MESNEVİDE İNSAN TERBİYESİ*
PROF. DR. SAFFET SOLAK
Konuya girmeden evvel hatırlatmak istiyorum ki, Mevlânâ mevzuu, şu kadar asır evveline ait tatlı hatıraları yâdetmek anlamından ibaret değildir. Tarih elbette ki milletlerin hâfızasıdır. Fakat hafızada depolanmış olaylar, kişiler, fikirler günümüzün ve yarınımızın düğümlerini çözmekte ve çıkmazlarına yol bulmakta kullanılmalı ve bunlardan istifade edilmelidir. İşte yukarıdaki başlığın içerdiği muhteva böyle bir gayeyi hedef almıştır. Denebilir ki o zamanla şimdiki zaman şartlan arasında büyük farklar vardır. O halde faydalanmak nasıl mümkün olabilir? O devir kağnı devri, günümüz ise otomobil, tren ve uçak devri; o devir kandil devri, günümüz elektrik, televizyon ve bilgisayar devri?..
Bunlar doğrudur ancak, bilinmeli ki her şey insan etrafında halkalanır. Ekonomi, terbiye, politika ve daha ne varsa bunların hepsi birer çemberdir, merkezde insan vardır. O günün insanı ile bugünün insanı arasında, dış görünüş itibariyle değil, insanın iç âlemi açısından büyük bir fark yoktur. Akıl, mantık ve his bakımından aynıdır. O zaman da insanların içinde kin ve husumet, ihtiras, intikam gibi kötü hisler veya diğergamlık, fedakârlık, cömertlik, affetme, düşmüşün elinden tutma, namus, şeref, haysiyet gibi ulvi hisler mevcut idi, bugün de aynı hisler söz konusudur. Mevzu da zaten bunları ilgilendiriyor. Ne var ki o günle bugün arasında, insanların iç âlemlerindeki sıfatlar arasında nisbetler değişiktir. Bu da yine terbiye ile alâkalıdır. İç düzen bakımından o devir devamlı yükselişte devam etmiş. Bu devir ise devamlı alçalışta hızlanıyor. Bu itibarla iki devir arasında muazzam bir fark doğmuş. Minare ile kuyu gibi… Biz şimdi kuyunun dibinden, minaredeki Mevlânâ’yı seyretmeye çalışıyoruz. O devirde aya gidilmiyordu, ay yolu kapalı idi, fakat gönüllere nüfuz edebilme yolları çok iyi biliniyordu. Gönül alma, gönül yapma ve böylece insanı iç huzura kavuşturma usulleri revacda idi. Ve yine “ölüm” deyince “yok olma” şeklinde kötü bir his, ürkütücü bir halet anlaşılmıyordu. Aksine gurbetten anavatana, aslî vatana dönüş ve aslı ile vuslat hali akla geliyordu. İflas eden bir böbrek yerine faal böbrek takma gibi bir ameliye yoktu. Fakat bütün ferd ve toplum hayatında, rezalet ayyuka çıkmadan ortadan kaldırılıp yerine fazilet ikame ediliyordu. Şüphesiz ki insan için bunlar önemli yarınki hava durumunda sıcaklığın veya soğukluğun kaç derece olacağını bilemiyorlardı, ama tâatin sıcaklığını, masiyetin soğukluğunu insanlar hissediyorlardı. Hayatta önemli olan da bunlardır. Günümüzün insanı da bundan mahrum! Yani masiyetin soğukluğu demek, hırsına öfkesine kapılarak kötü bir iş yaptığı zaman, “keşke yapmasaydın! diyerek nedamet hissi ile insan kendinden soğur, bu demektir. Bugün artık umumiyetle bu yok… Aksine iyi bir işe vücud verdiği, meselâ yerine, adamına göre kırık kalbli birisine bir iyilik yaptığı zaman ise, manen bir rahatlama, bir iç huzuru ve sıcaklığı hisseder insan ki buna da tâatin sıcaklığı adı verilir. Buna da şimdilerde pek tesadüf edilmez.
Kısacası o günkü ile bugünkü arasında anlayışlar ve kavramlar bakımından pek çok fark sayılabilir. Ancak şunu iyi bilmeli ki, Mevlânâ fikriyatı ile temsil ettirmeye çalıştığımız o günkü anlayışlar esastır ve tabiidir, bugünküler ise tâli ve sun’idir. Filhakika onlar beşerin fıtratına ve tab’ına uygun düşmektedir, bugünküler ise aykırılık arzetmektedir. Bu aykırılıktan dolayıdır ki yaşadığımız dünyada bugün ne idüğünden gafil fertler, siyasette hiyanet, her yerde katliam ve cinayet, her sahada rezalet ve denaet hakimiyetini ilan etmiş vaziyette! Halbuki, insan bunu yapıyorsa, bunu yapan insan mıdır?
Halbuki fıtratına bakılırsa ne büyük, ne mübarek, ne mukaddes bir varlıktır insan. Öyle olduğu halde kendisini ne fena işlerde kullanıyor!
Maddi dünyanın en soğuk, en hissiz elemanlarının bile yüksek şeref ve kabiliyete eriştiği yer, insandır. Meselâ demirin, insan vücudu dışında canlılıkla, hissiyat ile, düşünmekle, fikir serdetmekle ne alâkası var? Ama insan vücuduna dahil olduğu zaman demir, vücudun en önemli yerine, beyin dokusuna oksijen taşıma şerefine nail olur. Tabii aynı zamanda diğer dokularına da. Kireç hâkezâ, dışarda tuvalet badanasına memur iken, insan kanında en önemli denge unsurlarındandır. Buna benzer daha bakır, çinko ve kısacası dışarda çekiç altında hor hakir olan nice şey, insan vücudunda önemli işlerin mekanizmasında görev almışlardır. İnsanın yaratılışındaki ulviliğe bakın ki, kupkuru madenler dahi o soğuk halleri ile insan vücuduna dahil olduktan sonra ruh haline inkılab ediyorlar. Bunlar basit örneklerdir. Haddizatında hizmet etmeyen hiçbir nesne ve hiçbir olay yoktur, ilim bunların pek azını aydınlatabilmiştir. Bu kadar geniş imtiyaza sahip kılındığı dikkate alınırsa, Allah’a (c.c.) karşı açtığı şu cidalin ve sergilediği vahşetin hesabını insan acaba nasıl verebilecek?
