Hz. Mevlana”da İslam ile Hikmet Arasındaki Denge*
Ramazan El-Buti
Mevlâna Celaleddin Rûmi’nin hayatından, yaşadığı devirden, doğumundan, yetişmesinden ve gezdiği memleketlerden bahsetmeyeceğim. Zira bunların hiçbiri bu Rabbani mümtaz şahsiyetin herhangi bir üstün meziyyetini gösterecek mahiyette değildir. Kaldı ki, bu güzel toplantıda ayrıca bu hususların her birinden bahsedecek kimseler olacaktır.
Ben Celaleddin Rûmi’nin hayatının en önemli özelliğinden, düşünmeye, faydalanmaya ve ders almaya yarayacak yönlerinden söz etmek istiyorum.
Bugün hatırasını yâdettiğimiz bu büyük âlimin hakkında zikredilmeye değer en önemli husus, onun, tasavvufu müstakil bir usûl-metot olarak ele alıp, Marifetullâha giden yolda, araştırma yapan birçok ulemânın tuttuğu ilim, mantık, cedel ve kelam metodunu Sûfilikle eş değerde tutanlardan olmamasıdır. Bilakis o akliyyatı ve kelâmı şunun-bunun rivayetlerinden uzak, mantıkî mukaddime ve kelami delillere ihtiyaç duymadan zevk ve şuhûd deryasına ulaştıran kimselerdendir.
Celâleddin Rûmi fıkıh sahasında yüksek bir mertebeye ulaşmış ve kendi dönemindeki Hanefi ulemâsının önde gelenlerinden biri olarak tanınmıştır. O günkü ulemânın ihtimam gösterdikleri mantık, felsefe ve kelâm gibi aklî ilimlere özenerek vaktinin uzun bir bölümünü bu ilimlerin tedrisi, dinin tebliği ve Allahu Teâla’ya davet yolunda geçirmiştir.
Çok geçmeden bunlardan sarf-ı nazar edip bütün bu ilim ve yönelişlerden sıyrıldı; bazen ulvî alem uğruna aşka düşmesinden bazen şühûd-ı ilâhiyede mahvolmasından ve bazan da şu görünen kâinat ayinelerindeki sedefler içine gizlenen vasıflarından dolayı vicdanî ve ruhi sıkıntılarını terennüm etti.
O (eski) halinden bu hâle dönüşü hakkında her ne kadar bazı rivayetler ileri sürülüyor ve bunda Şemseddin Tebrizi’nin etkili olduğu söyleniyorsa da benim anladığım ve de dikkatinizi çekerek ortaya koymak istediğim husus şudur ki, Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin bu dönüşü zannedildiği gibi hataya düşen bir kimsenin dönüşü gibi değildir. Bilakis bu, o ilimlerden hasıl olan meyvelerin toplanması ve sonra da onların yenilip-hazmedilmesiyle ulaşılan tezevvuk (tatma) merhalesine varış noktasıdır.
Birçok şiirini okuma fırsatı buldum. Özellikle de Mesnevi’den okuduğum bu yazılarından onun meşgul olduğu aklî ve naklî ilimleri İslâm Ulemâsının dinî ve itikadî hakikatlere varabilmeleri için destekleyici mahiyette gördüm.
Celâleddin Rûmi ömrünün ilk yansını bu ilimleri tahsil etmek ve onlara hizmet yolunda geçirmiştir. Bütün bunların hulâsası olarak denilebilir ki, o ilimleri tahsili esnasında bu hakikatli delil ve kıyas teleskopiyle uzaktan inceleme altına almıştı. Öyle ki, o artık bu merhaleden sonra zevk ve maûnet ile yaşar oldu.
Doğrusunu söylemek gerekirse Celâleddin Rûmi yudumladığı ve iyice sindirdiği ferahlatıcı (iç açıcı) ve uyarıcı şarap ile beyan ve teşbih arasındaki büyük farkı hissettiği zaman, bu tatlı şarabı fiilen tatmamış, ibâre-laf hapishanesinden nefsini kurtarmamış ve o kelimelerin içindeki güzelliklerin sırrına eremeden kendilerini şekilcilik ve mugalata hapishanesine atarak kıyas ve akıl yürütme bastonuna dayananlara acımakta haklıydı.
Evet bunu yapmalıydı. Fakat O’nu o zevk menbalarına ulaştıran şeyin, elde ettiği marifet ve bilgilerin işaret parmakları olduğunun da bilincindedir. Hatta O, (Allah Teâlâ’nın takdir ettiği kadarıyla) o acıdığı kimseler gibi kıyas felsefe ve mantık mesnedine dayanmıştı. Ki, işte bu suretle O, bu ilimlerin zevkine varıp haz duyabildi. Yazdıklarının muhtevasından, Celâleddin Rûmi’nin, bu ilimleri ve neticelerini nihâi hedefe varmak için kullanılan birer vasıta olarak gördüğü anlaşılmaktadır.
İşte burada, marifetullâha erişip kâinatın hakikatına ulaşmayı ve nefis tezkiyesi üzerine bina edilen tasavvufun künhüne varmayı arzulayan bir Müslümanın hayatında bu ilimlerin, kaidelerin ve aklî delillerin vazifelerinin ne olduğu bize ayan olmaktadır. Bunlardan birincisi her iki tarafı tehlike ve engellerle dolu, ama hedefe ulaştıran uzun yol, ikincisi ise nihâi nokta ve maksûda erme yoludur. Eğer yolun yolcusu manük, akıl ve şu yahut bu rivayetlerle maksûda eriştiyse, o zaman onun ulaşmak istediği asıl hedefe varabilmesi için o geçtiği yoldan yüz çevirme zamanı gelmiştir.
Şimdi mantık yürütmeyi bırakıp meyvelerini toplama zamanıdır. Lisan-ı haliyle “Sabah oldu kandili söndür” demektedir adeta.
Demek oluyor ki ilim yolcusu ilim yolundan, ancak usûl ve kaidelerine uyarak gelip geçmektedir. Çünkü o yolcunun önündeki karanlığın zulmetini gideren tek kandildir.
Doğrusu insanlardan çok azı Lûtf-i İlâhi ile ilmin girift noktalarına ve aklî delillerin kandilleri üzerine yükselebilir, sonra da Cezbe-i İlâhi onları kâinatın hakikatlarının özüne ve kudsî nurların kaynağına indiriverir.
İşte bu iki yol, Allahu Teâlâ’ya ulaştırmada üçüncüsü olmayan yoldur; biri iştiyak ve arzu ile tövbe ederek Allahu Teâlâ’ya dönüştür ki bu da mücahede yoluyla, Rabbin rızâsına ulaşmaya gayret etmekle olur. Diğeri de Allahu Teâlâ’nın kulu kendine çekmesidir. Bu ise Allahu Teâlâ’nın kulunu, mâsivâ çukurundan tevhîd ve şuhûd âlemi mertebesine çıkarmasıdır. Ne zaman ki kul Allahu Teâlâ’nın kendisine yüklediği vazifeyi bilir de, ilâhi iradede gizli olan sır hakkında birşey bilmezse onun üzerine düşen iş Allahu Teâlâ’ya yönelme vazifesini ifâ etmek için önünde apaçık duran o tek yol (ilim)’a koyulması ve Şemseddin Tebrizi gibi olan birini beklememesidir.
Şimdi gelin şu vardığımız ilmî sonuç ile Celâleddin Rumî’nin tezkiye ve muanat neticesinde elde ettiği şuhûd-i vicdani ile delil ve hüccet yoluyla ulaştığı neticenin nasıl tetâbuk ettiğine bir göz atalım.
Burada bu konuyla ilgili bazı misaller vereceğiz.
Birinci misal: Ulema, Allahu Teâlâ’nın kitabından delil getirerek şu karara varmışlardır: “İnsan ruhu, insanın bedenine Mele-i Alâ’dan inmiştir. Bu sebeple kendini yaratan ve yaşatan Allahu Teâlâ’ya karşı sıkı bir bağlılığı vardır” Buradan da insan ruhunun cevher ve heyula bakımından diğer hayvani ruhlardan farklı olduğu ve yine insan cesedine mahbûs olan ruhun, kendi menşei olan âleme aşk ve şevkle bağlı olduğu, bundan dolayı da ruhun, topraktan hâsıl olan bedenin içinde mahsur kalmadan evvelki âlemde gördüğü Zat’dan başkasına iştiyak duymayacağı görüşüne varmışlardır.
