Cihanı kuşatan bir ses
(Mevlâna’ya göre aşk)
Mehmet Kurtoğlu
Büyük mutasavvıf ve düşünür Mevlâna’nın hayatı ve eserleri aşk üzerine bina olunmuştur. Onun gerek şems ile olan ilişkisinde gerekse dini algılayışında hep aşk ön plandadır. Zira Mevlâna’ya göre her şeyin temelinde aşk vardır. İnsanın dünyaya gönderiliş nedeni aşktır. Cennetten yeryüzüne gönderilen insan, yeryüzünde hep bir arayış içinde olmuştur. Çünkü sevdiğini geride bırakmış, yeryüzü gurbetinde kaybettiği gerçek sevgiliyi aramaya koyulmuştur. İslâm tasavvufunda beşeri aşktan ilahi aşka doğru bir merhale söz konusudur. Büyük düşünür ve Mutasavvıf Mevlâna’nın hayatı ve eserlerinde aynı merhaleyi görmek mümkündür. Mevlâna’nın özellikle Şems ile tanıştıktan sonra gerek emeli gerekse ilmi yönden büyük bir aşkınlık gösterdiğini ve kâinatı aşk ve hikmet gözlüğüyle okuduğunu görürüz.
Öyle ki bütün dünyayı aşk gözlüğüyle tanımlar ve anlamlandırmaya çalışır. Hatta ona göre yalnızca insan değil, evren aşk üzerine hareket eder, mevsimler aşk ile dönüp durur. İnsan – evren, insan – tanrı ve tabiat – tanrı ilişkisi hep aşk üzerine şekillenir, insanla Allah arasında ki ilişki bile aşka dayalıdır. Büyük eseri Mesnevî’sinde şöyle der:
“Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamağa başladı, çevikleşti
Ey âşık! Aşk; Tur’un canı oldu Tur sarhoş, Musa ‘da düşüp bayılmış…
Her şey maşuktur, âşık bir perdedir. Yaşıyan maşuktur, âşık bir ölüdür
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?”(1)
Bu şiirde de görüleceği gibi Mevlâna, hayatını ve eserlerini aşk ve sevgi üzerine oturtmuştur. Bu kendisinde o denli ete kemiğe bürünmüştür ki, dinler ve ırklar üstü bir hal içine girmiştir. Öyle ki, doğusuyla batısıyla herkesi derinden etkileyen o meşhur “Ne olursan ol yine gel yine” sözünü bile bu aşktan ilham alarak söylemiştir. Çünkü ona göre aşk, insanı bütün her şeyden arındırır. Aşk, bir haldir, bu hal anlatılmaz ancak yaşanır. Ve o aşkı şöyle tanımlar:
“Aşktık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk Tanrı sırlarının usturlabıdır
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim…
Asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tesiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır
Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı.
Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti. “2
Yukarıda ki şiirlerde görüleceği gibi Mevlâna, aşkı tanımlamaktan kaçınmış hatta onu tanımlamayı “mahcupluk” olarak addetmiştir. Çünkü yaşanılan bir halin kelimelerle ifadesi mümkün değildir. Hatta daha ileri giderek onu tanımlamayı “çamura saplanmış eşek” in haline benzetmiştir. Peki, böyle olmasına kansın Mevlâna’nın koca külliyatı Mesnevî ve Divan-ı Kebir’inde anlattığı şey nedir? Elbette aşktır! Ama Mevlâna bu aşkı anlatırken bu konuda söylenebilecek en iyi ifadeyi kendisi söylemiş ama yine de aşkı tanımlayamadığını belirtmiştir. Onun bu konuda söylediklerini “delilik” olarak yorumlamak yerinde olacaktır. Çünkü o daha sonraki satırlarında şöyle bir ifade kullanır: “Ayık olmayan kişinin her söylediği söz- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın – yaraşır söz değildir.” Aslında Mevlâna, burada büyük bir alçak gönüllülük sergileyerek aşk hakkında söylediklerini “uyanık olmadığı” bir anda söylenmiş sözler olarak gösterir. Kendinden geçme hali olarak görür. Aslında burada bu sözüyle bile aşkı anlatmış olur. Yani şunu demek ister: Benim burada söylediğim sözler, aklım başımda değil iken sarf ettiğim sözlerdir. Aşık kişiler; aklı başında olmayan, sarhoşça dolaşan kişiler olduğundan, onların söyledikleri yaşadıkları halin bir yansımasıdır. Dolaysıyla bende böyle bir halin içinde iken bu sözleri söyledim” demektedir. Hallac-ı Mansur’un zikir edip dönerken kendinden geçtiği biranda “Enel Hak” demesi gibi, Mevlâna da, aşkı yaşayarak anlattığını söyler ve ancak onun yaşanarak bilinebileceğini işaret eder.
Mevlâna’ya göre aşk bir arayıştır. Ruhun, yüce yaratıcıyı aramasının adıdır. İnsanoğlu bu yüzden dünyada hep bir gariplik, bir eksiklik, bir yalnızlık çeker. Çünkü sevgilisini (yaratıcıyı) kaybetmiştir. Onu bulmayana kadar ona rahat yoktur. Bu yüzden doğuştan âşıklık istidadı gösterir. Mevlâna bunu bir rubaisinde “Bizim, sarhoş olmamız için şaraba ihtiyacımız yoktur”3 diyerek dile getirir. Zira sarhoşluk, gerçek anlamıyla âşıklık doğuştan insanoğlunda var olan bir özelliktir.
Roman ve şiirlerde aşk daha çok marazi bir duygu olarak ele alınır. Aşk derttir, acıdır, ızdıraptır. Mevlâna’da ise aşk, zevktir coşkudur dahası hayatın kendisidir. Aşkı bir yaşam biçimi olarak gören ve tanımlayan Mevlâna, şairlerin tanımının tersine onu şöyle açıklar:
“Âşık, bütün yıl sarhoş olsun rüsva olsun olur mu? Diye düşünmez olmalıdır. Âşık, coşkun olmalı, deli divane olmalıdır. Ayıkken her şeyin tasasını çekeriz, gamını yeriz. Fakat sarhoş olunca:’ne olursa olsun’ der işin içinden çıkarız”4
“Ömür tükendi ise Allah başka bir ömür verdi. Geçici ömür kalmadıysa, işte şuracıkta tükenmiyen ölümsüz ömür… Aşk, hayat suyudur, bu suya dal. Bu denizin her damlasından başka bir hayat, başka bir ömür var”5
“Ey dost! Dostlukta sana çok yakınız. O kadar ki nereye ayağını bassan o yerin toprağı oluruz. Âşıklık mezhebinde revamıdır ki, âlemi seninle görelim de seni görmeyelim?”6
Mevlâna aşkı aynı zamanda kâinatı okuma kitabı olarak da görür. Daha açık ifadeyle sevgilinin gözüyle [yaratıcı] kâinata bakar, onu yorumlar. Bütün eşya ve nesnelerin arkasında saklanmış olan sevgiliyi görmemek mümkün mü diye de soramadan edemez.
“Bağda, bahçede görülen selviler, güller, aslında o sevgilinin, o güzelin boyunun yanaklarının aksidir. Düşüncem ruh âleminde verilen ezeli ikrarla mest olmuştur. O ikrarın zevki ile yalnız ben mest değilim. Bütün insanlardan bir tane bile ayık varsa, ben dinsizim”
Mevlâna, yalnız kendisinin değil, gerçekte bütün insanlığın “evet sen bizim rabbimizsin” dediği ve henüz yeryüzüne gelmediğimiz ruhlar âleminden bu yana, aşkla mest olmuştur. İnsanın o günden bu yana hep o aşk sarhoşluğuyla gezdiğini anlatır.
Her satırı aşk ve vecd ile yazılan, derin düşünce ve tefekkür ile kaleme alınmış olan Büyük düşünür ve Mutasavvıf Mevlâna’nın yaşamı ve eserleri aşk üzerine seyreder. Her satırında aşkınlık ve hikmetin fışkırdığı rubailerinde ise aşk, bir haldir, yaşanır ancak tanımlanamaz. Onun eserleri ise, yaşadığı bir halin gayri ihtiyari dışa yansımasından başka bir şey değildir.
“Cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ses, seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” diyen Mevlâna, Aşkı göz ve ruhta arar ve: “ölülerin aşkı ebedi değildir”diyerek aşkı yaşamanın ve duyumsamanın ancak uyanık bir ruhun yapabileceğini söyler. Şems ile tanıştıktan sonra lafzı aşıp manâ mertebesine yükselen Mevlâna, aşk üzerine söylediği her sözü aşkınlık ile söylemiş ve aşkın bir kişi olarak tarihteki yerini almıştır. Mevlâna bu aşkınlığa ancak bilgiyi özümseyerek daha açık ifadeyle lafzı aşarak ulaşmış, hakikati aşkta bulmuştur. Mutasavvıflar içinde aşkı en iyi ve en güzel tanımlayan Mevlâna, aşk üzerine oturttuğu felsefesiyle yüzyıllardan bu yana doğudan batıya, insanın iç dünyasını, gönül gözünü aydınlatmıştır. Onu, “Cihan bir sestir, bizim yaptıklarımız bir ses, seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” kendi sözüyle tanımlayacak olursak, o aşk ile insanların ruhunu kuşatmıştır. O, düşünce ve fikirleriyle cihanı kuşatan bir sestir ve sesi cihanın her semtinde yankılanmaktadır…
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı