Aşkî Mustafa Efendi’nin Vahdet-nâme’si ve Mevlevîlik
M.Şamil Baş
Olmak ister isen ehl-i manevî
Mevlevi ol Mevlevi ol Mevlevi
Dînî-TasawufîTürk Edebiyatı’nın 19. yüzyıldaki son temsilcilerinden biri olan ve kaynaklarımızda adı neredeyse hiç zikredilmeyen mutasavvıf şairlerimizden Aşkî Mustafa Efendi Kilis’te doğmuş, Mısır’da eğitim görmüş ve ömrünü Mekke ile Medine’de geçirmiş bir Mevlevî şeyhidir. 1871 ilâ 1877 yılları arasında ölmüş olduğu düşünülen şair aynı zamanda Hz. Peygamber’in soyundan gelmektedir. Osmanlı arşiv belgelerine göre H. 1264 yılında Haremeyn-i Şerifeyn’deki Mevlevîhâneler Aşkî’ye ihale olunmuştur. Aşkî bu Mevlevîhânelerde ders vermektedir. Hatta onun Mevlevî şeyhi olması sadece Mekke ve Medine’de değil seyahatleri dolayısı ile tanıştığı Mısır, Girit, Suriye ve İstanbul’daki dostları tarafından da bilinmektedir. Yaklaşık 85 yıllık ömrünü talebelerine hadis öğreterek ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okutarak geçiren Aşkî Efendi’nin; Aşk-nâme, Vahdet-nâme, Mi’râc-nâme, Sâkî-nâme gibi mesnevîlerinin ve dîvânının yer aldığı Behce-i Letâif ve Lehce-i Maarif isimli bir külliyatı vardır. Sultan Abdülmecid’in teşvikiyle de iki cildi Semhudî’nin Vefal-Vefa isimli eserinden tercüme, üçüncü cildi ise Medine hakkında kendi müşahedelerini ihtiva eden üç ciltlik Ta’tirü Ercâi’d-Devleti’l-Mecîdiyye bi-Tîbi Ahbâri Beledi Hayri’l-Beriyyeisimli Medine Tarihi’ni kaleme almıştır. Bunun haricinde Mevlânâ’nın FîhiMâ Fîh eserini tercüme ve şerh etmiştir.
Aşkî’nin külliyatında mesnevî nazım şekliyle yazılan şiirlerin en hacimlisi olan Vahdet-nâme mesnevîsinin üç yazma nüshası bulunmaktadır. Aşkî, H. 1272 yılında tamamladığı eserini Giritli şâir Mehmed Şefîk Efendi’ye ithaf etmiştir. İlk olarak Mehmed Salih Efendi tarafından H. 18 Recep 1274’te beyaza çekilmiş olan külliyat H. 1275 ve H. 1284 yılında aynı müstensih tarafından iki kere daha istinsah edilmiştir. Kronolojik olarak bakıldığında ilk nüsha ist. Üni. Türkiyat Araştırmaları Enst. Kütüphanesindeki nüshadır. Toplam 1094 beyittir, ikinci nüsha Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi’ndedir ve 1095 beyittir. Eserin son nüshası ise Süleymaniye Kütüp. Hacı Mahmut Ef. Bölümünde yer alır. En kapsamlı, eksiksiz ve temiz olan bu nüsha ise 1097 beyittir.
“Fâ i lâ tün/fâ i lâ tün/fâ i lün” vezniyle yazılmış Arapça ve Farsça kelimelerin yoğun olduğu bu eser, konusu itibariyle ‘vahdet-nâme’ adını taşıyan diğer eserlerden farklıdır. En önemli fark, Vahdet-nâme‘nin Mevlevî olmanın gerekliliği üzerine yazılmış olmasıdır. Nitekim Vahdet-nâme türü eserler manzum ve mensur olmak üzere iki kısımda değerlendirilebilir. Manzum vahdet-nâmelerin en hacimlisi Abdurrahim Karahisârî’nin Vahdet-nâme’sidir. Diğer manzum vahdet-nâmeler, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’ye ve İshak Hocası Ahmed Güzelhisarî’ye aittir. Bunların dışında daha çok Hurufîlikle alâkalı olan bazı mensur vahdet-nâmeler bulunmaktadır.
Aşkî’nin Vahdet-nâme’sinde genel olarak Allah’ın birliğinden, gerçek mürşid ve mürîdin nasıl olması gerektiğinden ve nefsin hallerinden bahsedilmiş; Mevlânâ’nın Mesnevisinden ilham alınarak Mevlevî olmanın gerekliliğine değinilmiştir. Eserinin, Mevlânâ’nın Mesnevisine anahtar olmasını dileyen Aşkî, Gülşen-i Tevhidadlı Mesnevi şerhi sahibi Mevlevî şeyhi Muğlalı Şâhidî İbrahim Dede’nin ve Mevlânâ’nın yolunu izlediğini ve zaman zaman söylediklerinin kendine ait olmayıp Şâhîdî ve Mevlânâ’nın sözleri olduğunu tekrar etmektedir.
Eser 89 beyitlik giriş bölümüyle başlamaktadır. Bu bölümü 60 beyitlik Sofra-pendbölümü takip eder. Asıl konu dokuz başlık altında ele alınmaktadır. Bu bölüm başlıkları ve ihtiva ettikleri beyit tutarları şu şekildedir: Lokma-i evvel/ 90 beyit, Lokma-i sânî / 59 beyit, Lokma-i sâlîs / 62 beyit, Lokma-i râbî/ 71 beyit, Lokma-i hâmis /120 beyit, Lokma-i sâdis 187 beyit, Lokma-i sâbî /120 beyit, Lokma-i sâmin/ 91 beyit ve Lokma-i tâsî /248 beyit. Vahdet-nâme’nin giriş bölümleri hariç, toplam 18 başlık altında yazılması plânlanmış; ancak, giriş ve Sofra-pend bölümlerini takip eden 9 bölüm sonunda bitirilmiştir. Aşkî, bu hususa 1094. beyitte şöyle değinmektedir:
On sekiz lokma idi gerçi murâd
Dokuziyle toldi keşkül kıl mezâd
Giriş bölümü, 9 beyit içinde Allah’a hamd ü senâ’dan, sonrasında Hz. Adem’in yaratılışından, Hz. Muhammed’in ve bütün nebîlerin Hz. Âdem’in neslinden geldiğinden bahsederek başlar. Aşkî, salat ve selâmdan sonra kendisinin Mevlevî olduğunu söyleyip Mevlânâ ve Mesnevîye dâir beyitlerden sonra sahte Mevlevî şeyhlerinden yakınmakta bu nedenle de Aşk-nâme isimli eserini tamamladıktan sonra tevhîde dâir bir eser yazmak istediğini belirtmektedir. Eserinin Mevlânâ’nın Mesnevî’sine bir anahtar olmasını dileyen Aşkî, yaşadığı dönemde bazı kimselerin kendilerini mürşid ilân ettiklerini ve halkı kandırdıklarını dile getirmekte, onların ne tür hilelere başvurduklarını anlatmaktadır. Vahdet-nâme’yi Giritli şâir Mehmed Şefîk Efendi’nin hatrına yazdığını ve ona ithaf ettiğini ifâde eden Aşkî, sonraki bölümü öğütlere ayırdığını söyleyerek giriş bölümünü bitirmektedir.
Sofra-pend bölümü, bu bölümden sonra gelecek olan dokuz bölüme giriş mahiyetindedir. Bundan dolayıdır ki dokuz “lokma” bölümü öncesinde bu bölüm “öğüt sofrası” anlamıyla “lokma” bölümlerine giriş niteliği taşır. Nasihatta bulunulan kişi Şefîk Efendi’dir. Yazdığı beyitleri vahdet şarabına benzeten Aşkî, âşık olmanın gerekliliğini anlatır. Âşık ile eşek karşılaştırması yapar. Aklın gönül gözünü kapadığından ve bu nedenle sevgilinin görülemediğinden yakınır. Bunu bertaraf edecek olanın da aşk şarabı olduğunu söyler. Bu bölümde öncelikle işlenen konu aşk olmakla birlikte Hz. İsa’nın nüzulünün yaklaştığına değinilir. Mehdi’nin gelişiyle bütün Hakk sırlarının ortaya çıkacağı savunulur. Aşkî, zamanın sahte şeyhlerini deccâle benzettiğinden onlara uymamak gerektiği nasihatini yineler. Kendisinden irfan tahsil edilmesini, ders alınmasını ister. Ona göre vahdet bağının makamı bülbüller içindir, oraya dünya fareleri giremez. İyi-kötü, inanan-inanmayan gibi tezatlarla aşkın yüceliğini görür. Tevhîd ilminin diğer ilimlere üstünlüğünü dile getirir. Bu ilim, akılla elde edilecek bir ilim değildir. Tevhîd, güneş gibi apaçık ortada olsa da akıl onun önünü perdelemektedir. Bu bölümün nihayetinde eserinin Mesnevî’nin anahtarı olduğunu dile getirir. Eserini kim okursa Mesnevîyi daha kolay anlayacağını söyler ve o kimselerin Aşkî için bir fatiha okumasını arzu eder.
Birinci Lokma bölümü eserin ana bölümlerinin başlangıcıdır. Bu bölüm, ten bülbülünün gül bahçesinden ayrıldığından dolayı nasıl bir feryâd içinde olduğuyla başlamaktadır. Daha sonra Aşkî, Allah’ın rengiyle boyanmanın mahiyetine ilişkin örneklerle konuyu derinleştirmektedir. Bütün varlıkların O’nun eseri olduğuna değinir. Âşıkların nezdinde evvel ve âhir olanla, zahir ve bâtın olanın bir olduğunu, onların yüzlerini ne yana dönerlerse Allah’ı bulduklarını dile getirir. Buradan hareketle Şefîk Efendi’nin Mevlevî olmasını ister. Mevlevî olmak için de Mesnevî’nin vird edinilmesi gerektiği üzerinde durur. Müteakip beyitler Mesneviden övgü ile bahseden beyitlerdir. Sonrasında ise Aşkî”nin kendini Mevlânâ ile kıyaslaması yer almaktadır. Söylediklerinin kendisinin değil Mevlânâ’nın ve Şâhidî İbrahim Efendi’nin ilhamından olduğuna işaret etmektedir. Mevlânâ’nın, varlığından sıyrılarak Hakk’ın sırrına erdiğini söyleyen Aşkî, bu sırrın ney içinde gizli olan bir sır olduğuna değinerek bu sırrın hikâyesine yer vermektedir. Mesnevî’nin de bu sırla yazıldığını söyleyip âşıkların bundan nasiplendiğini anlatmaktadır. Burada da aşk ilmi ile medrese ilimleri kıyaslanmakta ve dünya ilimleri yerilmektedir. Dünya için çalışanların, kendini âlim sananların yerildiği beyitlerden sonra âşıkların Mevlânâ’nın kervanının yolcuları olduğu dile getirilmektedir. İşte bu yolda gafil olunmamalı, evliya incitilmemelidir diyen Aşkî, âşık, divâne, rind-veş ve cânâne olmayı öğütlemektedir. Eserinin hacim olarak küçük olsa bile manâ olarak çok büyük olduğunu söyleyen Aşkî, Hz. Peygamber’e salât ve selam getirerek lokma-i evvel bölümünü tamamlamaktadır.
İkinci Lokma bölümü ney’den bahseden beyitlerle başlamaktadır. Ney, insan; neyzen ise insanı yaratan Allah olarak beyitlerde yer alır. Bu mecaz üzerinden hareketle Şefîk Efendi’ye seslenen Aşkî, Rabbi olmadan insanın var olamayacağını çeşitli örneklerle açıklamaya çalışır. Katre ile derya ilişkisinin böylece kavranılabileceğini ancak akıl ile fikrin vahdetin anlaşılmasında engel teşkil ettiğini her fırsatta belirtmektedir. Vahdetin pek çok bölümleri olduğunu, bunları dile getirmekte aciz kaldığını söyleyen şâir, aşk ateşiyle kararsız kaldığını beyan etmektedir. Müteakip beyitler Aşkî’nin varlık hâlini ifade etmekle birlikte aşkın kendisini nasıl bir hâle soktuğunu dillendirmesi açısından önemlidir. Bu bölüm, müellifin sâkîden aşk şarabı istemesi ve bu aşkın sarhoşluğuyla kalb keşkülünün Hz. Peygamber’in risaletini ifade eden beyitlerle dolmasını dilemesiyle son bulur.
Üçüncü Lokma bölümü Hz. Peygamber’den bahseden beyitlerle başlar. İnsanların en hayırlısı olan Hz. Peygamber’den övgü ile söz edilen bu beyitlerde onun risaletinden, mucizelerinden, mi’râcından ve yaşadığı bazı olaylardan bahsedilerek bazı âyet ve sûrelerle Hz. Peygamber övülmektedir. Akabinde dört halifeye olan saygısını dile getiren Aşkî, her birinden sitayişle bahsedip onların izinden gitmenin önemine değinir. Bu bölümün sonunda ise sözü kendine getirip duâ ister gibi kendi acziyetini beyitleştirir. O’nun dergâhında bir dilenci olmakla övünmek ister. Gönlündeki aşk ile sırları keşfedebildiğini, vahdet yurdu üzerinde uçup kalb keşkülüne lokmalar attığını söyleyerek bu bölümü de noktalar.