Ne var ki insan bedenine yerleştirilen hayvani dürtüler bu ruhun, sudur ettiği yüce âleme karşı duyduğu aşk ve muhabbetine el koyup, bütün bu aşk ve muhabbeti kendi hesabına tercüme ederek, bunları şekil, suret ve nefsâni arzulara karşı coşturan bir marş gibi yönlendirmektedir.
İşte biz burada, Gazali, Ibn-i Sina ve İbn-i Kayyim’in delil ve hüccetlere istinad ederek vardıkları ilmî neticeyi, Celâleddin Rûmi’nin Mesnevi’sinde hissî duygular içinde, hatta ruhunu tutuşturan sâdık aşk alevleri arasında “Ney” dilini kullanarak yazdığı şu satırlarında görmekteyiz.
Gelin burada Ney’in, Ruhun o aşk ve muhabbetini nasıl terceme ettiğine kulak verelim:
Dinle Ney’ i nasıl anlatıyor hikâyesini
Ayrılık eleminden şikayet ederek der ki;
Vatanım olan bağdan kesilip geldiğimden beri
Kadınlı erkekli insanlar ağıtlarıma ağlarlar.
Ben ayrılığın parçaladığı bağrı arıyorum
Tâ ki ona iştiyak eleminin ne olduğunu anlatayım.
Her kim ki aslından uzak kalırsa
Hep ona kavuşacağı zamanı arar.
Her cemaat içinde inleyen biri oldum
Üzgünlere ve mes’ ud olanlara yoldaş oldum
Herkes benim bir arkadaşım olduğunu sandı
Lâkin hiç kimse içimde biriken sırları araştırmadı.
Oysa benim sırrım şu inleyişlerin çok uzaklarında değildir
Lâkin nerede o sırlara erecek nuru gören o göz ve işiten o kulak
Ne cisim ruh’a ne de rûh cisime kapalı (ilgisiz) değildir
Ne var ki hiçbir insana ruhu görme izni verilmemiştir.
Bu neyin sesi ateştir, hevâ değil
Kalbinde böyle bir ateş yanmayan k ‘ise hiç olmasın (daha iyi).
Zamanın sevgiliden ayırdığı her can için yoldaştır bu Ney.
Ve gözlerimizdeki perdeleri yırtan da onun nağmeleridir.
Ney kanla dolu bir yolculuğun hikâyesini ve Mecnunun aşkını anlatıyor bize.
İlmî delillerden ve neticelerinden hasıl olan meyveler ile, sâlikin, zevk ve vicdanî ızdıraplarla varabileceği merhaleler arasındaki benzerliği bulabilmek için şu hakikati hatırlayalım. Allahu Teâlâ’nın “Ben onun bedenini tesviye edip (en güzel surette yapıp) ve ona ruhumdan üflediğimde…” anlamındaki âyet mealini iyice hazmeden bir kimse, İslâm âlimlerinin, ruhun aslı ve nereden geldiğine dâir söylediklerine kulak verirse, Celâleddin Rûmi’nin şu beyitleri karşısında bütün iz’ânı ve kabulüyle boyun eğer. Ancak bu meseleye dâir hiçbir ilmî araştırması olmayan kimse bu beyitlerin teşbih güzelliğinden, hayâl üstünlüğünden kuru bir ağaç dalı olan kamışın böylesine dokunaklı ve tatlı bir nida ile inleyişinden derûni manâya inmeksizin dünyevi bir haz duyar ancak, ve Celâleddin Rûmi’nin insan ruhunun aslı ve kaynağı hakkında işaret ettiği gizli manâya vakıf olamaz, ne yazık.
İkinci misal: “Allahu Teâlâ’dan bir nûr -Kur’an- geldi. Ki, O, Allahu Teâlâ’nın rızasına göre hareket edenlere selamet ve kurtuluş yollarını gösterir ve kendi izniyle onları karanlıklardan nura çıkarır” mealindeki âyetin anlamına vakıf olanlar Ulemânın nûr hakkındaki izahlarına dikkat ederlerse anlayacaklardır ki Allahu Teâlâ nasıl ki -insandaki- göze görme ve eşyayı olduğu gibi müşahede etme nurunu vermişse basirete de zihinlerde bulunan hakikatlan olduğu gibi görüp idrak edebilmesi için gereken nuru bahsetmiştir.
Bakan göze denk bir nûr, güneş ve aydınlığından geliyorsa, idrak eden akla da kifayet edecek nûr Rabbani Vayhin ışığından gelmektedir.
İstılahtaki manâsıyla “Allahu Teâlâ’nın, Rasûllerine ve Nebilerine ikram ettiği şey” anlamına gelen Vahiy genel olarak “Allahu Teâlâ’nın, sevdiği kullarının kalplerine indirilen ilham” anlamına da gelir. İşte akıl o ilham ile aydınlanır, gizli hakikatlere vâkıf olur. Bu nurun aydınlatığı kalpten mahrum olanlar için, akıllarının keskinliği ve zekalarının üstünlüğü hardal tanesi kadar bir fayda sağlamaz (onlara).
Allahu Teâlâ’nın şu âyeti ne kadar manidardır. “Her kim ki Allah ona nûr vermediyse onun nurdan nasibi yoktur.”
İşte Celâleddin Rûmi aynı hakikati şiirlerinin ve hissiyatının ışığında açıklayarak şöyle diyor;
Şüphesiz rûh apaçıktır ve bize yakındır
Ancak gözlerimizden uzaktır. İçi su dolu ibriğin uruğunun kuruluğu gibi onun dudakları da nemsizdir.
Renkleri görmezden evvel nuru görmediysen; kırmızıyı, yeşili, gül rengini nasıl görebilirsin? Fakat aklın renklerde kaybolduysa bu renkler, nûr ile aranda bir perde olmuştur.
Bu renkler karanlıklarda örtülü kaldığında, gözlerinin nasıl renkler için nurdan istimdat ettiğini görürsün.
Zahiri nûr, güneş ve ziyasından gelir, batmi nûr ise ulvî renklerin in’ikas (yansıma)’ından gelir.
Gözdeki nûr kalbin nurundan başka bir şey değildir. Amma kalpdeki nûr ise O, Allahu Teâlâ’nın nurudur.
Celâleddin Rûmi (k.s.) “İnsanın fiilleri” konusundan bahsederken, onları insan bedeni içinde yaratıp-yerleştirenin Allahu Teâlâ olduğunu, ancak bunu, insanın hürriyet ve tercihine müdahale etmeksizin yaptığından söz eder. Bu çok bilgili bir insanın sözüdür. O, duygu yüklü şiirleri, ilmî ve manîdar sohbetleriyle bu konuyla ilgili dersler vermektedir talebelerine. Sen onun bu hitab ve sözünün, mantık ve kıyas delillerine dayalı ilmî ve aklî şahsiyetinden mi yoksa Allahu Teâlâ’ya olan ruhi duygularından ve ona olan aşkından mı kaynaklandığını bilemezsin.
Bilgili ve hikmetli şairimiz burada fiillerin karşılığı olan ceza ve mükâfatın sadece Allahu Teâlâ’nın yaratması ve kudreti üzerinde mebni olmayıp, bilakis bu ceza ve mükâfatın insanın kendi nefsinde var olan niyetinin bir neticesi olduğuna dikkatimizi çeker. İşte Kur’an-ı Kerim’de “Kesb” diye isimlendirilen ve birçok defa da bunun ecir ve azabın müsebbibi olduğu bildirilen şey de budur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de (herkesin) kazandığı (hayır) lehine, yaptığı (şer de) aleyhinedir” buyrulmaktadır. Sonra da insanın iyi ve kötü bir iş için yaptığı niyet olan bu “Kesb”in, aynı diğer ulemanın dediği gibi Allahu Teâlâ’nın insana verdiği bir fazilet ve ikram olduğuna işaret eder.
İşte bu suretledir ki insan, hayır veya şer fiillere yönelmek, onlara azmetmek konusunda hürriyete sahip kılınmıştır. Ve bizden hiçbir kimse de Allahu Teâlâ’nın bizi lûtuflandırdığı bu nimetten gafil değildir.
