Zikir ve Sahte Şeyhler
Evliyaya eğri bakma, kevnü mekân elindedir
Mülke hüküm süren odur, iki cihan elindedir
Bugüne kadar hep hakiki mürşidleri anlatmaya çalıştık, bilebildiğimiz kadarıyla. Bugün de, sahte mürşidlerden söz edelim; haksızlık olmasın!
Ezber bozmak kolay değil, çetin işlerdendir. Bir ezberi bozarken başka bir ezbere tutulmak tehlikesi vardır. O nedenle gerçekten ezber bozmak, bütün zincirleri kırmak isteyen kimsenin çok iyi düşünmesi, perdeyi yırtıp atmak için var gücüyle işe asılması gerekmektedir.
“Bir önyargıyı yıkmak atomu parçalamaktan zordur” Albert Einstein
Tasavvufta bir hikâye varmış. Taklitçi insanların durumunu anlatıyormuş. İlk okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım. Hikâye şöyle:
Bir oduncu bir sokaktan geçerken, bir evden kendisine seslenirler:
– Oduncu, odun kaç para?
Oduncu daha kaç para olduğunu söylemeyi bitirmeden, içerden bir ses daha gelir:
– YIK!
Adamcağız, evin hanımı sesleniyor zannederek, başlar odunları yığmaya… Derken içerden aynı sesi yine duyar:
– Oduncu, odun kaç para?
– YIK!
Bu böyle bir kaç kez tekrarlanır. Adam giderayak sinirlenmeye başlar ama bir yandan da odunları yığar. Nihayet işi biter, başlar parasını beklemeye. Fakat o da ne? Yine içerden aynı ses:
– Oduncu, odun kaç para?
– YIK!
Etraftan durumu görenler, adamın omuzuna vurarak derler ki:
– O saksağan!
Oduncu odunlarını toplar, gider…
İlk okuduğumda, “taklitçi insanların durumunu anlatan hikâye” diye takdim edildiği için hiçbir şey anlamamıştım. Çünkü “taklitçi” denince ben o taklitçiyi sıradan insan veya mürid sanmıştım. Oysaki, burada bahsedilen taklitçi kişi “şeyh”. Taklitçi şeyh. İsmiyle değil, fiilleriyle mürşidleri taklit eden, şeyh postuna oturan, nam-ı diğer sahte şeyh. Bütün taklitler fiille değil midir?! Öyleyse, isme değil, eyleme dikkât!
Şimdi gelelim hikâyenin rumuzlarına.. Malûm, tasavvuf sırf rumuz, mecaz ve semboldür. Ancak bunları çözerseniz, fehmedersiniz. Yoksa, lafta kalır. “Oduncu, odun kaç para. YIK!”dan öteye gitmez.
Oduncuya seslenen: Esas taklitçi. “Mürşid taklitçisi”. Sahte şeyh veya hangi ünvan altında olursa olsun kendini BİLEN zannederek insanlara çağrıda bulunan. “Gel” diyen.
(Esasen şeriatın avama, tarikatın havasa ait olduğunu ve tarikatta davetin, “gel” demenin haram olduğunu bu vesile ile bir kez daha belirtelim. KENDİne açıldığını iddia ettiği İLME veya mensubu olduğu tarikata başkalarını davet edenler çok açık olarak benlik sahibidirler ve bunların gerçek tasavvufla ilgisi yoktur.)
Oduncu: Sırtında yükü ile kim olabilir? Benlik sahibi bilmeyen, davete icabet eden kör kişi.
Ev: Beden evimiz.
Saksağan: O beden evinde konuşan. Kâmil zannedilen. Sözde “Hz. İnsan”.
Para: Feyiz.
Sanıyorum rumuzlar çözülünce hikâye anlaşıldı bile! Kişi (oduncu), davet edeni (saksağan) “insan” sanıp gidiyor. Söyleneni yapıyor. Sonra doğal olarak parasını bekliyor; yani ilham, idrak, feyiz, açılım vs… Ne umuyorsa… Ama bir şey gelmiyor! Odun indirip kaldırmaktan, yorulmaktan başka, yani vesvese ya da vehimden başka bir şey kazanmıyor..
Saksağan ise susmayıp, çağrısını yineleyip duruyor, insan edasıyla…
Oduncu kıyamete kadar da beklese birşey elde edemeyeceğini bir türlü anlamıyor…
Ta ki durumu “gören” biri, “evin içindekini” tanıyan biri onu uyarıp da konuşanın saksağan olduğunu söyleyinceye kadar. Oduncu ancak o zaman aklını kullanıp, yoluna gidiyor..
Ama bir de oduncu, evdekini görmediği, sadece işittiği halde “Hayır efendim, o saksağan değil. Evin hanımı” diye tutturursa, yapacak hiçbir şey yok! Bildiğiniz gibi işitmek, ilmel yakîndir!
Kararmış kalbin ey gafil nasihat n’eylesin sana
Hacerden katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insan
Bu derdin çaresin bul var elinde var iken fırsat
Ne ıssı sonra ah u zâr edip hayfâ diyen insan
Niyazî-i Mısrî
(Issı: Fayda Hayfâ: Yazık, eyvah!)
Demek ki Allah’ın velileri gibi saksağanları da örtülüdür. Saksağanları da tanımak zor iştir. Bir gören, bilen tanıtmazsa, yandı gülüm keten helva…
****
Daima “ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz”… İşe bakılır. İnsanların isimleri, unvanları değil, ne yaptıkları ve ne yaptırdıkları önemlidir. Kendilerine “guru”, “yaşam koçu”, “rehber” vs. isim vermeleri veya “isimden münezzehim” tavırları önemli değildir. Önce şeyhliği bir tanıyalım ve tanımlayalım ki sonra sahtesini ayırt edelim. Sahte şeyhleri tanırken onların isimlerine, unvanlarına ya da sakallarına değil, neyle meşgul olduklarına bakalım. Bilelim ki ehli tasavvuf iddia sahibi olmaz. Dava sahibi insan baş olma sevdasından (nefs-i emmare özelliği) kurtulamamıştır ki bu, bir benlik göstergesi olarak sahte şeyhleri kolayca tanımamızı sağlar.
Bir hazinedir tasavvuf mâlik olmaz her hasis
Bulmağa anı nehr içinde bahr-i bîpâyân gerek
Mârifet dâvasın eden müddei bilmez mi kim
Dildeki dâvaya elde hüccet ü bürhan gerek
Ârif oldur halkı başına üşürmek istemez
Gönlü cümle halk içinde hâk ile yeksân gerek
Kibr u ucbun illetinden kurtulup sağ olmağa
Bil tabîbin mânide şeyhin senin Lokman gerek
Niyazî-i Mısrî
(Bîpâyân: Sonsuz, sınırsız; Müddei: Davacı, iddia sahibi; Bürhan: Senet, ispat)
İnsanlara zikir yaptırmak, ders vermek vs. bir şeyh pratiğidir. “Şeyh” zikir verir; imam, hoca, vaiz vs.zikir vermez. Şimdi, desem ki “ben aşçı değilim, aşçılığa da karşıyım, zaten bu devirde iyi aşçı da yok”; ama ardından önünüze yemek yapıp getirsem, “aşçı değilim” dememin ne anlamı kalır? “Aşçı değilim” diyen doğru söylemektedir; aşçı değildir ve maalesef ki yaptığı “iş”, aşçı olmadığı halde “aşçılık”tır.
İmamın işi insanlara namaz kıldırmaktır. Müezzin de ezan okur. Birisi, müezzin olmadığı halde ezan okusa, yaptığı “iş” yine müezzinlik olur. İşin ehli olmadığı için en fazla ezanı kötü okur. Bundan dolayı da kimse ölmez! Zikir vermek ise mürşidin işidir. Doktor, imam, aşçı veya müezzinin değil! Ve şeyh olmayanın verdiği zikir insanı öldürebilir. Herkes az çok, iyi kötü yemek yapmayı, ezan okumayı becerebilir. Ama kimse kimseyi az çok, iyi kötü irşad edemez! Bunun şakası yoktur!
İrşad, kafadaki bilgiyle değil, kalpteki nurla yapılır. OLmakladır. Bilmekle değil. Aradaki fark, güneş ile güneşin fotoğrafı gibidir. Mağarada güneşin fotoğrafını gören kişi de güneşi tanır, bilir; ama bir ışık almaz. Işık almak için fotoğrafı bırakıp güneşe çıkmak, yüzünü güneşe, “asla”, müsemmaya dönmek lazımdır. “Sofiya esma’da kalma gel, müsemma dersin al / Bil müsemmadır heman talim-i esma’dan garaz” (Abdül Ahadin Nuri Hz.) Güneşin fotoğrafıyla insan bronzlaşmaz veya ona D vitamini gelmez. Her vesile ile bendenizin “OLmak” veya “OLmakla” dediği, işte, böyle, vitamin almak ya da bronzlaşmak gibi birşeydir. “Allah boyasıyla boyanmak” OLmaktır. Bilgiyle irşad ancak güneşin resminin irşadıdır. Resim ise hiçbir şey yetiştiremez. İllâ ışık, illâ nur lazımdır ki, o nur, kâmilin kalbindedir. O nur kâmilin kendisidir. Müsemma kâmil insandır. Bu yüzden canlı kitaba gidilir; kütüphaneye değil!
Kuru dâva mı sandın sen bu ilmi
Bu yola böyle mi gittiler eşrâf
Dahi kâmilliğin bu mu nişanı
Sana derviş ola bu etraf u eknâf
Değil vallahi mürşidlik bu resme
Kemâl ehline yakışmaz bu evsâf
—
Hurufa bakma andan içeru bak
Nefestir cân, değildir nun ile kâf
Nefes bahrinde lâl olmuş Nîyazî
Sadâ vü harf içinde ola kuru lâf
(Eşraf: İleri gelen, en şerefli kişiler; Etraf u eknâf: Herkes; Huruf: Harfler; Lâl: Dilsiz)
“Ey gonca açıl, mevsim geçiyor!”
Gerçek mürşid, sadece maneviyat bilgisine değil, bir manevî ilhama sahip, batın ehli kişi olduğundan, verdiği zikirleri yine manevi yolla, batınen kontrol eder. “Diliyle eylemez dâva-yı merdî / Gönülde himmetidir nun ile kaf” Çünkü O’nun işi budur. “Güneşin işi ışık saçmaktır.” İnsanlara zikir verip, sonra da onları kendi kaderlerine terk etmez! O zaman şeyhliği nerde kalır? İnsanlara zikir veren onları gemisine alan kaptandır. “Her veliyi Nuh ve kaptan bil. Bu halkın sohbetini de tufan say!” (Hz. Mevlâna) Gemiye binenlerden kaptan mesuldür. Asil kaptan, gemi batsa bile, onu en son terk edecek bir aşık-ı sâdıktır.
Bulan cemiyet-i Kübrâ olur sâf
Vücudu olur anın ha ile kaf
Diliyle eylemez dâva-yı merdî
Gönülde himmetidir nun ile kaf
Fenâ meydanının merdi olan er
Niyazî gibi etmez ol kuru lâf..
Kim ki insanlara zikir veriyor, unvanı ne olursa olsun veya unvansız olsun, yaptığı “iş” şeyhliktir. Bunun lamı cimi yoktur! Verene de mesuliyeti vardır! Kaptanlığa heveslenirken vebalini de iyi düşünmek lazımdır.
İki kişi bir araya gelip namaz kıldığında, biri diğerine imamlık etse, o kişinin mesleği bakkallık da olsa, o eylemdeki adı ‘imam’dır. “Ben imam değilim” dese kaç yazar? Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz! İsme, cisme, ünvana da bakılmaz!
“Zikir veririm ama himmet etmem!”
Asıl şeyhi şeytan olan, şeyhi olmayan şeyhtir! “Şeyhe ne lüzum var, BENim dediklerim doğrudur, BEN hepsini denedim, uyguladım; BENim dediğimi yapın” deyip dava güden, onların dediklerine karşı çıkanları ahmaklıkla suçlayan kimseler, bilseler de bilmeseler de bu davranışlarıyla başkalarına şeyhlik etmektedirler. Ne var ki onların bu şeyhliği sahtedir. Böyle davranmalarının sebebi insanlara öncülük etmek istemeleri, diğer bir deyişle baş olma sevdalarıdır. Emmarenin başını ezmek hiç de kolay değildir. Bilgili olmaları onları ne “mülhime” yapar, ne de mürşidi kâmil.
Mürid-i nefs olmaktan Allah’a sığınırız!
En büyük sahte şeyh, insana “kendi kendine erebilirsin” diye fısıldayan, şeriatta şeytan denen nefsi emmaredir. Demekki sahte şeyhliğin de enfüsü ve afakı var! Afakta “sahte şeyh” denen enfüsün emmare nefsinden başkası değildir. “Dış” ismini daima “iç”ten alır. Yani, sahte şeyh dediğimiz bize afakta gösterilen kendi emmare nefsimizdir. Karşımızda görüp de peşinden gittiğimiz, böylelikle, kendimizden başkası değildir! http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/insantanrilar.html)
****
Zikrin aslı AŞK’tır. Kelime tekrarlamak değil!
“Pâdişahımız ve tek olan, eşi benzeri olmayan Allah’ımız; “Üzkürullah (=Allah’ı anın) diye bize izin verdi. Bizi ateş içinde gördü de, bize nûr ihsân etti.
Cenâb-ı Hakk buyurdu ki : “Ben sizin zikr edişinizden pâk ve üstünüm, benim için tasavvurlar ve tasvirler lâyık değildir.
Fakat şekle ve hayâle kapılarak mest olan kişi, bizim zâtımızı örneksiz anlayamaz.
Ağızla, dil ile duymadan, düşünmeden (papağan gibi) edilen zikir noksan bir hayâldir. Pâdişahca yâni can ve gönülle hayranlık duyularak yapılan zikir, sözlerden, kelimelerden arınmıştır.”
Hz. Mevlâna ( Mesnevî – “Hikmet Teşrifatçı Gibidir, İnsanı Pâdişaha Götürür” Hikâyesinden)
Ey gönül olmagıl Hak’dan ırak
Tenden cânın var iken eyle yerak
Dünyeden ölmezden evvel et sefer
Hiç edinme bir makamda sen durak
Yoksa bu fırsat bize bâki değil
Menzil al düşmezden ortaya firak
Gel bu ırz u nâmusu kıl târumar
Ger yola girdinse var ârın bırak
Halkın uslu demesinden sana ne
Âkîl isen adını mecnûna tak
İlmine mağrur olursan olma hiç
Issı vermez sana ne kara ne ak
Gir sakın çıkma izinden mürşidin
Her ne emrederse sakın olma âk
Bir eline gözyaşından al âsâ
Bir eline derd odundan yak çerak
Ey Niyazî tutar isen pendimi
Diye sana istediğin işte bak
(Yerak: Lazım ve faydalı olan her türlü şey; Firak: Ayrılık; Isı: Fayda, menfaat; Âk: İnatçı, dik kafalı; Pend: Öğüt)
Sahte mürşidlerin en büyük düşmanı hakiki mürşidlerdir. Onlar “Hak yolunun rehberi nefesidir kamilin / Dil tahtının serveri nefesidir kamilin” kabilinden ifadelerle hakikat yolunda daima mürşidi kamili işaret ederlerken, diğer yandan kal ehli sahte mürşidlere karşı halkı uyarmışlardır. Yazıya serpiştirdiğim Niyazî-i Mısrî hazretlerinin şiirleri Ehlullahın bu yöndeki uyarılarına sadece bir kaç örnektir. Yazının sonunda yine Niyazî-i Mısrî’nin Yunus Emre’ye ait “Çıktım Erik Dalına” isimli şiirinin şerhini mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Ehlullahın divanlarını iyi anlamak lazım, vesselâm. Gerekirse bir Osmanlıca sözlük yardımıyla divanlar mutlaka okunmalıdır. Allah ehlinin irfan güneşi her çağa ışık tutuyor. Biz de bu ışıktan nasibimizi alalım inşallah. İngilizce öğrenmek için sarf ettiğimiz gayretin onda birini divanlara sarf etsek fena mı olur? “Dil” için olmasa bile “irfan” için bir parça Osmanlıca öğrenmek zorundayız. Her zaman çevirilerle hazıra konmak mümkün olmuyor maalesef! Ayrıca bütün çevirilerde manâ yönünden bir kan kaybı vardır. İngilizce öğrenmek daha iyi bir iş, kazanç ve kariyer ile dünyamıza fayda sağlıyor. Eyvallah! Elbette, o da lazımdır. Dil eğitiminde dünyada çok gerilerde olduğumuz ha keza acı bir gerçek. Peki ama ya ebedî olduğuna inandığımız ukbâmız için hiçbir gayretimiz olmasın mı?! Hep hazırlarla mı idare edeceğiz? Bizim irfanımız, o define olan irfan, istesek de istemesek de bu dildedir. Çile çekmeden derviş olunamadığına göre belki bizim neslin çilesi de budur: Divanları Osmanlıca-Türkçe sözlük yardımıyla okumak! (http://www.osmanlicaturkce.com/)
Elimizin altında hazır internet nimeti de varken, irfana kavuşmak için bu kadarcık zahmete katlanmaya değmez mi?!
Nâdânı terk etmeden yârânı arzularsın
Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın
“Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu”
Nefsini sen bilmeden Subhanı arzularsın
Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadın
İçindeki kenz-i bîpâyanı arzularsın
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak
Yüzün Hakk’a dönmeden ihsânı arzularsın
Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni
Günahını bilmeden gufranı arzularsın
Cevizin yeşil kabını yemekle tat bulunmaz
Zâhir ile ey fakih Kur’anı arzularsın
Şarabı sen içmedin sarhoş u mest olmadın
Nice Hakk’ın emrine fermânı arzularsın
Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan
Kebab olup pişmeden büryânı arzularsın
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok
Issız dağın başında mihmânı arzularsın
Bostanı bağı gezdim hıyârını bulmadım
Sen söğüt ağacından rummanı arzularsın
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
Yunus’leyin Niyazî irfânı arzularsın
(Nâdân: Cahil; Yârân: Dostlar, sevgililer; Fakîh: Şeriatın hukuk yönünde bilgili olan kişi; Hıyâr: Hayırlı, seçkin ve üstün olanlar; Rumman: Nar; Yunus’leyin: Yunus gibi)
************************************************************************
Okuma: http://www.islamvetasavvuf.org/?q=node/8810
Yunus Emre Hazretlerinin Çıktım Erik Dalına İsimli Divanının Niyazi Mısri Hazretleri tarafından Şerhi
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü.
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.
Bu beyitten murat oldur ki; her amel ağacının bir türlü meyvesi ve yemişi olur. Ve zahirde her meyvenin bir mahsus ağacı olduğu gibi, her ilmin bir mahsus aleti vardır. Anın ile hâsıl olur. Mesela ilm-i zahirin hulusüne alet; lügat ve sarf ve nahiv ve âdab ve mantık ve meani ve hikmet ve hey’et ve kelam ve hadis ve usül ve fıkıh ve tefsirdir. Ve ilm-i batının hulusüne alet; evvela hulus-ü daim ve olgun Mürşid nefesi ile fasılasız zikir ve az yemek ve az konuşmak ve az uyumak ve yalnız kalmaktır. Ve ilm-i hakikatin hulusüne alet; terk-i dünya ve terk-i ukba ve terki terk etmektir.
İmdi aziz merhum erik ve üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve hakikate işaret ederler.
Zira eriğin taşrası yenir içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin zahirine işarettir.
Ve üzüm gibilerin cümlesi amelin batınına işarettir. Zira üzüm hem yenir ve hem nice türlü nimetler andan zuhura gelir. Sucuk ve köfte ve pekmez ve turşu ve sirke ve bunların emsali nice nimetler hâsıl olur. Ve lakin içinde bir miktar riya ve tezkiye çekirdeği olmakla amel-i batına denir hakikate denilmez.
Ve ceviz sırf hakikate misaldir ki; içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur.
İmdi bir kimse erik talep ederse erik ağacından ister ve üzüm talep ederse bağından talep eder ve ceviz talep ederse ceviz ağacından talep eder.
İmdi her kimse üzümü erik ağacından talep ederse o kimse ahmak ve cahildir. Kuru yere zahmet çeker, külli emeği hebadır, hâsılı mahsulü ancak zahmettir.
Pes imdi bu malum olduysa bir kimse zahir amelinin doğru olup olmadığını bilmek isterse anı şeraitten ve erbabından talep eder. Ve fıkıh kitaplarına müracaat eder. Andan bilip, öğrenip amel eder. Ve eğer batın amelinin salahını ve fesadını ve tenezzülünü ve terakkisini bilmek isterse mürşidin telkini ile usül-ü esma ile gönül kitabına ve ilm-i tabire müracaat eder. Her gün rüyada ne görürse mürşidine arz eyler. Anlar da ona ahvali beyan eder. Andan ol müşkül hallolur. Sulûk edip perver olur.
Ve kimse ilm-i hakikatin ki kendini bilmek ve ayni Marifet-i Rabb’dır zevkine ve hâline ermek isterse, Mürşid-i Kâmil terbiyesi ve büyük perhiz ateşi ile nefsin cemi-i evsafını ve beşeriyetini ve benliğini yakıp masivayı reddederek tamamıyla mahv-ı vücud-i zılli kıldıktan sonra ayni vücud hakiki olup fenası aynı beka olmağile olur.
İmdi bu üç ilmin başka başka yolu vardır. Yolu ile talep edilirse ümittir ki az müddetle maksut hasıl olur. Nitekim erik ve üzümün ve cevizin başka semereleri olup her biri kendi ağacından talep olunduğu gibi.
İmdi bir kimse zahir amelini işlerken ben batın ilmini ve ilm-i hakikati zahir ameli ile ele geçirip tahsil ederim dese ve birçok zahmetler çekse, mesela kendiliğinden esmaullaha müdavemet eylese ve oruçlar tutup halvetler çekse ol kişinin hâli bu erik ağacından üzüm talep etmeye benzer.
Bostan ıssından murat Mürşid-i Kâmildir. “Niçin kozumu yersin?”diye çekişip, kakıdığı tembihtir ki; “Niçin olmaz yere riyazet ve olanları mücahade eder yorulursun? Üç ilmi bir amel ile ele geçireyim mi sanırsın? Her birinin başka ameli ve muallimi ve mürşidi vardır.”der.
Ehl-i kemal bunların gibi sülûk edenleri gördükte nazar edip “Niçin böyle edersin? Sana evvela lazım olan budur ki, var her bir meyvenin ağacından bittiğini bil ve andan amel eyle. Senin misalin buna benzer ki bir kimsenin bahçesinde uğrulayın erik ve üzüm yemeye ağaca çıka, ceviz taşlaya. Bostan ıssı anı gördükçe niçin yersin kozumu dediği gibidir.” Zira hakikat Mürşid-i kâmilin ilmi ve mülküdür. Ve anın ameli, aleti onu bilmeye meleke ve istidat hâsıl etmek ve Mürşid-i Kâmil izni ile terbiyesiyle ağır perhizler ve ona tam teslim ve kendi renginden çıkıp mürşidin rengi ile hemrenk olmaktır.
İmdi mürşit görse ki bir kimse kendiliğinden esmaya ve perhize devam eder; ona der ki, “sahibinden izinsiz bahçeye hırsızlığa niçin girersin?”
Pes imdi tarikat ve hakikat ilmi Mürşid-i Kâmilin bahçesi ve mülküdür. Ve ALLAH’ı zikretmek ve perhiz ol bahçenin kapısıdır. Her kim ki kendiliğinden sülûk eyler; bir gayrı kimsenin bağına hırsızlığa girmiş gibi olur.
Bunun hariçte bir misali de ona benzer ki; bir alay dülger âletlerini pazardan alsa ve kendiliğinden dülgerlik etmek istese; ol kimse ol sanatı işlemeye başladıktan sonra her murat ettiği işte hangi âlete, hangi pusata yapışacağını bilemez. Bir usta anı gördükte “Bire sanat uğrusu, küstah, hâm dest! Bizim sanatımızı uğrulamak mı istersin? Bizim âletimizi sen niçin aldın?”der. Eğerçi ki ol kimse ol âletleri pazardan akçesiyle almıştır.
İmdi azizin bu beyitten muradı, Mürşitsiz “ben tarikata ve hakikate kendi bildiğim ile amel etmekle vasıl olurum.”diye çalışanların ahvalini temsil tariki ile beyandır. Yani mesele böyle olan ve mürşitsiz yola giden kimsenin hâli; her meyve hangi ağaçta bittiğini bilmeyen ve gönlü üzüm istedikte erikte biter ve erik ağacı diye ceviz ağacına çıkan ve cümle renkleri siyah sanan kör gibi olur.
Yunus Emre (ALLAH sırrını takdis etsin) bu hâli kendisine nispet etti. Caizdir ki kendi böyle bir zaman Mürşitsiz çalışıp bir şey hâsıl edemeyip sonra mürşide varmış ola. Ve dahi caizdir ki; kendisinden muradı gayrilere tariz ve tembih ola.
Niyazi Mısri Hazretleri
Okuma: http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=438
http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=432
(Şiirin tümünün başka bir şerhi)