Dördüncü Lokma bölümü, eserin ithaf edildiği Mehmed Şefîk Efendi’nin Girit lâlesi diye övüldüğü bir beyitle başlamaktadır. Bu bölüm Şefîk Efendi’ye nasihatler babındadır. Doğan ve akbaba karşılaştırması yapan Aşkî, mekânsızlıkta kanatlanan aşk doğanı olmayı öğütlemektedir. Aşkın önemi bu bölümde de çok sık dile getirilmekte ve âşıkların halkasından uzak kalmamak tavsiye edilmektedir. Bu bölüm âşık ile ma’şûk hakkında söylenmiş müstakil beyitler içermektedir. Müteakiben, tarikata meyletmiş olanlar için edebin önemine değinilmektedir. Edebin mahiyetine ilişkin açıklamalardan sonra mürşidlere edeble yaklaşılması, onların sözünün dinlenilmesi gerektiğine işaret eder. Mevlevî olmanın yolunun mürşidin eteğini tutmaktan geçtiğini söyleyen Aşkî, mürşidlerden şeriata aykırı sözler sâdır olduğunda talibin buna itiraz etmemesi gerektiğini belirtir. Çünkü onların aşk sarhoşu olduklarını ve bu itibarla aşk sarhoşu olmayanların anlayamayacağı sözler söyleyebileceklerini ifade eder. Aşkî, vaktiyle Şefîk Efendi’yi bir gece ziyaret ettiğini söylediği beyitlerden sonra Şefîk Efendi’ye evliyanın şatafatına itirazda bulunmamayı öğütler. Kendisinin de mecnun gibi olduğunu ve söylediklerinden dolayı ma’zur görülmesini ister. Bu bölüm aşk ehli olanların yüzlerini her nereye dönerlerse orada Hakk’ı bulacaklarını belirten beyitlerle son bulmaktadır.
Beşinci Lokma bölümü de Şefîk Efendi’ye seslenen beyitlerle başlar. Bu bölümde de ney’den söylemek, keşkülü doldurma amacı tekrar edilmektedir. Şâir, sözlerinin her ne kadar keşküle sığmakta büyük olduğunu dile getirse de onların kişinin kalbi için küçük olduğunu itiraf eder. Sözlerindeki sırları Aden incisine benzeten Aşkî, Allah’ın velî kullarının öneminden bahsetmekte, onların her sözünün Hakk’ın vahyi ile olduğuna değinmektedir. Dünyayı terk edip kendilerini Hakk’ta fânî kılan bu kimselerin yolundan yürümenin önemine işaret eder. Kendisini de bu yolda yürüyen bir topal olarak görür. İlletlere ve hastalıklara şükredip sonrasında sıhhat bulmanın güzelliğine işaret eder. Zaman iyi değerlendirilmelidir. Kişi, kendini Hakk’tan ayrı tutmamalıdır.
Geçmişi ve geleceği terk edip ânı yaşamanın gereğini bilmelidir. Şeyh suretine giren aşağılık kimselere ahmakların mürid olduğunu söyleyen Aşkî, ahmaklar gibi olmamayı ve suretin ötesine geçmenin elzem oluşuna atıfta bulunur. Şehvetin esiri olmamayı öğütler. Şeytanın kişiden uzaklaşması için Mevlevî olmak gerekir görüşünü ileri sürer. Müteakiben suret ve ruhu gölge ve güneş benzetmeleriyle açıklamaya çalışır. Gönül sabibi olan kimseler ölmeden önce ölenler olduğu için o kimselerin çok daha büyük makamlara ulaşacaklarını müjdeler. Kalbin masivadan arındırılması ve kişinin kendi ayıpları ile uğraşmasını söyler. Çünkü kişinin hesaba çekilecek olduğu şey kendi kusurlarıdır. Bundan dolayı kişi şehveti terk etmeli, rızkın Allah tarafından gönderildiğini bilmelidir. Ancak kişi, bedenin gıdasını değil ruhun gıdasını talep etmelidir. Çünkü Hakk âşığı olmayanlar ister fakîr ister zengin olsun şeytanın eseri olmuş kimselerdir. Bu bölüm, herkesi suretine göre düşünmemek gerektiğine, önemli olanın kalb güzelliği olduğuna ve suretin terk edilip özün öne çıkarılmasına dair beyitlerle son bulmaktadır.
Altıncı Lokma bölümü Şefîk Efendi’nin Hüsâmeddîn Çelebi’ye benzetildiği bir beyitle başlar ve Aşkî, onu kendisine yol arkadaşı seçtiğini dile getirir. Bu manâ yolu karanlık ve zor bir yoldur. Özelde Şefîk Efendi’ye, genelde bütün tâliblere nasihatler bu bölümde de devam etmektedir. Gözyaşı dökmenin gerekliğine değinilir ve gözyaşı, aşk şarabına benzetilir. Vahdet lokmaları da ancak bu aşk şarabıyla birlikte hazmedilir. Gönül ise aşkın ateşiyle kebab olmalıdır. Sonra da sevgili bu lezzet sofrasına davet edilmelidir. Bu benzetmeler insanın beşer özelliklerinden fânî olması içindir. Allah, insanı kendi suretinde yaratmıştır ve kişinin vasıfları O’nun vasıfları gibidir diyen Aşkî, ruhu deryaya bedeni ise bu derya üzerinde yüzen bir saman çöpüne benzetir. Evliyanın Hz. Peygamber’in vârisi olduğuna değinerek evliyadan övgüyle bahseden beyitlere yer verir. Onları sadece beşer olarak görenlerin nurdan mahrum kalacaklarına işaret eder. Ancak onların vasıflarını medh etmek de çetin bir iştir. Kişinin yapması gereken kalb gözünü açmasıdır. Mala ve mülke itibar etmemelidir. Kâmil bir kimse olduğunu iddia edip şeytanca bir tavır içinde olmamalıdır. Her zaman hüsn-i zanda bulunmalı sû-i zandan kaçınmalıdır. Sözlerine ve davranışlarına dikkat etmelidir. Devam eden beyitler Aşkî’nin aşk ateşiyle yanıp tutuştuğunu ifade eden ve bu hâl üzere Şefîk Efendi’ye aşktan bahsettiği beyitlerdir. Bu bölüm de Hz. Peygamber’e salât ve selâm ile nihayet bulmaktadır.
Yedinci Lokma bölümü de Şefîk Efendi’ye hitapla başlamaktadır. Bu bölümde Aşkî, hâl atına binerek kâbe kavseyn ve evednâ makamlarını gezdiğini, bu makamlarda çeşitli kimseleri gördüğünü dile getirmektedir. Bu kimselerin hâllerine değinen Aşkî, kendisinin de onlardan olması için dua etmekte, ümitvâr olmakta ve Allah’ın günahkârları affedeceğini söyleyip niyazda bulunmaktadır. Daha sonra Şefîk Efendi için seyr ü sülûkun merhalelerini ve makamları anlatır. Nefsin özelliklerini ve çeşitlerini sıralar. Mevlânâ’yı ise bütün bu makamların en yücesinde görür. Kendisini ise lütuf sofrasından nasiplenmeye çalışan bir köpeğe benzetir. Bu bölüm önceki bölümlerde olduğu gibi kalb keşkülünü doldurmayı arzulayan beyitlerle bitmektedir.
Sekizinci Lokma bölümü sâkî, şarap, meyhane vb. kavramlar hakkındaki beyitlerle başlar. Aşk şarabının içildiği bir mecliste aşk sarhoşu olup varını yoğunu ayaklar altına alıp kendini Hakk’ın yolunda feda etmenin övüldüğü bu beyitlerde aşk denizinde yok olmanın ve kendini Hakk’ta fânî kılmanın önemine vurgu yapılmaktadır. Bu, fenâfillâh mertebesidir ve bunun sırrına vâkıf olanlar elest gününün aşk şarabından içip sarhoş olanlardır. O kimseler dünyadan elini eteğini çekip sonsuz âlemi kendilerine yurt edinenlerdir. Onlar dünyadaki fakîrliklerinin ve fânîliklerinin karşılığını orada göreceklerdir. İki dünyada da var olanların insanın kendisinde mevcut olduğunu söyleyen Aşkî, mekân içinde bedenlerin var olduğu, mekânsızlıkta ise ruhun saklı olduğunu söyler. Beşer özelliklerinden sıyrılanların Hakk’ın sırlarına erişeceğini dile getirir. Bu kimseler insan-ı kâmillerin talihleridirler ve onlar kendi çabalarıyla gönül hazinesi ulaşamayacaklarını, bunun için bir Hakk dostunun gerekli olduğunu bilirler. Müteakip beyitler bir mürşide intisab etmenin gerekliliğine ve kalbin önündeki perdenin kaldırılıp fânî olmanın önemine dair anlamları ihtiva etmektedir. Bu bölüm insanın vücudunun hayvanîve nûranî vasıflarla dolu olduğunu belirten beyitlerle son bulmaktadır.
Dokuzuncu Lokma bölümü eserin son bölümüdür. Bu bölüm, Vahdet-nâme’nin Şefîk Efendi için yazıldığını ifade eden bir beyitle başlamaktadır. Bütün kemal ehli kişilerin maksadının bir pîre intisab etmek olduğunu söyleyen Aşkî, bu kimselerin vahdetin erleri olduğunu dile getirir. Ney’in Hz. Peygamber’i temsil ettiğini ebced hesabıyla örnekleyen Aşkî, resûl redifli beyitlerle Hz. Peygamber’i sena etmektedir. Bu beyitleri evliyayı öven ve sahte mürşidleri yeren beyitler takip eder. Aşk ilmi ile dünya ilminin kıyaslaması sonraki beyitlerde de dile getirilmektedir. Bu bölüm bir bakıma diğer bölümlerde dile getirilen konuların tekrar ele alındığı bölümdür. Ayrıca gerçek mü’minin vasıflarından bahsedilir ve bazı kadıların rüşvet aldığına değinilir. Tevekkül ve kanaatin önemi belirtilip sabırla hareket etmenin gerekliliğine işaret edilir. Bu bölümde dikkati çeken diğer bir nokta kul ile Hakk arasındaki ayrılığın kuldan kaynaklandığı, Allah’ın kulu terk etmediği ve ayrılığın sebebinin kul olduğunun örneklendiği ve açıklandığı beyitlerdir. Aşkî, son bölümdeki beyitlerin bazılarında da genel olarak duada ve aşk ile niyazda bulunmaktadır. Tâlibler için nasihatlerde bulunan Aşkî, âşıkân ile âkılânı karşılaştırmakta, âşıkların gönlünün Allah’ın mekânı olduğunu dile getirmektedir. Lokma-i tâsî bölümü, son beş beytinden önceki 31 beyitte “Mevlevî ol Mevlevî ol Mevlevî” mısraı tekrarlanıp Mevlevî olmanın gerekliliğine işaret edilerek bitirilmektedir.
Son beş beyit ise Vahdet-nâme’nin bitiş beyitleridir. Bu beyitlerde, eserini on sekiz bölüm olarak yazmayı plânladığını söyleyen Aşkî, dokuzuncu bölümle birlikte eserini tamamladığını dile getirmektedir. Vahdet-nâme”nin H. 1272 yılında yazıldığını ifâde eden son beyit (1097.) ise şu şekildedir:
Cevher-i târih-i miskiyyü’l-hıtâm
“Oldı Vahdet-nâme Aşkî bes tamâm”
Ağırlıklı olarak dînî ve tasavvufî kavramların kullanıldığı Vahdet-nâme’de büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şu isim, sıfat ve terkiplerle anılmaktadır: “Celâleddîn” (197), “Mevlânâ” (189,192,193, 467), “Monlâ-yı Rûm” (71, 176, 566, 747), “pîr-imâ” (585, 591, 748, 866), “server-i ser-defter-i merdân-ı ışk” (526), “sultân-ı cûd” (195), “sultân-ı eceli” (197), “sultân-ı ışk” (71,164, 526) ve “tâc-ı ser-i şâhân-ı ışk” (71).
Aşkî, M evlâna’ya büyük bir önem vermektedir. Ondan sultanların en yücesi diye bahseder (197). O, vahdet deryasında yüzen bir balık gibidir (566). Mevlânâ, tarikata intisap edenlerin ulaşacağı makamların en yücesine sahiptir (747). Çünkü o, bütün varlığından kurtulmuştur (189). Ney’in içinde saklı olan sırlar ona ifşa olmuştur (193). 0 Allah’ın velî kullarının Önderidir (585). Onu nesir ve nazmla öven kimseler, kimi zaman onu cihanın kutbu kimi zaman ise zamanın gavsı olarak nitelemişlerdir. Ancak onu böylesi makamlarla ananlar aslında kendileri için bunu söylemektedirler. Çünkü Mevlânâ, bütün makamlardan münezzehtir (586-591). Gavs ve kutb olanlar makam sahibi olanlardır. Ancak Mevlânâ bu vasıflarla anılamaz. Onun muradı Hz. Peygamber’dir:
Gavs u kutb olan olur sâhib-makâm
Vasf-ı pîr-i mâ degüldür bu kelâm (748)
Fahr-ı âlemdür murâd-ı pîr-i mâ
Rûh-ı pâkinden iderler iltica (866)
Vahdet-nâme, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden ilham alınarak yazıldığı için Mesnevîde çeşitli vesilelerde 23 kez zikredilmektedir. Özellikle şu beyit Vahdet-nâme’de hem Mevlânâ’nın hem de Mesnevî’nin adının geçtiği yegâne beyittir.
Bes Celâle’d-din sultân-ı eceli
Mesnevînazm itdi bâ çendin gazel (197)
Aşkî, 165-172. beyitleri sadece Mesnevî’yi konu alan beyitlere tahsis etmiştir. Bu beyitlerde eserin ithaf edildiği Mehmet Şefîk Efendi’nin Mesneviyi vird edinmesi öğütlenmektedir (165). Mesnevî, âşıkların göz nurudur, ruhun gıdasıdır (166). Her kim Mesneviden bir yaprak okursa Hakk’ın nûr denizine gark olmuş olur (167). Mesnevî, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîrive Hz. Peygamber’in şeriatı üzerinedir (168). Ona rağbet eden ve hürmet gösterenler için yol göstericidir (169). Gönlün parlaklığıdır (170). ilm-i ledün şarabının sunulduğu meyhanedir (171). Mesnevî, rûh ve kalb bahçesine damlayan, mekânsızlık göğünün yağmurudur:
Mesnevi bârân-ı bâğ-ı cân u dil
Âsmân-ı lâ-mekândan geldi bil (172)
Aşkî, kendini Mevlevî görmekle birlikte kendini uzun bir süre Mesnevinin hizmetine adamıştır (11). Ancak sahte mürşidler de kendilerini Mevlevî şeyhi gösterip Mesnevî deryasında yüzdüklerini iddia etmektedirler (51). Âşıklar için vahdeti ifâde eden Mesnevî, Allah’ı inkâr edenlere göre sadece bir destandır (201). Halbuki o, nur saçan bir güneş olup seçkin kimselere özgüdür; yarasa gibi karanlığa hapsolmuşlar için değildir:
Mesnevi bir âf-tâb-ı nûr-pâş
Behr hâssü’l-hâssa ne behr huffâş (202)
Aşkî, Vahdet-nâme’yi Mesnevînin bir anahtarı olarak görmektedir (79,144). Söylediği beyitler Mesneviden taze güller sunar (83). Bu nedenle, kim Vahdet-nâme’yi okursa Mesnevî’yi daha iyi anlamaya güç yetirir (143). Vahdet-nâme’deki her söz Mesnevî’nin ruhu ile söylenmiştir:
Mesnevimin ruhudur her bir sözüm
Pek tehî güftâr zan itme gözüm (233)
Mehmet Şefîk Efendi’ye öğütler veren Aşkî, ona Mesnevf yi nakletmesini söyler (230). Mesnevî kitabı bu bakımdan kişiye bir mürşiddir (476). Manevî bir kişiliğe ulaşan kişiye Mesnevî nin sırları da keşf olur (488). Mevlevî yolunda bir mürşide tâlib olana saki Mesnevî şarabı sunar (1027). Kişi Mevlevî olunca da Mesnevf deki zorluklar o kimseye keşf olur:
Keşf olur her müşkilât-ı Mesnevi
Mevlevî ol Mevlevî ol Mevlevî (1064)
Vahdet-nâme’de bazı Mevlevî şahsiyetler de yer almaktadır. Bunlardan ilki Mevlânâ’nın yakın arkadaşı Hüsâmeddîn Çelebi’dir. Aşkî, onun adını ilk olarak Mevlânâ’nın Mesnevî’sini kaleme aldığı ve bu eserin yazılmasına sebep olduğundan dolayı anmaktadır. Bu beyitte onun Mevlânâ’yı söyleten kişi olduğuna değinir. Vahdet-nâme de Şefîk Bey’in teşvikiyle kaleme alınmış olmalı ki; Aşkî, Hüsâmeddîn Çelebi’nin Mevlânâ’nın müridi ve halifesi olması gibi Şefîk Beyi de kendisinin kısmeti görmektedir (67). Hatta Şefîk Bey’in “mekteb-i vahdet’te Hüsâmeddîn Çelebi’nin kapı yoldaşı olduğunu söyler (68). Hüsâmeddîn Çelebi’nin adının geçtiği üçüncü beyitte de Şefîk Bey’in adı geçmektedir. Nasıl ki Mevlânâ, Mesnevî’de sıklıkla Hüsâmeddîn Çelebi’den bahsetmektedir, Aşkî de kendi Hüsâmeddîn’inin Şefîk Bey olmasını arzulamaktadır:
