Bu zayıf, kırk sene yanında kaldım, hizmetinde başım pergelin sabit ayağı gibi oldu; bu süre içinde kendisini yatakta başını koyup da yanı üzerine uzanarak istirahat ettiğini görmedim; çünkü Hak Teâlâ’nın muhabbetinin harareti o kutsal vücuda daima bir muharrik olmuştu. Buyururlar:
‘Nasıl rahat eder her ten uyurken
Yatağı olsa altında dikenden’
…Bir defasında geceleri uykusuzluktan, çok sema’ etmekten ve vecd halinden müridlerin uykusu bastırmıştı. Mübarek huzurunda edebi bırakamadık/arından dolayı onların yatamadık/arını anladı, murakabeye vardı. Sırtını duvara dayayıp başını dizlerinin üzerine koydu. Şeyh Muhammed Hâdimî geldi, vücudunu büyük bir feraceyle örttü. Bütün müridler bunu görüp uyudular… Sonra bazen vecd ve cezbelerle aşağı yukarı dolaştı, hiç dinlenmedi… ‘Herkes uyudu, gönlünü kaptıran ben âşık ise uyumadım. Her gece gözlerim gökte senin hayalinle yıldızları sayıyor. Aşkın uykuyu gözümden öyle giderdi ki, bir daha gelmesi artık mümkün değil.”
Nitekim (Mesnevî’den öğreniyoruz; az uyumayı Yüce Yaratıcı’yla buluşma çağı için armağan biriktirme sayar Mevlâna Hazretleri; çünkü geceleri az uyuyanlar, seher çağları suçlarının bağışlanmasını isteyenler, ışıklarla iç içe duygular sahibi olurlar.
Az yemek nefis taşıyan insan için önemli bir yücelme kapısıdır; çünkü az yemek Allah azığıdır. Allah, gerçeklerin bedenlerini açlıkla diriltir. Allah, açlığı azık bilenleri “ferahlık”la rızıklandırır. Manevi payeyle payelendirir. Ancak Allah haslarının işidir gerçek açlık. Yemeye, içmeye esir olanlar yücelik kazanamazlar. Dünya delisidir onlar. Dünyayı aşıp, ötelere yükselmek, ancak dünyayla bağını koparmakla olur. Allah, yemeğe, içmeye meylini azaltanları ruh azıklarıyla mükâfatlandırır.
Sipehsâlâr Risalesinden:
“Nitekim şöyle buyururlar: “Geceleyin “Kab-ı Kavseyn” harabatında bulunan kimsenin nurlu gözlerinde elbette dostla buluşmanın mahmurluğu parlar. O vuslat makamının adı “Rabbimin indinde geceledim”dir.
Peygamberimiz buyurmuştur: “Bana Rabbim yedirdi ve içirdi”
Hazreti Mevlâna Efendimiz ise açlığı son haddine vardırmışlardı, “Tam kırk sene benim midemde bir gece ta’am uyumadı.” buyurmuşlardır.
Bu kudsi sözü nazım olarak şöyle anlatır: “Allah biliyor, Peygamberi de şahittir ki, azığımı, gücümü Allah’tan alıyorum. Kırk seneden beri aç yaşıyorum, yemek için hiç zorda kalmadım. “Rabbimin katında gecelerim” Hadis-i Şerifi bana su verir, yemek Allah katından canıma ulaşır.”
Buyururlardı ki: “Benim sinemde bir ejderha vardır, o, gıdaya tahammül etmiyor.”… “Senin gönül kuşun, heyza (mide fesadı) hastalığına tutulduğundan, bu beden mezarında esir kalmış. Bu nefs esirliğinin yumurtasından çık ki, kanatların açılsın da safa çimenliğinde, mânânın sonsuz fezasında uçup gezesin.”
Bu anlatılanlar Hazret’in zahiri orucuydu. Masivayı terk etmekten ibaret olan bâtın orucunu da tutarlardı. Nitekim marifet ehli demişlerdir ki: -“Oruç üç çeşittir; avamın orucu, havasın orucu ve ehassın orucu. Avamın orucu, yemeği ve içmeyi terk etmektir. Havasın orucu, azaları günah işlemekten korumaktır. Ehassın orucu, Allah’ın gayrisini terk etmektir.”
Evde külfetli ve çeşitli yemek piştiği gün ev halkına gücenirler, yemek az ve sade olduğu zaman ise, çok memnun olurlar ve ev halkına çok iltifat ederek; – “Bugün bu ev sahiplerinin alınlarında fakirlik nuru parlıyor.” derlerdi.
Ve Namaz, Ve Namaz!
Yine Mesnevî’den “Namazda can pencerem aralıkla açılır; Allah mektubu, araçsız gelir de gelir.”
Namaz vakti geldiğinde bambaşka bir sofra açılırdı Mevlâna ikliminde. Mübarek çehreleri renkten renge girerdi. Defalarca şahit olunmuştur ki yatsı namazından sabahlara kadar namaz sofrasından kalkmazlardı. Nitekim, kendi ifadeleriyle:“Yol gösteren kulluk, namaz, beş vakittir; âşıklarsa hep namazdadır.”
Dünya hayatında sürekli bir “öteler sofrası” açabilmiş ruhlar, namazı bir başka buutta kılarlardı. Nitekim Hazreti Ali Efendimizin ayağındaki okun namaz esnasında çıkarılmasını istemesi, bu buudun avam namazından farklı bir derinlik gerektirdiğini gösteriyor.
Feridun Bin Ahmed’in Sipehsalar Rîsalesi’nden: “Hazreti Pir Efendimiz, namazda tam bir huşu’ ile kendilerinden geçerler, Hak sıfatına ulaşırlardı. Namazdan maksat da Hak ile alaka kurmaktır. Şöyle buyururlardı: “Namaz Allah ile yakınlık kurmaktır. Bu yakınlığın nasıl olduğunu zahir ehli bilmez.” Resûlu Ekrem (s.a.s.) buyurmuşlardır: “Namaz ancak kalp huzuru ile olur.”
“Akşam namazı herkes lambayı yakıp, yemek sofrası kurunca ben yarin hayalini gözümün önüne getirir, kederlere düşüp figan etmeye koyulurum. Gözyaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşli oluyor. Ezan sesi kalbimin mescidine öyle yakıcı gelir ki, onun tesiriyle o gönül mescidinin kapısı aşıkça yanar. Namaz kılarken acaba rükû’ tamam oldu muydu, yoksa imamlık yapan filan mıydı? Bunların hiç birinden vallahi haberim olmaz.”
Bir kış mevsimiydi. Oturdukları medresede gecenin başlangıcında secdeye kapanmış, mübarek gözlerinden pek çok gözyaşı akmıştı. Havanın soğukluğundan, mübarek yüzü buz tutmuş, derisi döşeme tahtasına yapışmıştı. Gündüz olunca yakınları sıcak su hazırlayıp yüzüne dökerek erittiler.
Buraya kadar anlatılanlar zahiri namazlarıydı. Bâtın namazlarının sırlarına kim vâkıf olabilir? Zira şöyle buyururlar:
“Mihrabı dost cemali olan kimse için;
Yüz türlü namaz, rükû’ ve secde vardır.”
Zahmete dayanan, nefsiyle savaşan; yokluktaki varlığı keşfeder. İnsanın varlığındaki katılıklar, ibadetin ve nefis terbiyesinin özsularıyla yumuşadıkça, derinlerdeki cevherler açığa çıkar, daha da kuvvetlenerek parlamaya başlar. Bedenin sırıtan varlığı, tevazu ve mahviyet sularında, varlığı geri plâna itildikçe manevi inkişaf hızlanır.
Hani, zaruri ihtiyaç hallerinde toprağın derinlerinde bir miktar suya ulaşmak için ne büyük zahmetlere, masraflara katlanılır. İnsanın varlığında da gizli, manevi susuzluklarına çare, nice can suları vardır. Bu, sonsuzluk bağışlayacak sulara erişmek için, ibadet, riyazat, dua, yakarış… gibi kulluk süreçleri dışında hangi yol vardır?
Manevi kimliğimiz, kullukla gelişir, pekişir.
Mevlâna Hazretleri, fâni hayatı boyunca, varlığındaki cevherleri ortaya çıkarmak için açlık, riyazat, ibadet, dua gibi vasıtaların bütününe samimiyetle ve coşkuyla sarılmıştır. Bu samimiyet ve coşkuyladır ki Yüce Yaratıcı ona “gönüller hekimi” gibi manevi bir soluk bağışlamıştır: “Kim bir zahmet çekerse, bir define belirir ona; kim çalışır çabalarsa bir devlete ulaşır elbet. Peygamber, rüku’ etmek, secdeye kapanmak, Allah kapısının varlık halkasını çalmaktır, dedi. O kapının halkasını çalana, elbette devlet baş gösterir.” (Mesnevî)
Kulluğu kâmil bir mertebedeydi Mevlâna Hazretlerinin, Yüce Allah ona asırları yankılandıran bir ses verdi. Akıl, gönül iklimimizde birer kutup yıldızı parlaklığında sözler bağışladı.
Sipehsalar Risalesinden:
“Hazreti Mevlâna Efendimizin takvası anlatılamayacak derecede özeldi. Takva hususunda yüksek sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiram ve seçkin büyüklerden sonra onun hakkında “Sizin en üstününüz, en takvalı olanınızdır.” ayeti gelmiştir.
Takvanın zahiri manası Hak Teâlâ’dan korkmak sebebiyle günahlardan kaçınmak olduğundan “takva, seni Hak Teâlâ’dan uzaklaştıran şeylerin hepsinden sakınmaktır” denilmiştir.
İşte bu suretle sülûkün ve vuslatın gereği olan şey elde edilir ve rızık kapıları açılır. Şiir:
“Eziyetsiz rızk nedir bilir misin;
Ruhların gıdasıdır, yoksa maddi rızık değil!”
Dünyada, sayılı günlerden oluşan kısacık ömrümüz nasıl olsa geçip gitmeyecek midir?
Sayılı ömrü Hak yolunda harcayan, sonsuzlukla ödüllendirilir.
İbadetle geçen üç beş günlük ömür, öte tarafta, bu dünyanın ölçüsüne, sayısına sığmayan lütuflarla lütuflanır.
Dünyanın bunca gösteriş, cazibesi ortasında hevayı, hevesi bir kenara atmak nefse ağır gelir, ama ya öte tarafta Allah’tan ayrı kalmanın acılığı ve ağırlığı!
“Fıstığı, cevizi kırmadıkça ne içindekini gösterir, ne yağını verir.” Sen de gayret ufkunda arzuyla, coşkuyla yol al ki bütün sebeplerin tükendiği, hiçbir aracın işe yaramadığı mevsimde seni ortada bırakmayan bir bineğin olsun!
Mal, mülk, şan, şöhret sana mezara kadar eşlik eder. Sana bunu ötesinde yoldaşlık edecek azık nerede?
“Sel denize dökülünce deniz oldu; tohum tarlaya ekilince ekin oldu.
Ekmek, insan bedenine girince ölüyken dirildi, her şeyden haberi oldu.
Mumla odun, kendilerini ateşe feda ettiler mi kapkaranlık özleri ışık kesildi.
Sürme taşı gözlere çekilince görüş kesildi de her şeye gözcü oldu.
Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtuldu da bir dirinin varlığına ulaştı.
Eyvahlar olsun o diriye ki ölüyle düşüp kalktı da öldü; dirilik kaçtı gitti ondan.
Sen de Allah Kur’an’ına kaçarsan peygamberlerin canlarına ulaşır, onlarla karılırsın.
Kuran okur; fakat dediğini tutmazsan, tut ki peygamberleri, erenleri görmüşsün, ne çıkar?”
(Mesnevimden)
Allah’ı anış içten olmalı. Yoksulun sadaka toplarken dudaklarından öte gitmeden söylenen ‘Allah’ sözü gibi değil; dil ile söylenen söz, önce gönülden doğmalı, sonra dile yansımalı, gönülden doğan anışlar, dil ile parladıktan sonra sahibini yüceler yücesine kanatlandırır.
Demek ki kulluğun büyük bir gıdası da yürekten anış. Ama illa ki, samimi ibadet.
İbadet iştiyakı, Allah huzurunda eğilip bükülme, kendi acziyetini Sonsuz Kudret karşısında dil ile ikrar, kalp ile tasdik, en büyük kulluk görevi. “Bazılarına, Allah’a kulluk öyle tatlı gelir ki padişahlık onların gönlüne soğuk gelir.”
İlla ki, kulluk, şuurla, iradeyle, çalışıp çabalamayla olur.
Yerinde durmakla defineye ulaşılmaz. Şuurla, güçlü bir iradeyle yola koyulmak gerek: “Sen çalış da “eğer” hastalığına uğrama; eğer şunu şöyle yapsaydım, bunu böyle yapsaydım, deyip durma. Peygamber de “eğer” demeyi menetti; o sözü söylemek, münafıklıktan ileri gelir, dedi. Çünkü o münafık da “eğer” derken öldü, şart koşmaktan da eline ancak hasretlik geçti.” (Mesnevi’)
***
Günümüzde, Mevlâna Hazretleri’ni her millet, her kültür, her din, her meşrep mensubu kendince tanımaktadır. Ve herkes kendi anlayışına göre bir Mevlâna portresi sunmayı yeğlemektedir. Bu durum, Mesnevi’de geçen ‘körlerin fil tarifi’ne benziyor.
Dünya gözüyle fili göremeyen körler onun çeşitli uzuvlarına dokunmak suretiyle tarife çalışınca ayağına dokunan kişiye göre farklı, kulağına dokunan kişiye göre farklı, karnına, hortumuna, dişlerine dokunan kişiye göre farklı bir varlık olarak tanınır fil.
Günümüzde geniş bir okyanusu andıran bu mânâ erini herkes kendi anlayışı çerçevesinde tanımaya, tanıtmaya çalışıyor. İdrakler, kavrayışlar onu bir bütün olarak kuşatmaya yetmeyince değerlendirmeler eksik ve yetersiz kalıyor.
Şüphesiz Mevlâna Hazretleri güçlü bir düşünür, iyi bir şair, büyük bir gönül eri, geniş ufuklu bir hoşgörü insanıdır. Ama bütün bunların üstünde ve ötesinde Mevlâna Hazretleri samimi bir kuldur. İslamiyet’in bütün önceliklerini ömrü boyunca yaşayan ve yaşatan bir Allah dostu, Hazreti Muhammed (SAV) bağlısıdır.
Mevlâna Hazretleri için ne derseniz deyin, onu güzel sıfatlarla, iyi hasletlerle anın; ama onun kulluğunu gölgede bırakacak, manevi cephesini geri plâna itecek yanlış değerlendirmelere sapmayın. En başta, büyük Allah dostunun ruhaniyeti sizden hesap soracaktır.
İşte bu konuda bizzat kendi sitemleri:
Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim,
Ben, Hazreti Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum.
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim.
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı