ALLAH’IN KULU VE ALLAH’IN SOPASI

Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 32

ALLAH’IN KULU VE ALLAH’IN SOPASI

Hırsızın biri bir bahçede ağacın tepesine çıkmış, bütün gücüyle dalları silkeleyip duruyordu. Bunu gören bahçe sahibi gelerek:

-Be adam benim ağacıma çıkmış öyle ne yapıyorsun, sen Allah’tan korkmaz mısın? dedi.

Ağaçtaki hırsız pişkinlikle cevap verdi:

-Allah’ın bir kulu, Allah’ın bahçesinde, Allah’ın kendisine ihsan ettiği meyvelerden yiyor. Neden bana bağırıyorsun, yoksa Allah’ın bana yaptığı iyiliği mi kıskanıyorsun? dedi.

Bunu duyan bahçe sahibi hizmetçisine seslendi:

-Aybek, dedi, getir o ipi de şu adamcağıza cevap vereyim.

Hizmetçi ipi getirince, bahçe sahibi hırsızı ağaca sıkıca bağladı, eline bir sopa alarak ona vurmaya başladı.

Hırsız acıyla feryad etti:

-Ne yapıyorsun be adam Allah’tan kork, neredeyse beni öldüreceksin!

Bahçe sahibi sükûnetle şöyle cevap verdi:

-Allah’ın kulu, Allah’ın başka bir kulunu Allah’ın sopasıyla dövüyor, neden bağırıp duruyorsun? (Mesnevî, C.V, beyit: 3077 vd.)

AÇIKLAMA:

Mesnevî’de yanlış kadercilik anlayışı üzerinde sıkça durulur. Hz. Mevlânâ özellikle cebriyeci/fatalist anlayışı yerden yere vurur, insan irâdesinin önemine dikkati çeker.

Bu hikâyenin başlığında da Kur’an’da geçen, şeytanın “Rabbim beni sen azdırdın” (A’raf, 7/16) sözüne yer verilir. Buna göre İblis (şeytan), inanç târihimizde Cebriye diye bilinen anlayışın temsilcisidir.

Sorumluluğu ve günahı üstünden atmak isteyenler Allah’a karşı şöyle bir îtiraz ve savunma tavrı sergiler:

-Benim ne suçum var, kaderi çizen ve işleri yaptıran sensin, o halde beni niçin suçluyorsun, benden niçin hesap sorarsın?

Aslında pasif bir kadercilik anlayışına sâhip olmak yanlıştır. Hâdiselerin oluşmasında epeyce bir yere kadar insan irâdesinin de rolü vardır. Biz kaderimizi önceden bilmediğimiz için, aklımızı ve irâdemizi kullanarak iyinin ve güzelin peşinde olmakla yükümlüyüz.

Ayrıca söz konusu âyetin devâmında Hz. Âdem’in tavrıyla ilgili olarak, “edep” kavramı ve Allah’a karşı saygılı davranmanın önemi üzerinde durulur. Şöyle ki:

İblis sorumluluktan kaçmak için “Rabbim beni sen azdırdın” diye küstahça davranmıştı. Hz. Âdem ile Havva ise, yasaklanmış meyveyi yedikleri için cennetten çıkarıldıkları zaman: (Rabbenâ zâlemnâ enfüsenâ…” “Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyan edenlerden oluruz” dediler.(A’raf, 7/23) Böylece suçu üzerlerine aldılar. Şeytan gibi: “Sen öyle istedin, öyle takdir ettin, biz de yasak meyveyi yedik. Bizim ne kabahatimiz var?” demediler.

Âdem Allah’a olan saygısından ve edebinden dolayı özür diledi; böylece Allah’ın affına ve rahmetine nâil oldu. Sonunda İblis Hakk’a karşı “sen beni azdırdın” dediği için Allah’ın huzûrundan kovuldu. Âdem ise edebe riâyet ettiği için af ve merhamete mazhar oldu.

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde iki tip insanın durumuna çok üzüldüğünü görürüz: Bunlardan biri aşırı kaderci, cebriyeci veya fatalist dediğimiz tiptir. Bu za­vallı, her şeyi Allah’tan bilir, bire yedi yüz veren tohumu toprağa ek­mekten kaçınır, nasipsizliğini feleğe yükler.

İkincisi ise, kaderi tamamen inkâr eden, materyalist inançlı kimsedir ki, böylesi, sebeplerin tuzağına düşer ve sebebi yaratanı yok sayar.

Hz. Mevlânâ bilhassa yanlış kader ve tevekkül anlayışına yük­lenir: Eğer Allah’a mütevekkil isen, çalışmanla tevekkül et. Tohumu ek, sonra da her şeye kadir olan Allah’a dayan. Hz. Peygamber bede­viye ne dedi: “Önce deveni bağla sonra tevekkül et.”

Doğru, to­pallığımız da vardır, aksaklığımız da. Ama topallık ve aksaklıktan kurtulmak, oturup kalmakla değil yürümekle olur. Bil ki, iyilik de kötülük de senden yeşermektedir. Güzel ve çirkin bütün düşünceler senden, kendinden doğar.”

“Allah bana niçin arzu, niçin düşman verdi diyerek yakınıp durma. Mücâdele için düşmanın olması şarttır. Bir şeye meylin ve is­teğin yokken onu yapmamak zaten sabır sayılamaz.”

Elimizden gelen maddî-mânevî her şeyi yaptıktan sonra, sonuç istediğimiz gibi çıkmazsa, işte o zaman “Ne yapayım kaderim buymuş” diyebiliriz. Böyle hareket etmek, pra­tik bakımdan kendini yiyip bitirmekten, isyan ve şikâyet etmekten daha iyidir. Aksi hâlde insanın ruh sağlığı bozulur, huzursuz, gayr-ı memnun, şikâyetçi bir tip olup çıkar.

Aslında her netîce, kendisini meydana getiren sebeplerden daha fazla şeyler ihtiva eder, yâni ücret hizmetten daha fazla olur. Mevlânâ sorar: “Bir rükû bir secde âhirette bir cennet kazandırmak­tadır.” Okumaz mısın şu Kur’an âyetini: “Allah yolunda malla­rını harcayanların durumu, yedi başak bitiren bir tane gibi­dir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine daha da fazla verir, Allah’ın lûtfu geniştir, O bilendir.” (Bakara, 2/261)

Hz. Mevlânâ hikâyenin sonunda yanlış kader anlayışına sahip kimseyi şöyle konuşturur: “Ey kurnaz adam! Ben cebir inancını terk ettim, tövbe ettim. Gerçekten ihtiyar, (yani insanın cüz’î iradesi) vardır, ihtiyar vardır, ihtiyar vardır!”

Bu karmaşık konunun izahı sadedinde A. Avni Konuk şerhinden bazı nakıller yapalım:

Cüz’î irade küllî irâdeye bağlıdır. Hak Taâlâ sana vücud verip, senin var olmanı dilemekle, bu varlık âleminde senin iradeni de var etti. Yani bizim irademizi yaratan da Allah’tır.

Ne var ki, insanın iradesi bir bakıma ezelde istîdat diliyle Hak’tan taleb ettiği biçimde şekillenir. Ama bunun mahiyeti kendince mechuldür ve o bunun sırrına vakıf değildir. İnsan bu dünyada cüz’î iradesini kendi istîdâdının hilâfına olan yönlere sarf edince; Hak Taâlâ küllî iradesiyle onu ezelde talep etmiş olduğu yöne çeker. Bunu da insanın kendi iradesini o tarafa çevirterek gerçekleştirir. “İşleri düzenler âyetleri açıklar” (Ra’d, 13/2) ayetinde bu mânâya işâret vardır. O halde hakîkatte Allah tarafından kula bir cebir (zorlama) yoktur. Cebir, ancak kulun kendi hakîkatinden yine kendisinedir (Bk. A. Konuk, Mesnevi-i Şerif Şerhi,   X, 304-305, Kitabevi yayını)