Mevlânâ Devrinin Yöneticileriyle İlişkilerine Dair Bazı Mülahazalar
Osman Nuri Küçük
Hz. Mevlânâ”nın yaşadığı dönemin bariz vasfı, dünya tarihinin akışını değiştiren Moğol istilalarıdır. Mevlânâ”nın asıl vatanı olan Belh”i de istila eden Moğollar hakkında dönemin tarihçileri şunu aktarmaktadır: “Bütün halk, ya buraya da gelirlerse diye korku içinde bekleşmekte…”
Bu asır Anadolu Selçuklularının en karışık ve zayıf dönemiydi. I. Alaaddin Keykubad”ın 17 senelik dönemi hariç tutulacak olursa Anadolu Selçuklu Devleti, Mevlânâ”nın yaşadığı asırda Moğollara bağlı bir haraçgüzar ve beylik hâline gelmiş, devleti temsil eden sultanlar bazen Moğollar tarafından görevden alınmış, bazen öldürülmüş, kimi zaman da Moğollardan aldıkları yarlığ (ferman)lar ile hüküm sürmüşlerdir. Kimi zaman Selçuklu başkentinde istediğini elde edemeyenler, Moğol Hanına müracaatla istediklerini elde ediyorlardı. Halk, yönetimdeki istikrarsızlıktan, devletin ve Moğol kumandanlarının topladığı vergilerden usanmıştı. Kısaca Hz. Mevlânâ”nın yaşadığı 13. asırda Anadolu Selçuklu Devleti, yıkılmasıyla sonuçlanan bir sürece girmişti; bu zeval ve bozgun döneminin tesirleri toplumun her katmanında hissediliyordu.
Hz. Mevlânâ, yöneticilerle ilişkilerinde Selçuklu yöneticileri arasındaki dönemin şartları gereği, çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş; siyasîler ile tasavvuf ehli olan dervişler arasındaki misyonlarından kaynaklanan ayrımı vurgulamıştır. Bu açıdan Hz. Mevlânâ”nın, bilindik gündelik siyasetten uzak ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı, kendisine özgün bir siyasetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Mevlânâ”nın döneminde Selçuklu elitlerine hitap ettiği kanaatinin aksine, dönemin yöneticileri ve ileri gelenleri tarafından Mevlânâ”nın, etrafındaki müritlerinin, halkın bayağı görülen kesimlerinden olması nedeniyle eleştirildiğini bu konudaki rivayetlerden anlıyoruz. Buna rağmen Mevlânâ”nın müridlerine karşı tavrını değiştirmeyerek onlara olan şefkatini ve rehberliğini esirgememesi, Mevlânâ”nın dönemindeki toplumsal yerini tahlil açısından önemlidir. Mevlânâ”nın yöneticilerle ilişkisinde dikkati çeken diğer bir nokta; dönemin idarecilerinin Mevlânâ”dan ziyade, diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret ettikleri; Mevlânâ”nın da yöneticilere karşı diğer şeyhlerin gösterdikleri türden sıcak iltifatlar etmediği yönündeki rivayetlerdir. Mevlânâ, yöneticilerin işleri gereği kendi irfan dünyasını anlamakta güçlük çektiklerini ifade ederek, muhataplarınca anlaşılamadığından yakınmaktadır.
Mevlânâ”nın resmî tedris ile yetişmiş olması, babasından beri yöneticilerle ilişkilerinin iyi olması, mevcut düzene karşı çoğunlukla resmî tedris görmemiş göçebe gruplar tarafından çıkarılan isyanlara, Mevlânâ”nın iyi gözle bakmamasında ve bu anlamda Selçuklu yöneticilerini desteklemesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan Mevlânâ, isyan yerine mevcut düzenin huzur içinde sürdürülmesinden yanadır. Ona göre yöneticilerin esas fonksiyonu, halkın işleriyle meşgul olup onların huzur içinde yaşamalarına rahatça ibadet etmelerine imkan sağlamalarıdır. Bu işlevi yerine getirmeleri, onların meşruiyeti için yeterlidir. Yöneticilere bu anlamda olumlu katkı sağlayan Mevlânâ, yanına gelen veya değişik vesilelerle bir araya geldiği yöneticilere de bazen açıkça bazen de çeşitli hikâyeler aracılığıyla öğüt vermekten çekinmez. Onlara yönetimde uymaları gereken ahlâkî ilke ve prensipler hakkında bilgi verir. Bu yönüyle Mevlânâ, çeşitli vesilelerle hitap ettiği yöneticilerle ilişkilerinde genel olarak onlara nasihat edici konumdadır. Bunun yanında dönemin yöneticilerinin de Mevlânâ”ya saygı duydukları ve kimi zaman Mevlânâ”nın da etrafındaki ihtiyaç sahipleri için onlardan ricalarda bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu ricalarda dahi Mevlânâ ilke ve prensiplerinden vazgeçmez ve padişahlığın geçici olduğunu, paralar üzerindeki padişah adlarının ve hutbelerde okunan hükümdar isimlerinden hangisinin baki kaldığını sorarak (Mesnevî, 1, 1103-6) sûfî düşüncedeki gerçek padişahlığı şöyle tanımlar: “Padişah, padişahlığa boş veren kişidir; böylesi kişi ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.” (Mesnevî, II, 1469)
Mevlânâ”nın Selçuklu yöneticilerine göre direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili gündeme gelen meselelerde ne realiteden uzak, duygusal ve yalın bir milliyetçiliği, ne de güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığını savunduğu görülmektedir. Bu meyanda Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün yükselişini ve gücünü tasavvufî bir yorumla izah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı zulümlerini anlatmaktan çekinmemiş, Moğolların yaptıkları bu zulümlerle uzun süre güçlerini koruyamayacaklarını belirtmiştir.
Şüphesiz ki her insan, içinde yaşadığı sosyal muhitte belirli düşünce kalıpları alarak yaşar. Ancak Mevlânâ gibi kimi şahsiyetler bunlara yeni fikrî unsurlar ilave ederek, yeni düşünce modelleri geliştirerek varılmamış fikrî ufuklara ulaşır. Mevlânâ, dönemindeki yöneticilerle ilişkileri de dahil olmak üzere, döneminin olaylarında genellikle olayın yakın vadedeki sonuçlarından ve lokal özelliklerinden ziyade, insanın evrensel anlamdaki değişmez doğasına yönelik açılımlarına atıfta bulunmaktadır. Dönemle ilgili spesifik bir olaydan yola çıkarak evrensel ilkelere açılım sağlayabilmektedir.
Hz. Mevlânâ”nın mesajını eskimez kılan ve günümüzde fikirlerinin geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan; onun devrinin gündelik siyaset ve çekişmelerine gömülü kalmayışı, insanı, tarihî hadiselerden üst bir vizyonla değerlendirebilmesidir. Bu meyanda Hz. Mevlânâ”nın mesajını ter ü taze kılan, hangi çağda ve kültürde yaşarsa yaşasın, inancı ne olursa olsun “insan” doğasının değişmez realitelerini tespit edebilen bir sûfî düşünür olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Mevlânâ”nın zihin dünyasını, döneminin karmaşık olayları ve gündelik siyasetinden ziyade, insanın olgunlaşması ve Sevgilim dediği Mutlak Hakikat olan Allah”a ulaşmanın temrinleri ve ilkeleri yönlendirmekteydi demek mübalağa sayılmaz. Hz. Mevlânâ, döneminin tarihsel olaylarını, gündelik hayatın unsurlarını, insanın “anlam arayışını” ve “varlık serüveni”ni ifade için birer vesile olarak görmüştür.
Örneğin her tarafta Moğol tehdidinin konuşulduğu bir ortamda Hz. Mevlânâ”nın, “Şu gaddar dünyayı anmayı bırak; gizli şeyleri bilen Allah”ın lütfundan bahset.” (Dîvân VII, s. 663) ifadeleri, bu bakış açısının bir sonucudur. Hz. Mevlânâ”nın yaşadığı dönemle ilgili şu rivayet, onun günümüzde olduğu gibi, yaşadığı toplumda da benzer bir hüsnü kabule mazhar olduğunu göstermektedir. Konya”daki yeşil kubbeyi de yaptıran ve Mevlânâ”ya gönülden bağlı ve dönemin devlet ricalinden olan naib Alameddin Kayser”e, sultanın hanımı sorar; Mevlânâ”nın ne kerametini gördün de ona bu derece gönülden bağlandın. Alameddin şöyle cevap verir: Dikkat ediniz her şeyhi yalnız ona gönül verenler sevdiği hâlde, Hüdavendigârımızı herkes sevmektedir. Bu, onun gönüllerdeki kerametini göstermeye yetmez mi.
Sekiz asır önce Alameddin Kayser”in, Mevlânâ ile ilgili söylediği bu sözler ve nitelemeler, ilginçtir ki günümüzde de geçerliliğini ve güncelliğini korumaktadır.