Kaldı ki bütün bunlar insanın kalıbı ile alâkalı hususlardır, insanın asıl mânâ ve mahiyeti yanında çok küçük kalır.
Daha açık ifade ile ve Mesnevi’deki kânaate göre insan, toprağa mensub bir beden ile, semâya bağlı bir manevî unsurun izdivacından ibarettir. Bu izdivacdan hasıl olan -tabiri caiz ise- çocukların kimisi topraktan gelen eşin, kimisi de semadan nefhedilen eşin özelliklerini ve eğilimlerini taşır.
Bunlardan birinci grup, bedene taalluk eden biyolojik olaylarla basit planda arzular, hevesler, tatmini imkânsız ihtiraslar, bunun sonunda tecavüzler, adavetler, gasplar, yolsuzluklar, hırsızlıklar ve daha tadadı mümkün olmayan aşağılıklar ki bütün bunlar, “benlik, nefs-i emmare, nefsaniyet…” gibi kelimelerle ifade edilir, gerçek terbiyeden nasibi olmayanlar bunca aşağılıkları hayatın icab-ı zarurisi gibi telakki ederek büsbütün hayatı, benliğinin kahır pençesi altında tüketir. Bu sıfatların hepsi ayrı ayrı, insanların bir arada yaşamasını daima engelleyen faktörlerdir. Bu itibarladır ki, benlik ve nefsani ihtiraslar içtimâi değildir. İçtimaya yani insanların bir arada bulunmasına daima engel olurlar.
Bakın yer yüzüne, her kıtada barut, ateş ve kan!.. Neden? diye merak ederseniz, işte bundan. Ne zaman kurtulur insanlık bu felaketlerden? Benliğinin ve nefsaniyetinin esaretinden kendini kurtardığı zaman!
İşte Mesnevi terbiyesi bu kurtuluşun kitabıdır. Daha doğrusu Kur’an ve sünnet çerçevesi içinde hakikatları açık seçik misalleri ile insanlara anlatan bir kitaptır.
Mesnevi insandaki bu ana unsurlardan maddi olanına, “izafi vücud, kalıp, ten, post, mânevi vücudun aynası, kuşun kafesi” gibi isimler vermiştir. Taşıdığı mânânın bir nevi kılıfı olarak kabul eder, kını. Bu hususu çeşitli misallerle pekiştirir; kılıcın kınına itibar, içindeki kılıçtan dolayıdır. Mektubun zarfı adres içindir, asıl olan onun mazrufudur. Mektubu alan zarfı açar, sonra yırtar, mazrufu ise okur sonra saklar.
Kalıp elle tutulur, gözle görülür, zira cisimdir ve keşiftir. Manevî vücud candır, elle tutulup gözle görülmez, zira kesif değil lâtifdir. Can, varlığını, kalıba yansıtarak gösterir. Kalıp onun için aynadır.
Her cüz, mensub olduğu küllün cazibesindedir. Serbest kaldığı takdirde oraya gider. Beden yer küresinin, toprağın cüzüdür. Yerde yer çekimi vardır. Zamanı gelince beden, yerin âğûşuna gizlenir. Can veya ruhun ise semavi Kudretedir meyli. Meadı, makam ilm-i ilâhidir.
Ten canın aynasıdır denilmişti. Ayna kırılırsa oraya yansıyana zarar gelmez. Canın tene yansıdığı süreye yani tene kayıtlı bulunduğu süreye “hayat” denir. Aynanın kırılması, avamın telakkisinde ölümdür. Fakat aynanın kırılması ile canın kayıttan kurtulup serbest kalarak ilm-i ilahiye avdeti vuslattır. Onun için Hz. Mevlânâ’nın bu âlemden ayrılmasına “ölüm” denmez, aslına rücu anlamına, asli ve ebedi vatanına gelin gitmiş mânâsına “şeb-i arûs” tabir edilir.
İnsan için vücud, asıl vücud semavî olan can’dır, ruhdur. Kalıp bunun gömleğidir ve fanidir. Can ise Mevlâ’nın uyandırdığı bir nefhadır ve kendi küllü ile bakidir.
İnsanın vücud ikliminde hakimiyet, fani ellerde yani nefsaniyet unsarlarında, tek kelime ile “benlik”te ise, o şahıs kendi benlik putunun kulu ve esiridir. Kulun tekamülü, manen olgunlaşması yalnızca bu benlik putunun esaretinden kurtulmasına bağlıdır.
İşte Mevnevi’nin terbiyesi, insanı sahte vücud telaşından, tabiata bağlılıktan, nefs-i emmaresinin kahır pençesinden kurtarmak suretiyle, kendi aslı ile başbaşa kalmasını temin eder.
İnsan iki defa doğmadıkça insan olduğunun farkına varamazmış. Bunlardan birisi anasından doğması, dalgasız denizden dalgalı denize düşmesi, zamansız ve mekansız âlemden, zamanlı ve mekânlı âleme gelmesi imiş. İkinci doğum ise ruhunu, nefsinin esaretinden kurtarması anlamına imiş.
Birinci doğum kendi iradesinin dışında, hiçbir suretle kendi reyi alınmadan getiriyorlar adamı buraya. İkinci doğumda iradesi hissedar, ama bu iş de öyle kolay bir şey değil! Mesnevî terbiyesi işte bu kısımla meşgul oluyor.
Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde bu terbiyeyi gerçekleştirebilmek için, Kur’an ayetlerinden ve ehâdis-i nebeviden, bunların lügat anlamları ve enfüsi mânâlarından kuvvet alarak, akıl ve ötesinde ilhamat-ı Rabbani ve aşk ile terbiye tezgâhını kuruyor. Okuyanını aklen, hissen, kalben, zevken dinlendire dinlendire nefs-i emmareden uzaklaştırıyor. Bunun için cisimlerden, nebatlardan, hayvanlardan, tarihi olaylardan; Peygamberlerin hayat hikâyelerinden ve daha birçok bahanelerden örnekler vererek nükteler ve hikemî ifadeler kullanarak yabani ve tuğ-yani ruh haletlerini sükûnete, tefekküre, muhabbete ve nihayet müntehayı muhabbet olan aşka sevkediyor.
Aşk bahsinin Mesnevî’de ve Mevlevi düşüncede büyük yeri vardır.
Yalnız daima açıklığa kavuşması gereğini hissettiğim gibi, buradaki AŞK, her şeyin dejenere edildiği günümüzde kullanılan aşk değildir. Tarifleri net ve özet olarak vermek lâzım. Nefislerde hasıl olan muhabbete şehvet, ruhlarda hasıl olan muhabbete ise aşk denir. Tasavvufta aşk denilince daima bu anlaşılır. Kelimeler asli anlam ve kavramlarında kullanılırsa, anlatma ve anlama kolay olur.
Tasavvufta ve haliyle Mesnevî’de kullanılan ve yanlış izlenim bırakan diğer bir kelime, şarab terimidir. Aklı nâra inkılab ettiren vardır bir de aklı nura inkılab ettiren vardır.
Mesnevi terbiyesinde hedef, insan-ı kâmil yetiştirmektir. İnsan-ı kâmil gönül adamıdır. Kılık, kıyafet, konuşma üslûbu ve edası düzgün olur da içinde hainlikler yatar.
Zahiri ne kadar düzgün olsa önemli değil, asıl olan bâtındır. Cevizin kıymeti kabuğunda değil, içindedir, ciğesinde. İçi güzel olan ceviz kıymetlidir. Hatta cevizin kabuğu şayet kükürt tütsüsüne verilirse, kehribar gibi sapsarı rengi ile insana gayet güzel görünür ama içi çürük olursa ne kıymeti var? Bugünkü dünya hayatındaki görüntüler de böyle değil mi? Dışı parlak, içi kan ağlar!..
Cevizin içindekinin durumu nasıl belli olur? O ancak kırılınca meydana çıkar. Erbabı bilir ama genellikle kırılmadan tanımak zordur. Ancak kırılınca görülür. Nasıl olsa her ceviz kırılacak, değil mi ya!? İşte insan da ceviz gibidir. Her biri bir gün kırılır, içi meydana çıkar. Her nefis kırılmayı tadacak! O zaman içi güzel mi, çirkin mi görülecek. Ebedi saadet iç kısmın güzelliğine bağlıdır.
Nar kırılır, kabuğu atılır, içi alınır. Elma kesilir, kabuğu soyulur, içine itibar edilir. O zaman ancak ekşi mi, tatlı mı, çürük mü görülür.
Bu nedenledir ki güzel huylu insanlar öldükten sonra nur gibi parlarlar, mânâsı çürümüş olan kalıp da parçalandıktan sonra rezil ve rüsvay olur kalır.
Ey görünüşe aldananlar ve surete tapanlar! Gidin mânâ güzelliği tedarik edin. Zira mânâ, suret kuşuna kanattır.
Onun için yalnızca İman ve İykan yani hakikati yakînen bilmek, nûr-u irfan ve zevk-i vicdan ile lâmekan sarayına uçabilirsiniz.
O itibarla gidin, mânâ ehli ile oturun kalkın, safa ile sohbet edin, onların muhabbeti ile gönlünüzü tazeleyin.
Sayılı nefesinizi kal ehli ile dedikodu yaparak israf etmeyin. Hayat sayılı nefesden ibarettir, bu da bir fırsattır, durmayın, vakit kaybetmeyin, hal ehli bulun, onunla oturun, ona refakat edin ve onun hali ile hailenin.
Dedikodu, hani torba içindeki hareketlenince çıkan ceviz sesi var ya, ona benzer; dipsiz kile boş ambar, hal ehli ile sohbet ise, ciğesindeki lezzet gibidir.
Hal ehli “kalb sahibi”dir.
Tabii buradaki kalb, göğsümüzün sol cenahındaki et parçası değil. O hayvanda da var. Asıl olan vücud-ı manevînin kalbidir. Bu ikisi adaş ama kastedilen mânâ müsavi değildir. Her Ömer’i Hz. Ömer zannetme.
İki kalb arasında fark büyüktür, mukayese bile edilmez. Ancak isimleri aynıdır, adaştırlar.
Tabii bu adaşlıkta da bir münasebet vardır. Tesadüfen adaş olmuş değillerdir. O münasebet şöyledir: Bu vücudumuzdaki kalb bildiğiniz gibi devamlı hareket ve bu hareketin verdiği devamlı değişiklik halindedir. Denizden balık yeni çıktığı zaman elinizde tutamazsınız, hareket ettiği için kaçırırsınız. Kalb de öyledir, işte “kalb” kelimesi de “değişim” kelimesinden, o mânâya gelir. Demek ki devamlı değişim hali gösterdiğinden dolayı ona “kalb” denmiştir.
Manevî kalbe gelince, manevî vücudumuzun kalbi, ilâhî, Rabbânî ilhamların nazil olduğu merkezdir. Rabbani ilhamlar ise öyle donmuş kalıplar halinde değil, “Allah her an başka bir yeni iş işler”. Allah’ın (c.c.) işlerinde tekerrür yoktur, daima teceddüt vardır. Yağmur yağarken her damlaya bir melek’i memur eder ve o meleğe bir daha görev vermez. Ölçü budur.
İlhamat-ı Rabbani, ilâhî tecellidir. Tecelli ise her an değişir. İşte tecelli yeri olan manevî kalb de bu her an değişen tecellilerin etkisi ile her an yeni bir hâle kalbolduğundan ona “kalb” denilmiştir.
Hz. Mevlânâ insana tenbih buyuruyor: “Kalb sahibi ile düş kalk da mânanda safa olsun” diyor. Demek ki “kalb sahibi” olmak apayrı üstün bir meziyet. Ve buradaki, bu emirlerindeki diğer bir incelik de, herkes kalb sahibi olamıyor demektir.
Kalb sahihleri ilhamat-ı Rabbaniye mazhar bulunduklarından, böylece kendilerinde hasıl olan feyzi etraflarına intikal ettiriyorlar ve netice itibariyle safa bahşediyorlar demektir.
Hem yanar hem neşr-i envar eylerim etrafıma
Şem-i bezm-i âşıkan-ı bihiş-i fenaneyim
(Nefsani gailelerden soyunmuş öyle bir dervişim ki, âşıklar meclisinde mum gibi hem yanarım ve hem de etrafımı aydınlatırım).
“Kalb sahipleri ile otur kalk” şeklindeki tenbihattan maksad budur. “Feyizyâb olursun” demektir. Feyizyâb olunca insanın canı, ruhu bir mânâ kazanmış olur. Soba bedendir, madde; içindeki ateş mânâ kazanmış bir candır. Sönerse kül kalır ki, o can mânâsım kaybetmiş demektir.
Mevzuu pekiştirmek için buyurur ki, kılıcın kını bedendir, içindeki kılıç onun mânâsıdır. Ama kılıç tahtadan ise, mânâsı yok demektir. Tahta kılıçla harbedilmez, o yalnızca yakmaya yarar.
Hz. Mevlânâ’nın ele aldığı konuyu izah babında verdiği misallerden bir değil, birçok mânâlar tahsil edilebilir. Kılıç örneği de öyle.
Kılıç haddizatında kahredici, imha edici bir vasıtadır. Terbiye ve manevî gelişme sahasında da insanın benliğini, enaniyetini bertaraf etmesi şarttır. Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz harbden dönerlerken, “küçük cihadı bitirdik, büyük cihada devam edeceğiz” buyurmuşlardır. Yani benliğe, herkes kendi benliğine karşı cihada devam edecek anlamına.
İnsanın zahiri kın, mânâ kılıçtır. Eğer bu mânâ güzel ahlâk ile beslenmemişse, ilâhî sıfatlarla cilalanamamışsa, tahta kılıç gibidir. İşe yaramaz.
İnsan ölünce bu kılıç kınından çıkar. Bakarlar ki kılıç tahta, o ateşe atılır. Gerçek kılıç ise huzura gönderilir. Tahta ise nâra, gerçek ise huzura gider.
Böylece insana akibetinin neye göre olacağı öğretilmiş oluyor.
Ey sâlik! Hesabın yapılmazdan evvel hesabını yap! Kendi ruhunu incele, gözden geçir. İşe yaramazsa değiştir.
Sen kendinden bekleneni gösteremezsen eğer,
Şah olsan ne değer, kral olsan ne değer?
Öte yandan sakın “adam olamadım” diye üzülme. Sen yalnız sahte benliğini, o kibri bırak. Hakkın sohbetine alış ki bu alışma seni ihlas ile ahirete zevk-ı tarab içinde götürür.
Hak dostlarının kalbleri, “Allah sevgisi” cephanesi ile doludur. O gönüllerden bu kimyevi cephaneyi tedarik et!
Şimdi acaba Hak dostunu nasıl tanımalı? Bu da önemli. Her şeyde olduğu gibi bunun da sahteleri vardır. Bunlar hakikat ehlini taklid ederler.
Taklidci de bazan hakikat sırlan ile alâkalı olmak üzere ince ince nükteler söyler, ancak kendi kalbinin ve ruhunun, o söylediklerinin sırrından haberi olmaz.
Mukallid ırmağa benzer. Zira ırmak, bizzat kendisi, bilicim su içemez, içenler için akar.
Mukallid ney gibi enin ü nâle eyler, fakat kendisi için değil, dinleyenler için… Hatta konuşurken ağlar bile, fakat bu ağlama Allah için değil, kendi menfaati içindir. Rasûlü Ekrem Efendimiz insanları ikaz eder: “Mukallid gözünün yağına sahiptir. İsterse ağlar, isterse tutar, sakın aldanma” buyurur. Her davudi seda Hz. Davud’a ait değildir.
Mukallide ne taat vardır ne riyazat… Öyle olduğu halde nâle ve feryadı etrafı tutar. Sözleri araba, kağnı gıcırtısı gibidir. Hep biliriz değil mi? Yükü çeken candır, gıcırtı arabadan çıkar.
Hz. Mevlânâ’nın latifesi de çok letafetlidir. Buyuruyor ki, mukallid böyle olmakla beraber, ecirden sevabdan o da hisselenir! Zira hesaba gelince ona da para verirler!
Görmüyor muyuz? Caminin kapısı önündeki de Allah diyor, caminin içindeki de… Ama kapıdaki para versinler diye zikreder, içerdeki ibadet için… O ekmek için Allah diyen, yıllardır böyle ism-i celâl zikri yapan neye benzer bakın: Bir avuç saman yiyeceğim diye yüz cild Kur’an taşıyana benzer!
Daima dudaklarında “Allah Allah” diye zikrettiği lafza-i celâl eğer onun kalbini ziyalandırsaydı, kalıbından eser mi kalırdı? Zerre zerre olurdu!
Dilenci de Allah’ın nâmını anıyor, mangır için… Yalnız dilenci değil tabii, daha pek çokları!
Halbuki O nâm-ı celîl öyle ednâ işlerde anılır mı? Bu ne kadar zayıf himmetsizliktir. Ne mertebe marifetsizlik nişanesidir!?
Cenab-ı Hak Kitab-ı Keriminde: “Hakkı görmeyen kör! Tur dağı benim nâmımdan parça parça olmadı mı?
Yani eğer biz bu Kur’an’ımızı dağa indirmiş olsaydık ve dağa da akl-ı temyiz vermiş olsaydık onun nasıl tirtir titrediğini ve parça parça olduğunu görürdünüz” buyuruyor.
Bu hususu Hz. Mevlânâ nasıl örnekliyor bakınız: “Köylünün birisi ahıra öküzünü bağladı. Sonra bir arslan geldi gece karanlığında, öküzü yedi ve yerine kendisi oturdu.
Köylü gece yarısı ahıra geldi, aslanı kendi öküzü zannetti ve sırtını, karnını, önünü ardını okşayarak kaşımaya başladı.
Aslan da içinden diyor ki, şimdi bir aydınlık olsa, bunun ödü patlar gönlüne kan dolar ama, karanlık olduğu için beni farkedemedi diyor.
Yani insanların bir çoğu, Allahu Teâlâ’nın azamet ve şanına vakıf olmadıklarından takliden öyle ulu orta lisan düzeyinde ism-i celilini söyleyip dururlar demek istiyor.
Kur’an okurken, dinlerken, Allah anılırken kasvet-i kalb, yani kalbde katılık ve merhametsizlik var mı yok mu, buna işaret edilmek isteniyor.
Kur’an’ın mü’mini, İslâm’ın müslümanı ne demek? Sen mirasyedi şeklinde bu isme sahib oldun. Babandan anandan işittiğinle kaldın! Onun derinliklerine dalamadın! Kadr ü şerefini bilip layıkı ile agâh olamadın da zevkini alamadın!
Eğer sen, hükümleri eskimeyeceği tahakkuk eden, “daima okunacak” diye “Kur’an” ismini alan o büyük kitabın, hakikat ve sinesindeki sırlarına, taklid ile değil de gerçekten vâkıf olsaydın, onun kemal-i letafetinden hatif gibi olurdun. Kesafetini onun nurlarında mahveylerdin. “Fena ender fena” mertebelerini, “beka ender beka” mertebelerini bulurdun. İsmin, sıfatın kalkar, nişansız olurdun ama müessiriyetin tevhid içinde devam ederdi. Yani derya-sıfat olurdun. Hakkın sıfatlan ile sıfatlanır da zalimi kahredecek, mazluma merhametinle hayat sahası sağlayacak muazzam bir güce sabip olurdun!
Her neyse, bunlar olgunlaşmada son mertebelerdir. Bizim işimiz değil amma Mevlânâ sohbeti buralara uğrattı. Bizler daha işin çapasından ürkme durumundayız.
Evet, insan iki defa doğmadıkça semavattan içeriye giremez buyrulmuştur. O kapı ona açılmaz denilmiştir.
Semavattan içeri girmek demek, marifetullah zevkini tadıp, Rabbani ilhamlar sahibi olmak demektir. Mesnevî terbiyesi insana bu zevki tattırmayı amaçlar. İyi bilmeli ki gönlün gıdası akl-ı küldür yani “AŞK”dır, maneviyattır. Ve bu da Hakk’ın nedimi olan gönüllerden alınır.
Böyle gönül sahipleri, Rasûlü Kibriya Efendimizin kokusunu koklamış büyük zatlardır.
Bunlar, Peygamber Efendimizin varisi olan evliyaullah’dır. Bunların zevki marifetullahdır. İnsan için en büyük zevk marifetullah zevkidir.
İnsan marifetullah zevkini tatmaya başladıktan sonra ona doyması mümkün değildir.
Buna işareten Hz. Mevlânâ diyor ki: “Balıktan başka herkes suya kandı. Nasibsiz olan her kim olursa olsun, onun günü uzadı ve uzun sürdü.”
Balık sudan uzaklaşırsa dayanamaz. Hak dostu da ilâhî marifet denizinden uzak kalmaya dayanamaz. Ruhani hallerden bir an ayrı kalamaz.
Bu zevkten mahrum kalan zavallı nasibsizler, geçici zevklerle kayıtlı olduklarından, bütün ömürleri emel ve elem arasında hasıl olan gam ve kederden dolayı günleri uzun sürer. Hasta yatağında inleyen hastaların gecesi bitmek bilmez.
Şeb-i yeldayı muvakkit ve müneccim ne bilir
Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat
Maneviyat zevki içerisinde iken… Hayat hiçbir zaman öyle bir karar üzre gitmez. Hep emeller sonunda eleme inkılap eder. Serhoş yatanlar sonunda baş ağrısı ile kalkarlar. Bu nedenle amaçlan gerçek amaç olmayanlar, eninde sonunda hayal kırıklığının mahkûmu olurlar. Neticede hem bedenen ve hem de ruhen sarsılırlar.
Ancak marifetullah zevkini tadanlar, feleğin bu meşrebinden haberdar oldukları için hadiselerin etkisini olağan görürler. Zira balığın dalgadan pervası olmaz. Dünya hayatı birtakım dalgalar manzumesidir. Bugünkü ilim de aynı şeyi söylüyor. İşitme ses dalgaları ile, görme ışık dalgalan ile, teknoloji, klimatoloji hepsi bir takım dalgalarla alâkalıdır. Dalganın da haddizatında vücudu yoktur veya izafidir. Nitekim denizin dalgası, rengi ile yüksekliği ile köpüğü ile bir vücud gibi görünür, ama sahile çarpınca o vücud zail olur, geriye deniz kalır.
Demek ki denize nazaran dalganın vücudu sahtedir. İşte aynen bunun gibi bizdeki benlik de sahtedir. Var gibi görünür fakat yoktur. Vücud-ı mutlak Hakka aittir.
Onun için hayatta Hakka teslim olmayı ar edinenler ve kendi kulaçlanmla sahil-i selâmete çıkarım diyenler, çözülmez düğümler içinde kalırlar ve bunların günleri uzun sürer. Teslimiyet eğitimi görmeyenler ham kalırlar ki bunları daima zor günler bekler. Mesnevi insana Hakka teslimiyeti öğretir. Hamlıktan kurtarır.
“AŞK” kelimesi, eski Türkçe yazıda, ayın-şın-kaf harfleri ile yazılır. Bundan faydalanarak derler ki; ayn ağzından girmeyen, şın testeresi ile enaniyetini kesmeyen, kaf teknesinde kaynamayan pişmemiş kalır ve aşkın sırlarını anlayamaz.
Pute-yi Muhammedi’de benliğini eritecek ve öz madenini meydana çıkaracak. Eğitici buna yardım edecek. Zaten insanda öz madeni vardır, eğitici bunu meydana çıkarır.
Kuyucu kuyuya su koymaz, var olan suyun üzerindeki toprak kesafetini ortadan kaldırır. Su meydana çıkar.
Dünya hayatının her döneminde revaçda olan fani şeyler vardır. İnsanların çoğu bunlara gönül bağlarlar. Mesnevî’de der ki; gönül ilâhî saraydır. Fani ve hevese bağlı şeylerle doldurulursa sahibi gelib oturmaz.
Dinde muazzam bir düstur vardır: “Gönül nereye bağlı ise ibadet ve taat da oraya mahsub edilir.” Birçok ibadet ehli burdan kaybeder. İbadet için manî eğitim şarttır.
Manevî eğitim görmemiş veya görmüş de tam manâsıyla sindirememiş kimselerin kalbini, gönül âlemini birçok şey mühürler: kasalar, masalar, rütbeler, kadınlar, evlatlar, debdebeler, tantanalar…
Bu âlemde herkes bir yerinden yakalanarak avlanmıştır, esarete düşmüştür. Onun için bizim gerçek medeniyetimizde, evlerde ve kültür merkezlerinde levhalarla ikaz edilirmiş: “Dünya hayatı acâib dâmedir (yani tuzaktır) / Kurtulanlar elbette merdanedir.”
Dikkat edersek hayatta herkes bir avın peşinde! Ama o av evvela avcıyı avlar, sonra kendi belki avlanır. Yani bir gün tavşan eti yemek için kırk gün taban eti sarfetmek ne demek? Tavşan onu kırk gün yürümeye mahkum etmiş demek! Demek ki ikisi de avlanıyor.
Gördün mü hiç bu dâmgehde âzad
Bir damın esiridir sayd ü sayyad
(Dünya denilen bu tuzaklar diyarında sen hiç özgür insan gördün mü? Avlayan da avlanan da hepsi bir tuzağın esiridir).
Tecavüz eden hırsının ve kininin esiri; tecavüz gören vahşetin mazlumu!
Halbuki insan acaba bunun için mi gelmiştir buraya!? Yaratılışındaki gayeyi anlamış olanlar, Hak ile vuslat maksadı ile, muhabbet vesilesi toplarlar. Kalbi kırıkların gönlünü yaparlar, boynu büküklerin elinden tutarlar, varsa yedirirler, çıplağı giydirirler ve bunlar için varlık sahibi olmaya çalışırlar. Bu bir değirmendir, Hak’dan alır üğütür, halka verir: Ama alırken hırsı tahrik oluverdi mi, artık alır fakat vermeyi unutur. Değirmenin çarkı tutuldu demektir. Dâne-çin olmak idi maksadının gurbetten Dâne-i hâlini gördük, tutulduk kaldık. (Esas vatanımız âyan-ı sabite denilen ilm-i ilâhidir. Oradan dünya denilen bu gurbet âlemine gelmemizin sebebi, Allah’ın kudretiyle hasıl olan güzelliklere bakıp da marifetullah zevkine nail olmak idi. Fakat yaratıklardan bir siyah benli gördük takıldık kaldık!)
İşte herkes bir yere takılmıştır. Takıntılardan kurtulmanın çaresi “AŞK”a iltica etmektir. Çünkü AŞK, bulunduğu yerde kendinden başka ne varsa hepsini yakar kaldırır. Benlik de gider ve takıntılar da biter.
Mesnevi terbiyesinin mahsulü İnsân-ı kâmildir. İnsan-ı kâmilin kim olduğunu Hz. Mevlânâ Mesnevîsi’nde “ney” misali ile anlatır.
Ney, insan-ı kâmili temsil eder. İnsan-ı kâmil, vatan-ı aslisi olan ervah âlemine hasrettir. Figân edişi, inleyişi bundandır. Arif-i ilahinin sözleri, ney gibi ruhu dinlendirir.
İnsan-ı kâmil, yaratılışındaki gayeyi bilen, haksız hiçbir zerre bulunmadığını idrak eden, heva ve hevesden kesilmiş ve benliğini izale etmiş bulunan hazreti insandır.
