Mevlevîler ve Mevlevî Zarafeti

Mevlevîler ve Mevlevî Zarafeti

15.06.1958  

Refii Cevat Ulunay

Konya Mevlâna dergâhı müdürü genç ve değerli muhibbim Mehmet Önder’den aldığım bir mektupta, gül mevsiminde Konya’da “Dede bağı”nda yapılan gül bayramına Mevlâna bendelerinin de dergâhın bahçesindeki güllerden topladıkları Mevlevî sikkesi şeklinde bir demetle iştirâk eylediklerini yazıyor. Hattâ bu demetten birkaç gül yaprağı da bana göndermek lûtfunda bulunmuş.

Konya’nın, memleketimizin, şarkın, bütün dünyanın solmayan gülistanı olan Mevlâna’dan gelen bu güllerle ruhumu ıtırlandırdım. Genç, âlîm dostuma teşekkürler ederim, Mevlevî inceliği, Mevlevî zarafeti bu suretle bir kere daha tecelli eylemiş oldu.

Okuyucularıma bu zarafete ait bâzı hâtıralar arzedeyim:

Meselâ son asrın tanınmış şahsiyetlerinden Bahariye dergâhı şeyhi bir Hüseyin Fahrüddin efendi vardı ki hem mutasavvıf, hem şair, hem mûsikîşinas, hem de devrinin en zarif bir siması idi.

Babası, Beşiktaş dergâhı şeyhi olan büyük Nazif efendidir.

Hüseyin Fahrüddin efendi yedi yaşında post-nişîn oldu. Konya’dan kendisine nâib ve vekil olmak üzere Raşid Dede tâyin edildi. Bir gün bir mecliste Hacı Vesim paşazâde Hacı Lütfü bey:

-Aşkolsun Raşid Dedeye…der, Hüseyin efendiyi iyi yetiştirdi.

Bunun üzerine Galata Mevlevîhânesi şeyhi Ahmet Celâleddin efendi:

-Sen ne söylüyorsun Lütfü bey, Hüseyin efendi, yedi yaşında iken Raşid Dede’yi yetiştirdi.

Cevabını verir. Hakikaten Ahmet Celâleddin efendiyi’de pederi Azmi Dede Mevlevî terbiyesi almak üzere Hüseyin efendi’ye göndermiştir.

Büyük Nazif Dede mukabelede iken ve Hüseyni âyîni okunurken kendisine:

-Bir çocuğunuz dünyaya geldi.

Derler. Yavaşça cevap verir:

-Hüseyin mi doğdu?

Hüseyin efendi haftada bir gün Mesnevî okuturdu. Bu derse vükelâ, vüzera, ulema ve İstanbul’un tanınmış şahsiyetleri gelirdi. Zaman nâzik olduğu için takririne başka mânâ verilerek saraya aksettirilmesi ihtimalini düşünerek bâzan dersi kısa kestiği de olurdu.

Hüseyin efendi Mevlevî nezâket ve zarâfetini yalnız sözünde sohbetinde değil her halinde gösterirdi. Mukabelede Sultan Veled devrinde yürüdüğü zaman maneviyat âlemine uçacakmış gibi bir edâsı vardı. Hattâ Konya post-nişîni Abdülvâhid Çelebi:

-Makamın müsait olsa da Sultan Veled devrinde Hüseyin efendinin arkasından gitsem…

Dermiş. Bu zarafeti giyiniş tarzına dahi teşmil eylemiştir: Yazın başına beyaz sikke ve sırtına sadakor elbise ve hırka, ayağına da yine beyaz keten ıskarpin giyer, eline yuvarlak altın başlı beyaz fil dişi bir baston alır ve ekseriya kendisini ziyarete gelen Şeyhülislâm Ziyaeddin efendi, sadâret müsteşarı Mehmet Ali paşa ve yakın dostu Azeb kapı Sokullu camii imamı Hasan efendi ile Cuma namazına Eyüb’e gelir, çarşıdan geçerken bastonu ile kazâ olmuş gibi simitçinin tablasını devirir, mahalle çocuklarının simitleri kapışmalarını zevkle seyreder, ondan sonra simitçiye sorar:

-Kaç kuruşluk simit vardı?

Simitçi kırk kuruş der. Hüseyin efendi 20 kuruş iddia eder. Çekişe çekişe pazarlık bittikten sonra da simitçiye bir altın verirdi.

Hüseyin efendi, büyük mûsikîşinas ve neyzendir. Kule kapısı neyzenbaşısı Emin efendi merhûm son asrın en kuvvetli neyzeni olduğu halde ney tavrını tahsil etmek üzere Hüseyin efendiye gidermiş.

Hüseyin Fahrüddin efendi, balmumu kovanlarla seda zapteden fonograf icadına yetiştiği için kovana bir neva taksimi vermiş, taksimden evvel de şu beyti okumuş:

(Fahri) nevây-ı-nâyini arzeyle yare kim

“Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.”

Tasavvufî şiirlerinde “cesaret-i-kelâmiyesi” vardır.

Fahriya! ma’lûmudur erbâb-ı-irfânın bu râz

Lafz-ı-Mevlânadan ancak Zât-ı-Mevlâdır garaz.

Nef’î tavrında şiirleri ile tanınan ve son edebiyat tarihlerinde Hayret efendi misillû ismi cismi bulunmıyan yekçeşm Hakkı bey, büyük burunlu olduğu için (Ebülburun) diye anılan arkadaşı Hasan efendi ile şeyh Hüseyin efendiyi ziyaret için Bahariye’ye gider ve hayli kalabalık ziyaretçilerin içinde:

-Efendi! der, sen güzel ney çalarmışsın, bir taksim et de dinleyelim.

Hüseyin efendi bu lâübalilikten sıkılır, kaşlarını çatar. Hakkı bey anlar,

-Benim, der, bir gözüm kör, kafam kel, ayağım topal. Arkadaşımı sorarsan Malaburun Hasan derler.

Hasan efendinin burnuna fiske vurarak:

-Sen böyle burun gördün mü? Gördünse çık üstüne, seyran eyle. Bizim gibi böyle iki acaib adam İstanbul’un tâ bir ucundan kalkıp sana geldik, ricamızı kabul etmez misin?

Öteden Hasan efendi de kızar:

-Benim burnumdan başka eğlenecek bir şey bulamadın mı?

Diye Hakkı beye çıkışır. Hüseyin efendi güler, neyini getirtir, harika bir taksim ile bütün hazır bulananları mest eder.

Şimdi ne Bahariye, ne de Hüseyin Fahrüddin efendiler kaldı.

Bir mevsim-i-bahârına geldik ki âlemin

Bülbül hâmûş-havz tehî, gülistan harab!