Eğer inkarcının biri, Allahu Teâlâ’nın insana verdiği bu ilahi bağışı inkâr eder, insanın, Allahu Teâlâ’nın yarattığı kendi fiiline hükmedemeyeceği zehabına kapılarak, onun tercih kullanma hakkını (ki yine Allahu Teâlâ’nın yarattığıdır) reddederse şair onu tevhid ve kelam ulemasının bu vehmi çürüten şu misaliyle susturmaktadır. O misal de hepimizin yakinen hissettiği, bir hastalıktan dolayı titreyen el ile bilerek ve isteyerek sallanan elin titremesindeki farklılıktır. Bu misali biraz açar ve şöyle der; sen kendi elini isteyerek titrettiğin için pişmanlık duyabilirsin, ama bir felçli insanın kendi elinin titremesinden dolayı pişmanlığı söz konusu olabilir mi?
İşte bu hikmetli söz sahibi Şair, burada zahiri delillerin ışığında ve mantıkî metotlardan başka bir şeye itibar etmeyen, ve her şeyin hatta ihtiyarî, gayri ihtiyarî fiillerin, felçli bir insanın titreyişinin bile Allah’tan olduğu iddiasıyla Allahu Teâlâ’nın hüküm ve kazasını reddeden mücadeleci bir araştırmacının dikkatini çeker ve onu, aklın verdiği karardan daha üstün ve daha yüce olan ruhun ulaştığı neticelere yönlendirir. Akıl da o içi sırlarla dolu ruhtan başka bir şeyden mi alır ışığım sanki? der. Akıl asasına dayanarak, ruhun menbaına giden o aşkın yollarını aşamayan ve içinde bulunan o yüce arzulara eremeyen kimse sathi hükümler üzerine kurulu vehimlerin tutsağı olmaktan kurtulamaz.
Şimdi geliniz Celâleddin Rûmi’nin söylediklerine kulak veriniz.
Şüphesiz akla dayalı olarak yapılan bir araştırma inci ve mercan değerinde olsa bile ruhî araştırmadan farklılık arzeder.
Ruhani araştırmanın makamı başkadır. Ruhun şarabına gelince, onun âlemi de başkadır.
İnsana sadece aklî araştırma hâkim olursa o zaman Ömer gibi Ebu-l Hakem’e arkadaş olur. (İslâmiyetle müşerref olması ile rûh alemine giren bu Ömer: Hakkı batıldan ayırt eden, Faruk oldu. Küfürde kalan o Artır da Ebu Cehil olarak kaldı. (Müt.)).
Zahir ulemâsından (sadece mantiki delillere dayananlar) kimbilir ne kadarı “Her nerde olursanız olun Allahu Teâlâ sizinledir” mealindeki âyet önünde bocalayıp durdular. Yaptıkları bunca araştırmayla ne bir cahile bir şey anlatabildiler, ne de bir münazaracıyı ikna edebildiler.
Şimdi gelin Celâleddin Rûmi’nin, ruhun seslenişine dikkat kesilerek âyetin mânâsını nasıl keşfettiğine ve bunu beyitlerine nasıl nakşettiğine bakalım.
“Gerçek şu ki şimdi biz o kıssaya tekrar döndük.
Sahi, biz o kıssadan ne zaman çıkmıştık ki?
Şayet biz cehalete dalmış olsak, bu, Allahu Teâlâ’nın bir hapishanesidir. Eğer ilme sarılmış isek, bu da O’nun bahçesidir. Kendimizi sarhoşluğa verecek olursak biz onunla sarhoşuz zaten. Yok, ayık olanlardan isek biz O’nun emrine amadeyiz.
Ağladığımızda O’nun rızık yüklü bulutlarıyız biz. Güldüğümüz anlarda da çakan şimşekleri.
Öfkede ve harpte O’nun kahrının sadası, Avf ve Sulhta muhabbetinin yankısıyız.
Kimiz, öyleyse biz bu karmaşık âlemde? Bir elif (harfi) gibi!! Elifin harekette ne tesiri olabilir ki? Hiçbir şey!
Öyleyse o, ne bir uzaklık ne yakınlık, ne de sınırlı bir mekân birliği değildir. O ancak tesir edenle edilenin, fail ile münfailin beraberliğidir. O beraberlik Allahu Teâlâ’nın, “Göklerin ve yerlerin O’nun emriyle kaim olması da O’nun âyetlerindendir” tabirindeki beraberliktir.
Allahu Teâlâ’yı bilen, O’na inanan ve O’nun yaratma ve var etme gücüne iman eden hiçbir kimsenin söyleyemeyeceği vahdet-i vucûd ehlinin iddia ettikleri beraberlik, Celâleddin Rûmi’nin aklî ve ruhî delillerle anladığı beraberlik ile aynı değildir. Allahu Teâlâ korusun!”
Geliniz burada Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin “Hurma Ağacı Kütüğü”nün serzenişinden söz edişine kulak verelim. Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) Onu mescidin bir kenarına çekip yerine de başka bir minber koymuştu. Mevlânâ bu olaydan söz ederken dikkatimizi bu, kürü kütüğe çekerek onun Rasûlullah’a (s.a.v.) olan arzu ve iştiyakından dolayı ve o kütüğün her zerresine sirayet eden “Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd için teşbih etmesin, ancak siz hakkıyla o hali idrak edemezsiniz” hakikatma medar olması hasebiyle onun akla ve mantıkî delillere ihtiyacı olmadığını kulağımıza fısıldayarak şöyle der:
Sen ey insan! Allahu Teâlâ seni kusursuz yarattı, koruyup gözetti, melekûtunun sırlarını da sana zerketti ve kükreyen bir kalp ile seni mümeyyez kıldı. Nasıl olur da bir ağaç kökü Rasûlullah’a (s.a.v.) karşı senden daha dakik bir şuura, daha üstün aşka sahip olabilir?
Şimdi Onu dinleyin ve şu cümlelerinde alevlenen kalp ateşine bakın:
O aşk kütlesi olan hurma kökü, akıllı bir insan gibi Rasûlullah’ın (s.a.v.) onu kendisinden uzaklaştırmasından dolayı inliyordu.
Rasûlullah (s.a.v.) ona; ne istiyorsun ey ağaç kökü dediğinde, o:
“Senden ayrılışım gönlümü kanla doldurdu. Ben senin yaslandığın bir dayanak idim, beni terkettin, şimdi yerime minbere yaslanıyorsun” deyince;
Rasûlullah (s.a.v.) da ona:
“Doğudan ve batıdan gelenlerin meyvesinden yedikleri bir hurma ağacı mı olmak istersin, yoksa bu âlemde ebediyen taptaze ve yemyeşil kalacak bir Selvi ağacı mı olmak istersin?” dedi.
Dinle ey gafil, dinle de o kütüğün idrâkinden daha düşük derekede olma!
Nihayet Rasûlullah (s.a.v.) insanlar gibi kıyamette haşrolması için bu kütüğü toprağa gömüyor!
Her kim ki işini Allahu Teâlâ’ya havale eder ve dünya meşgalesinden sarf-ı nazar ederse o rûh âleminde doğru bir yol bulur muhakkak. Ve kim de sırlar âleminden nasibini almamışsa cansız bir kütüğün iniltisinden ne anlasın.
Bu dünyada “Kün” (Ol) emrine vâkıf olanlar bulunmasaydı bu söz peşînen reddedilen kuru bir laftan ibaret kalırdı.
(Yalnızca) aklî ve ilmî bilgilerle hareket edenler tahta bacakla koşan gibidirler. Oysa tahta ayak kayar ve kırılır.
Asâ, a’ma insanın ayağıdır. Onu taşlara takılıp düşmemek için yanında taşır. A’mâ her ne kadar yolunu asâ ile görüyorsa da, gören varlıkların gözetimi altındadır.
Sanırım bu söz üzerine bir yorum getirmek yerine her birimiz kendi basireti yle müdrik, aklı ve ulvi ruhunun delilleriyle bu sözün derinliğine vâkıf olmalıyız.
Allahu Teâlâ, Mevlânâ Celâleddin Rûmi’ye (k.s) rahmet eylesin ve her birimize aklî ve mantıkî delilleri yegâne rehber edinmeden Allahu Teâlâ’ya bağlılık yolunu görmemizi kolaylaştıran.
*Bu Konferans 17 Aralık 1994 tarihinde Hz. Mevlana”nın 721. Vuslat Yıldönümü münasebetiyle Ramazan El-Buti tarafından verilmiştir. Metin, M. Emin Eminoğlu tarafından tercüme edilmiştir.