İnsan-ı kâmilin, hakiki sahibi olan Rabbine kavuşması için devreler geçirmesi lâzım. Hz. Mevlânâ bu devreleri “ney” üzerinden anlatıyor.
“Ney” kamıştan imal edildiği için, kamışın evvela kamışlıktaki heva ve hevesatının rüzgârından kesilmesi gerek. Sonra tepesindeki kudret ve salahiyeti remzeden tuğ ile endamını süsleyen yapraklar dökülür ve kamış yeşilken sararmaya başlar. San renk, aşkın rengidir. O tuğ ve müştemilatı hep benlik alâmetleridir. Daha sonra içindeki perdeler ki bunlar insanın gönlündeki takıntılardır, bunlar ortadan kaldırılır. Nihayet Allah derdi ile yanarak delik deşik olur. Kamış hüviyyetinden çıkar, neyzenin nefesine âlet olma hüviyyetini kazanır. O takdirde ney, neyzenin üflemesi ile meramını beyan etmeye başlar.
İşte insan-ı kâmil de nefsani arzu ve heveslerinden kurtularak, içindeki acaba perdeleri kalktıktan sonra tam bir iman ile semavi hüviyet kazanınca artık konuşmaları, beyanları, kanaatları kendisine ait değildir, Hakk’a aittir.
Nitekim Cenab-ı Hakk Rasûlü Ekrem Efendimiz için “vemâ yentiku anil hevâ” (O kendi hevasından konuşmaz) buyurmuştur. İnsan-ı kâmil de varis-i Nebidir. Nebi’nin mirasından bir hassaya sabip olarak, konuşma ve davranışları alelade beşerinkinden farklı olmak üzere, beşeriden ziyade Hakkî olmaya başlar.
Bu kemal mertebesine gelen o kişi, sözünü dinleyebilecek, mânâsını anlayabilecek, derdini takdir edebilecek âşık arar.
Bununla da kalmaz, avama, havassa, iyi halliye ve kötü halliye de anlatır.
Bu arada kötü hallinin kötülüklerini habersizce çalar ve ondan uzaklaştırır, işte yukarıda Hz. Mevlânâ’nın, “ehl-i hal ile otur ve kalk ve onların sohbetlerini takib et” diye tavsiye etmesinin sebebi budur.
Kaldı ki haller böyle sohbetlere daha çok sokulurlar. Bunların ruhlarının derinliklerinde bulunan iman nüvesi ile “belki Cenab-ı Hak bizi de affeder” diyerek, hemen yaklaşırlar ve sükunetle dinlemeye başlarlar. Hatta bunların, kötü hallerini kendileri bildikleri için, boyunları bükük olur ve nedamet duygularından dolayı ufak bir irşad ile önemli yol alırlar.
Buna mukabil iyi halliler arasında öyleleri de vardır ki, hallerine mağrur olurlar da yuvarlanıverirler.
Hz. Mevlânâ diyor ki: “Ney gibi, iyilere de kötülere de birçok nağmeler yaptık. Aralarından bazısı sözlerimizi aldı ama, “acabalı” kaldı.
Halbuki maarif-i ilahide “acaba”nın yeri yoktur. Kaldı ki benim sırrım benim sözümden uzak değildir.
“Nazar-ı hakikatta meşhud olan yalnız Hak’dır.” Böyle olduğunu göremeyenler, bu mânâdan gafildirler.
Filhakika mecazi nazarla bakıldığı zaman, sen de varsın, ben de varım, eşya da var. Bir gün gelir sen aslına, ben de aslıma, her şey aslına dönecektir. O halde hakikatte var olan yalnızca Hak’dır.
Her şey O’nunla kaim ve O’nun aşkıyle daimdir.
Bunu gerçekten idrak edene kalb sahibi denir.
Kısaca Hz. Pir buyuruyor ki, “Madem ki senin, benim ve her şeyin varlığı izafidir ve her şey O’nunla kaimdir, o halde Hak’da fani olan kimsenin söylediği söz Hakk’a aittir. Konuşmanın sırrı budur.”
Ama denebilir ki, herkesin konuştuğu da mı Hakka ait? Hayır, her kamış “ney” değildir.
Hz. Mevlânâ kendi durumunu, Hakda fani olduğunu, Arapça bir kelimeyi örnek vererek izah ediyor. Bu kelime (mâ) kelimesidir. Arapçada (mâ) kelimesi, kendisinden sonra gelen ismin veya fiilin, bunların gösterdikleri nesnenin veya işin, bazan varlığım, bazan da yokluğunu gösterir. Yani hem nefye, hem de isbata delâlet eder.
İşte kelimenin bu özelliğinden faydalanarak diyor ki: “mâ kelimesi hem varlığı ve hem yokluğu gösterir. Fakat ben “mâ”nın yokluğu gösteren kısmındanım. Yani aslında bir kuruntudan ibaret olan vücudumu Hak’da yok etmiş ve kendimi enaniyetten mücerret ve münezzeh kılmışımdır. Kendimi böyle kuruntulardan berilemişimdir” buyuruyor.
Şeyh Galib diyor ya: “Sen yoksun o benlikler hep vehmi gümanındır”, o benlikler hep kuruntudan ibarettir. “Birden bire bul aşkı, o tuhfe (cevher) bulanındır. Devran olalı meydan erbab-ı safanındır…” diye devam ediyor.
Haddizatında kâinattaki her zerre görünüşü itibariyle vardır, fakat Hakk’ın vücuduna nisbetle yoktur.
Bu konu tasavvufta temel fikir halindedir. Mesnevî de terbiye ettiği kişiyi böyle bir telakki düzeyine kadar getirir.
İnsanlar bu terbiyeyi almış olsalar ne havasda dâva, ne avamda şekva kalır.
Kendi vücudunun mevhum olduğunu anlayıp da Hakk’a teslim olanlarda artık onda işleyen Hakdır. Neydeki figanın, sedanın neyzene ait olduğu gibi, böyle zatların fikirleri de fiilleri de artık Hakkanidir.
Ancak kamış ney haline tekamül ettikten sonra veya insan insan-ı kâmil rütbesine terfi ettikten sonra iş bitmiyor tabii.
Ney’in iniltisini Hz. Mevlânâ tercüme ediyor: “Ney, kanlı yolun haberlerini verir. Mecnunun çilesini ve aşk hikayelerini anlatır!”
Yani kesafetini letafete, zulmetini nura çevirmiş olan arif insanlar, aşk yolunu anlatmaya başlarlar. Hakkın lütuf ve kahır tecellilerine çarpmış binlerce enbiya ve evliyanın hallerinden bahsederler. Bu haller aşk sahrasından bihaber olanları ürkütür fakat aşık daima zevk halindedir.
Akl-ı maaş erbabı aşk’dan anlamaz ve bu yoldaki tecellilerden ürker.
Akl-ı maaş hikmet âleminde, yani şu yaşadığımız âlemde işe yarar. İnsanın bir yüzü de Kudret âlemine nazırdır. Hani iki cepheli evi kıymetli tutarlar ya! İşte insanın insanlığı da buradan gelir. İki cephelidir. Bir cephesi hikmet âlemine, diğer cephesi de Kudret âlemine bakar. Bu bakımdandır ki ona eşref-i mahlûkat denilmiştir.
Alem-i Kudrette akl-ı maaş yaya kalır. Alem-i kudrette AŞK lâzımdır. Bu da, baştan beri anlatmaya çalışıyorum, fâniyi baki ile değiştirenlerin işidir.
Özet halinde ifade etmek lâzım gelirse, insan dünyaya niçin gelmiştir? Bilmek, bulmak ve olmak için gelmiştir.
Akıl Allah’ı bildirir, AŞK Allah’ı buldurur. Akıl bulduramaz.
Bilme mertebesinde olanlar bulanın halinden anlamazlar.
Hz. Mevlânâ diyor ki: “Sesden, sözden kulak anlar, ayak anlamaz! Aşıktan da arif anlar, başkası anlamaz.”
Bunu bir misale bağladıktan sonra mesajımızı verelim ve konuşmayı keselim.
Mesnevî anlatıyor… Cuhut Padişahı varmış, çok zalim… Vatandaşlarını puta secde etmeye zorlarmış. Bir de ateş yakmış, secde etmeyeni ateşe atarmış.
Kucağında çocuğu ile kadını getiriyor ve puta secde etmesini emrediyor. Kadın tereddüt edince, kucağından çocuğu alıp ateşe atıyor! Kadın dehşet içinde, hem çocuğu için çırpınıyor, hem de başka yolu yok gibi düşünerek secde etmeyi aklından geçiriyor.
Annesinin aklından geçeni sezen çocuk, onun puta secde etmesine kat’iyyen razı olmuyor ve onu ateşe, ateşin içine davet ediyor:
-Oh!.. Anneciğim gel, ateşin içine gel, gel de devleti gör. Bu fırsat bir daha ele geçmez, kaçırma!
Allah’a kullukta kusur etme ve insanlıktan istifaya kalkma!
O Cuhut köpeğinin hariçteki kuvvetini gördün. Bir de içeri gel de, Allah’ın kemalini ve lûtfunu gör. Bu nâra, nurun nasıl gizlendiğini gör.
Artık fâni ile bakiyi değiş. Cihanda vefa olmadığını bil.
Marifetullah zevkinden başka bütün zevklerin bir hiç olduğunu gör!
İradeni bu tarafa doğru sarfet deyişim, İlahi Kudreti sana hakkalyakîn olarak göstermek içindir, diyor.
Ey Hakka inanıp inandığına teslim olduğunu söyleyenler!
Ey Hakdan başka gayesi kalmadığını iddia edenler!
Hepiniz bu ateşin içine geliniz! Çünkü Hakka taatten başka, bu taatten alınan zevkten maadâî bütün zevkler azab ve cefâdır.
Ey hakikat yolunun dostları! Hepiniz pervane gibi bu ateşe geliniz! Bu ateş Makam-ı İbrahim’dir, korkmayınız! Bu ne tatlı lezzettir. Fâni lezzetler, baki lezzetlerle ölçülebilir mi?
Abd-i mahı ol, sâhil-i bahr-i vücuda arif ol
Böyledir rükn-ü hakikat, enbiyanın sünneti!.
Ey hakikat dostları! Hz. Mevlânâ’mn buradaki ateş teşbihinden maksadı:
Hak ve hakikate vasıl olmak, din ve diyanete malik olmak, edeb ve fazilete talib olmak hususlarında, bu ibtilâ âleminde çok belâlarla karşılaşacak ve çarpışacaksınız. Sakın yılmayın!
Hayatta birçok zahiri mahrumiyetlere mâruz kalacaksınız. Sakın usanmayın!
Masum olduğunuz halde birçok tecavüzlere uğrayacaksınız. Sakın susmayın!
Belvâ’ya girin çıkın da sakın zulme divan durmayın! Ruhsara toz kondurmayın!
Başarıya varmak için ne lâzım? derseniz: Sabır lâzım sabır. Hak bu sıfatı kuluna verdi mi, onunla beraber olur. Yalnız, zordur hâ! Allah’ın “Essabûr” ismi, esmâ-yı hüsnânın doksan dokuzuncusudur! Kolay değil. Fakat makbul olan zora tâlib olmaktır.
*Bu Konferans 16 Aralık 1994 tarihinde Hz. Mevlâna’nın 721. Vuslat Yıldönümü münasebetiyle Prof. Dr. Saffet Solak tarafından verilmiştir.