III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ
SELÇUKLU KÜLTÜRÜNDE HZ. MEVLÂNA”NIN YERİ
Şefik Can
XIII. yüzyılda Hz.Mevlâna”nın doğduğu Belh şehri, o devrin ilim ve irfan merkeziydi. Hz.Mevlâna”nın babası da orada devrinin en tanınmış bilginiydi: “Bilginlerin Sultanı (Sultânû”l ülemâ)” diye anılıyordu ve Hz.Mevlâna o zamanlar çok küçük yaşlarda idi. Bazıları Moğolların gelişi yüzünden, bazıları da Yunan felsefesine çok bağlı olan âlim müfessir Fahri Râzi Hazretlerinin fikirlerini ve felsefi görüşlerini benimsemiş olan Harzemşah yüzünden Belh”ten göç ettiklerini söylüyorlar.
Nişabur”u, Bağdat”ı ve Medine-i Münevvere”de Peygamberimiz (SAV)”in türbesini ziyaret edip hac farizalarını yerine getirdikten sonra Kudüs, Şam ve oradan Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yoluyla bugünkü Karaman”a geldiler.
O zamanlar Selçuklu hükümdarı Sultan Alâaddin Keykubat idi. Bu değerli sultan Anadolu Selçuklu Devleti”nin çökmek üzere olduğu bir dönemde yüksek kabiliyeti, fazileti ve cesareti ile büyük varlık göstermiş, yeniden parlak bir devir açmıştı.
Tarih boyunca her zaman ilim ve fen birlikte ilerlemiş, birbirlerini tamamlamıştır. Bu yüzdendir ki Selçuklu hükümdarı Alâaddin Keykubat, Sultânû”l ülemâ gibi büyük bir ilim adamını başkent olan Konya”ya davet ederek ilmin, irfanın, kültürün genişlemesine vesile olmuştur.
Anadolu Selçukluları, XIII. asırda her bakımdan ileri gitmişlerdi. Bugün bile göz kamaştıran şaheser anıtlar, asırlardan beri pırıl pırıl parıldayan câmiler, medreseler, kültür merkezleri açmışlardı.
Fakat Hz.Mevlâna”nın Konya”ya gelişiyle sadece Selçuklu dönemine veya İslâm memleketlerine değil, bütün dünyaya aydınlık veren çok büyük kültür şaheserleri meydana gelmiştir. Eğer Hz.Mevlâna”nın Mesnevi”si ve diğer eserleri yazılmamış olsaydı, o dönemin mimari ihtişamına rağmen bugün Selçuklu kültürü çok zayıf, çok sönük kalırdı.
Bizler, tarihi olarak o günlerden günümüze intikâl eden Selçuklu kültürünü gözden geçirdiğimiz zaman, Mevlâna”nın şaheseri olan Mesnevi”nin bugün dahi tazeliğinden, canlılığından hiçbir şey kaybetmediğini görürüz. Halen dünyada tüm zamanların ölmez şaheserleri arasında yer alan Mesnevi, Selçuklu döneminin bir kültür güneşidir.
Dünyanın bir çok ülkelerinden, Anadolu”nun çeşitli yerlerindeki Selçuklu eserlerini merak edip onları görmek ve tanımak amacıyla ziyarete gelenlerle, Hz.Mevlâna”nın türbesini ziyaret edenleri ve onun manevî mirası olan eserlerinden faydalananları karşılaştıracak olursak görürüz ki hiçbir Selçuklu eseri, Hz.Mevlâna ve O”nun Mesnevi”si kadar bu dünyada derin bir iz bırakmamıştır.
Çünkü O”nun eserleri sınırsız bir insan sevgisini ve bu sevgiyle insanı hoş görmeyi, daima kusurları yapılan iyiliklerle örterek insanı sevmenin adeta Hakk”ı sevmek kadar kutsal olduğunu ortaya koymaktadır.
Eski Yunan ve Latin eserlerinde gördüğümüz insan sevgisi Mevlâna”nın eserlerinde görülen insan sevgisi yanında çok zayıf kalır.
Sultan Veled Hazretleri, Babası Hz.Mevlâna için,
Mevlâna”dır evliya kutbu bilinün
Tâ kim ne buyursa ânı kılınun
Tanrı”dan rahmettir anın sözleri
Körler okusa açıla gözleri
diye buyurmuştur. Mânası;
Şunu iyi bilin ki; Mevlâna velilerin kutbudur O, ne söylerse onu yapın, Çünkü O”nun sözleri Allah”tan bir rahmettir, Körler bile okusa gözleri açılır.
Buradaki bahsedilen körlük; baş gözü değil, gönül gözüdür. Gönül gözü kör olanlar bile O”nun eserlerini okuduğu zaman, gözleri açılır, diye buyurmuştur.
Molla Câmi Hazretleri de Mevlâna hakkında;
An Feridûn u cihan-ı mânevi
Pest büved burhan-ı zâteş Mesnevi
Men çi gûyem vasf-ı an âli cenab
Nist peygamber velî dâret kitab
diye buyurmuştur. Yani Molla Câmi Hazretleri, mâna cihanının en büyük hükümdarı olan Mevlâna için: “Ben ne söyleyeyim, O”nun Mesnevi”si, O”nun ne kadar büyük bir varlık olduğunu göstermektedir. Peygamber değildir; ama kitabı vardır.” diyerek Mesnevi”nin manevî büyüklüğünü anlatmaya çalışmıştır.
Selçuklu döneminden kalma kültür mirasımız, canlılığını ne kadar muhafaza etti ve daha ne kadar bu miras devam edip insanları büyüleyecek bilemeyiz; ama Hz.Mevlâna, Selçuklunun en büyük kültür mirası Mesnevi”si için, Mesnevi cilt VI – 2248 no”lu beytiyle başlayan Mesnevi”de şöyle buyurmaktadır:
- Ormanlardaki ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep olsa, yine Mesnevi”ye son yoktur.
- Dünya var oldukça, insanlar yaşadıkça, Mesnevi”nin şiiri de yaşar durur, okunur, zevk alınır.
- Dünyada toprak kalmazsa, balçık da kuruyup tozsa, Mesnevi”nin hakikat denizi coşar, köpürür. Köpüklerinden kıyılarında yeni topraklar meydana gelir.
- Ormanlar da kalmasa, ağaçlar baş kaldırsa, bu defa da denizin içinde ağaçlar çıkar, ormanlar meydana gelir.
“Dünya durdukça yaşayacak, okunacak olan Mesnevi”yi Hz.Mevlâna neden Türkçe söylemedi de Farsça söyledi!” diye itiraz edenler olduğu gibi, Mevlâna”yı İranlı zannedenler de vardır. Böyle düşünenler, dillerin geçirdiği safhalardan haberi olmayanlardır. Çünkü diller de insanlar gibi doğar, büyür, gelişip kemâle erer.
Eğer Mevlâna, Mesnevi”sini Türkçe söyleseydi, XIII. yüzyıldaki şairler gibi şiirleri çok sönük olur, kendisi de eserleriyle dünyaya ışık tutan Mevlâna olamazdı. Asırlardan beri çeşitli dünya dillerine tercüme edilen Mesnevi”si de tüm zamanların ölmez şaheserleri arasına giremezdi.
Hz.Mevlâna”nın Anadolu”ya teşrif buyurduğu XIII. asırda, Anadolu Türkçe”si çok zayıftı. O devirlerde yaşayan şairlerin şiirlerini okuduğumuz zaman, bunu çok açık bir şekilde görebiliriz. Mesela; XIV., XV. asırda yetişen şairlerle, XVI. asırda gelen Fuzûli, XVII. asırda gelen Yahya Efendi, 18″inci asırda gelen Nedim”in şiirlerine baktığımızda dillerin zenginleşmiş, güzelleşmiş olduğunu görürüz.
XIII. asır Türkçe”sine göre Farsça çok zengin bir dildi. Sadece Hz.Mevlâna değil, o devrin bütün âlimleri ilmi eserleri Arapça, tasavvufi eserleri de Farsça yazıyorlardı. Nitekim, XIV. asırda gelen Âşık Paşa Garibnâme adlı eserinde:
Türk diline kimseler bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi,
Türk dahi bilmezdi bu yolları,
Bu ulu menzilleri…
diyordu. Avrupa”da da âlimler kendi öz dilleri ile değil, Latince yazıyorlardı. Ancak XIII. yüzyıldan sonra ilk defa Dante İtalyanca bir eser yazdı. O dönemin en tanınmış yazarları eserlerini Latince yazmışlardır. Bu hususun daha iyi anlaşılması için, çok açık bir örnek olarak XIII. asrın zayıf Türkçe”siyle edebi bir dil olan Farsça arasındaki farkı Sultan Veled Hazretlerinin şiirlerinde görmek mümkündür.
Sultan Veled”in Türkçe şiirlerini okuduğumuzda çok cılız, zayıf, zevksiz bir ifade görürüz. Halbuki Farsça yazdığı şiirleri okuduğumuz zaman, Hz.Mevlâna”nın Divan-ı Kebîr”inde bulunan manevî zevki hissederiz.
Sultan Veled”in Farsça şiirleri derin manâlı, ahenkli, çok güzel şiirlerdir. O kadar güzel ki İngiliz müsteşriklerden Nicholson, “Şems-i Tebrizi Divanı”ndan Seçmeler” adıyla bir kitap hazırlayarak İngilizce tercümeleriyle birlikte yayınlamıştır. Bu kitaba Sultan Veled”in Farsça bir şiirini de Mevlâna”nın sanarak almıştır. Çünkü Sultan Veled”in Farsça şiirleri, Türkçe şiirleriyle kıyaslanmayacak güzellikte olup, babası Hz.Mevlâna”nın şiirleri gibi çok derin manâlı, çok güzel, mistik tasavvufi şiirlerdir.
Eğer Tebriz”de yaşayan şair Sâib, Türk olduğu için şiirlerini Türkçe yazıp Farsça yazmasaydı, bugün Sâib”i kimse tanımaz, şiirleri de günümüze kadar gelemezdi.
Yakın tarihte, en büyük örnek ise Tagor olmuştur. Hint şairlerinden Tagor, şiirlerini eğer kendi Bengâl diliyle yazıp neşretseydi, İngilizce dilini kullanmasaydı, bugün Tagor”u kimse tanımaz, şiirleri de dünyada bilinmezdi.
Akıllara şu soru gelebilir:“Yunus Emre şiirlerini Türkçe söyledi. Yunus”un şiirleri de Hz.Mevlâna”nın şiirleri gibi ölmeyerek günümüze kadar geldi.”
Yunus Emre, Anadolu Türkçe”siyle, Oğuz lehçesiyle yazmıştır. Yunus Emre”nin dili çok temiz ve güzel bir Türkçe; ama zengin değil. Yunus bir dere, bir ırmak gibi çağlayarak akıp gelmiştir günümüze. Hz.Mevlâna ise, bir umman, bir deniz gibi coşmuştur. Mevlâna”nın çok genç yaşlarda babasının arkasında yürüdüğünü görenler, “Bir ırmağın arkasında koca bir deniz yürüyor.” demişlerdir. Coşkun bir aşk deryası, koca bir umman olan Hz.Mevlâna, küçük bir dereye sığamazdı.
Tekrar ediyorum ki diller çocuk gibidir. Asırlar geçtikçe gelişir, güzelleşir, kemâle erer.
Eğer Hz.Mevlâna, şiirlerini Türkçe söyleseydi, şiirleri Âşık Paşa”nın veya Sultan Veled”in Türkçe şiirleri gibi çok yavan, çok zevksiz olurdu ve dünyadaki edebi yerini alamazdı.
Sözlerimi bitirirken şunu da arz etmek isterim ki Hz.Mevlâna, yalnız Selçuklu devrinin en büyük kültür güneşi olmamış, bütün Türk devletlerinin kültür alanında yetiştirdikleri büyükleri geride bırakmıştır. Altı yüz sene süren Osmanlı tarihinde Türk orduları Viyanalara kadar gitmiş, Akdeniz bizim gölümüz olmuş. O muhteşem Kanûni Sultan Süleyman devrinde şairlerin sultanı Bâki ün salmış, daha sonraki devirlerde Nef”i, Nedim, Şeyh Galip gibi büyükler yetişmiş, ayrıca Keşf”üz Zünûn sahibi Kâtip Çelebi Avrupa”da “Hacı Kalfa” diye tanınmış, bibliyografyaya ait eseri Latince”ye tercüme edilmiş, fakat bunların hiçbirisi Hz.Mevlâna kadar gönüllerde yer alamamıştır. Yanlış anlaşılmasın; binlerce müellif, binlerce şair, binlerce âlim yetiştiren Osmanlı Kültürünü inkâr etmiyorum. Kâtip Çelebiler, Evliyâ Çelebiler, tarihçi Naimâlar daima hürmetle yâd edilecektir. Fakat bunların hiçbiri Hz.Mevlâna gibi cihan şümûl olamamıştır.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul”u zaptettiği zaman, Akşemseddin Hazretleri”nin rüyasıyla Ebâ Eyyübü”l Ensâri Hazretleri”nin kabri keşfedildi. Asırlarca evvel İstanbul”u zaptetmeye gelen ordularla beraber İstanbul”a gelerek şehit düşen Ebâ Eyyübü”l Ensâri hakkında Akşemseddin Hazretleri şu beyti söylemişti:
Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i bâri
Resûl-i Ekrem”in yâri Ebâ Eyyüb”ül Ensâri
“Ebâ Eyyübü”l Ensâri Hazretleri”nin burada medfûn olması, İstanbul için Allah (C.C.)”nün ne büyük nimetidir. Bu lütuf, İstanbul halkına yetişmez mi?” demiştir. Bendeniz de bu beyitten ilham alarak Konya halkı için şunu söyleyeceğim:
Yetişmez mi bu Konya halkına, bu nimet-i bâri,
Bahâeddin Veled oğlu Celâlü”d-dîni”-r-Rûmi…