Ey Hüsâmeddîn-i mâ mîr-i Şefîk
Seyr-i ma’nâda bana sen ol refîk (552)
İkinci Mevlevî şahsiyet ise Şâhidî’dir ki onun adının eserde geçiyor olması her iki mutasavvıfın da Mevlânâ’nın Mesnevîsini açıklamaya çalışıyor ve onu örnek alıyor olmaları hasebiyledir. Bu bakımdan Aşkî, Şâhidî İbrahim Dede’nin izinden gitmektedir (86). Aşkî, Şâhidî’yi Mevlânâ’nın can dostu kabul eder ve kendisinin bu iki mutasavvıfın izinde gittiğini söyler (183). Öyle ki zaman zaman yazdığı beyitleri kendisine ilham edenlerin Mevlânâ ile Şâhidî olduğunu ifâde etmektedir (185). Aşağıdaki beyit ise Şâhidî’nin adının geçtiği ve onun izinde Mevlevî olmayı öğütleyen bir beyittir:
Nutk-ı pâk-i Şâhidî-i Muglevî
Mevlevî ol Mevlevî ol Mevlevî (1063)
Vahdet-nâme’de adı geçen bir diğer Mevlevî şahsiyet ise Giritli şair Mehmed Şefik Efendi’dir. Eser, toplam 29 yerde: “mîr-i Şefîk” (65, 76, 90, 552), “Şefîk” (38, 41, 67, 68,107,110, 165. 246, 266, 345, 414, 427. 432, 550, 614, 620, 639, 670, 760, 839. 849, 890,1082.) ve “Şefîk Beg” (361) şeklinde adı geçen bu kişiye ithaf edilmiştir. Eserin seslendiği beyitler her ne kadar genelde tasavvufa itisap etmek isteyen talip için olsa da özelde Mehmet Şefîk Efendiye seslenen beyitlerdir. Aşkî, Şefîk Efendi’den kemâl sahibi (38) ve şiire kabiliyeti olan bir kimse olarak bahseder (65). Onu Mevlânâ’nın halifesi Hüsâmeddîn Çelebi’ye benzetir ve kendisini Vahdet-nâme’yi yazmaya teşvik eden kimse olarak görür (67, 552). Mevlevî bir şâir olması dolayısı ile Şefîk Efendi’yi Hüsâmeddîn Çelebi’nin ‘mekteb-i vahdet’te yoldaşı olmakla över (68). Şefîk Efendi’nin adı geçen beyitlerde ona öğütler vardır. Bunlardan bazılarında tâlib olmasını (107), aşk ilmini öğrenmesini (110), Mesnevî-i Şerîf’ıvird edinmesini (165), sureti bırakıp manâya bakmasını (550), var ve yoktan azâd olup şâd olmasını (839) ister. Vahdet-nâme’yi ona ithaf ettiğini söylediği şu beyitte bu husus açıkça görülmektedir:
Nâmına mîr-i Şefik’un bu tamâm
Nâme-i vahdetle olsun bu benâm (76)
“Mevleviliğin son yüzyılında Mekke ve Medine’de Mesnevî okutarak ve bir Mevlevî şeyhi olarak ömrünü geçiren, buna mukabil tezkirelerde ve biyografik kaynaklarda imparatorluğun mühim merkezlerinden uzakta yaşamış olması dolayısı ile olsa gerek adı yerince zikredilmeyen Aşkî Mustafa Efendi, Vahdet-nâme mesnevisi ile talebelerine Mevlevîliği aşılamaya çalışmış ve aynı zamanda içinde bulunduğu edebiyata şiirin hassasiyetlerini gözeterek edebî bir ürün sunma gayretini göstermiştir. Bu bakımdan, Aşkînin bu eseri Mevlânâ, Mesnevîve Mevlevîlik bağlamında değerlendirilmesi gereken eserlerin son örneklerinden birini oluşturmaktadır.
* Bu yazı, “Mehmet Şamil BAŞ, Aşkî Mustafa Efendi’nin Vahdet-nâme Mesnevîsi (Metin-Muhtevâ-Tahlîl), (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2007.” künyeli 345 sayfalık tez çalışmasından yararlanılarak hazırlanmıştır.
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı