KONYA BEREKETİ
Birçok Belediyemiz, îmar-iskân faaliyetleri yanında kültüre de önemli hizmet ve katkılarda bulunmaktadır. İstanbul Büyükşehir ve ilçe belediyeleri bu konularda öncü sayılır. Birkaç ay evvel Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin bu tür faaliyetlerinden kısaca söz etmiştim.
Bu defa Konya Büyükşehir Belediyesi’den bahsedeceğim. Belediyenin Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı çok verimli hizmetlerde bulunuyor. Neredeyse her hafta ciddi bir kültür etkinliği yapıyorlar.
Ben bunlardan 2-4 Aralık 2011 tarihleri arasında yapılan bir faaliyete katıldım: 3. Uluslar arası Eğitimde Kalite Kongresi. Oturumlarda Hazret-i Mevlâna’nın eserlerinden hareketle: Erdemler ve Karakter Gelişim Eğitimi (hikmet, adalet, iffet, şecâat), Erdemsizlikler (korku, gam ve endişe, hevâ-heves ve şeytaniyet) ve Değerler Eğitimi ve Manevi Etkileşim (aşk, vicdan, terbiye, edep) ana başlıkları altında, kadim kültürümüzün faziletler-reziletler, mühlikât-münciyat olarak bilinen ve kısaca güzel huylar-kötü huylar diyebileceğimiz hasletler üzerinde duruldu. Bunların günümüz dili ve anlayışıyla, modern eğitim metodları içine sindirilerek yeni nesillere aktarılmasına dair ip uçları verilmeye çalışıldı.
En azından bu Kongreden yola çıkarak, Belediye’nin Kültür İşleri Dairesi Başkanlığının bir hayli tecrübe ve uzmanlığa sahip olduğunu söylemeliyim. Konular önceden belirlenmiş, imkân nisbetinde uzmanlarına ısmarlanmış ve tebliğler basılmış. Kongreye ilgi ve katılım büyük oldu. Mevlânâ Kültür Merkezi’nin, Teknik imkânları fevkalâde olan Sultan Veled salonu, üç gün boyunca dolu doluydu. Emeği ve katkısı olan kuruluş ve şahıslara teşekkürler.
Bu kongre için hazırladığım tebliğin kısaltılmış şeklini aşağıda sunuyorum:
Hz. Mevlânâ’da
ŞECÂAT ERDEMİ
Şecâat sözlükte “cesâret, yiğitlik, kahramanlık” anlamına gelir. Ahlâk terimi ve erdem olarak ise, yaradılışımızda mevcud olan gazap (öfke) gücünün mûtedil halde bulunması demektir. Gazabın ileri hâli “tehevvür”, az hâli ise “korkaklık”tır. Tam ortası “şecâat”tir. Cesâret, hamâset, mürüvvet kelimeleri de bu anlamdadır.
Hayat bir mücâdele sahnesidir. Bu mücâdele sırasında varlığımızı devam ettirmek, kendimizi koruyabilmek için içimize, hilkatimize bir takım güçler, kuvveler konmuştur.
Gazap yani öfke bunlardan biridir. Gazap, yaşama imkân ve sınırlarımıza müdâhale olunca bir tür tepki göstermedir diyebiliriz.
Her türlü arzu ve istek demek olan “şehvet” de bu tür güçlerden biridir. Bunlar olmaksızın hayatın devâmı mümkün değildir.
Tâbir câizse gazap ve şehvet gibi güçlerin dozu mayamıza biraz fazlaca konmuştur. Bunların ham halleriyle kalması insanı hayvan derekesinde bırakır. Bu kuvvelerin insânî ve İslâmî bir ölçü içinde tutulması gerekir. Kışın yağan karların ânî erimesi ve şiddetli yağmurlar sebebiyle sık sık sel baskınları yaşanır. Oysa akar su bir nîmettir, ancak sel hâline gelince felâkete yol açar. Delice akan seller bir baraj arkasında biriktirilirse, onlardan âzamî fayda sağlanır.
Dikkat edilirse barajla suyu yok etmiyoruz, ama kendi kontrolümüz altına alıyoruz. Gazabın kontrol altına alınmasından şecâat erdemi doğar.
Tasavvuf literatüründe nefsânî güçlerle savaş “büyük cihad” olarak nitelenir. Allah Resûlü: “Mücâhid nefsiyle savaşandır” buyurur. Ve ilâve eder: “Kuvvetli pehlivan güreşte başkasını yenen değildir; asıl pehlivan, öfke sırasında kendine hâkim olabilendir” (Tirmizî, fezâilü’l-cihad, 2. ; Buhârî, edeb, 7)
Demek ki, bencil duyguların yenilmesi yönünde gösterilen çabalar da bir şecâat ve cesâret örneğidir.
Mevlâna’da “şecâat” kavramı en geniş şekilde ahlâkî erdem olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte savaştaki kahramanlık anlamındaki şecâat ve cesârete de övgüler düzdüğü görülür:
“Savaş zamanlarında ateş içinde bile altın gibi bir hoşça gülmelisin diyen biz değil miydik? Savaşın o dar zamanında askere, benzin hiç sararmasın demez miydik? Atların adam kellelerinden başka basacak bir yer bulamadığı zamanlarda ordumuzu hay haylarla mızrak gibi kahredici bir halde saldırın diye teşvik etmez miydik? Bütün âleme sabredin der, sabır gönlün ve göğün ışığıdır diye öğüt verirdik ya.” (Mesnevî VI. B.3895-3900)
Şecâat erdeminde anahtar mâhiyetindeki özelliklerden biri Fetih suresi 29. âyetteki vurgudur. ‘Kâfirlere karşı çetindir onlar, kendi aralarında merhametliler.’
“Türkmen’in kapısında bir köpeği olsa, o köpek onun kapısına yüzünü başını koyup yatsa, evin çocukları kuyruğunu bile çekseler aldırmaz, onların ellerinde oyuncak olur. Fakat yoldan bir yabancı geçse erkek aslan gibi ona saldırır. Çünkü “Kafirlere karşı şiddetli” dosta gül gibidir, düşmana diken gibi.”
Şecâat deyince akla ilk gelen kahramanlıktır, cesârettir. Cesâret ve kahramanlık savaş ve mücâdele ortamında kendini gösterir.
Tasavvuf düşüncesinde ve Mevlânâ’da cephedeki savaşın adı “küçük cihad”, nefisle savaşın adı ise “büyük cihad”dır. Fizîkî savaş sadece muhârebe zamanlarında ve cephedeki askerler için söz konusudur. Burada şecâat elbette önemlidir, ama nihâyet mevzîîdir, sadece muhâripleri ilgilendirir.
Büyük cihad olan nefisle savaş ise herkesi ve ömür boyunca ilgilendiren bir konudur. Onun için daha önemlidir ve bu yüzden “büyük” sıfatını almaya hak kazanmıştır.
Fetih suresi 4. âyette şu ifadeler yer alır: “Göklerin ve yerin bütün orduları Allah’ındır.” Mevlânâ bu âyete şöyle yorum getirir: “Göklerin orduları meleklerdir. Zemîninki de nefsin gāzileri ve mücâhidleridir.”
Şecâat bu noktada daha bir önem taşır. Ahlâk nazariyatçıları, şecâat erdeminin tezâhürü ve yansıması olarak bir yığın güzel hasletten söz ederler. Mertlik, cömertlik, hilim, tevâzu, şefkat, merhamet bunlardandır. Mevlânâ’nın eserlerinde bu erdemler geniş şekilde yer alır.
Şecâat ve cesâret erdeminin tezâhürü için, mücâdele edecek bir rakip, bir düşman gerekir. “Düşmanların arasında en azılı düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.” Bu anlayışı teyid eden şu ve benzeri hadisler de dikkati çeker: “Mücâhid, Allah’a itaat husûsunda nefsi ile cihad eden kimsedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 21)
Öyle der Mevlânâ: “Put kırmak gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek câhilliktir.” “Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum. Biz şimdi küçük muhârebeden döndük. Peygamber’le berâber büyük muhârebedeyiz.”
Bu öyle zorlu bir muhârebedir ki Allah’ın yardımı olmadan zafere ermek imkânsızdır. Mevlana’dan: “Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu Kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım. Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır, asıl aslan nefsini mağlup edendir.” (Mesnevî, I, b. 3586-89
Evet asıl pehlivan, asıl kahraman, asıl şecâat ve cesâret, öfkeyi yenmekle kendini gösterir. Mevlânâ’da bu konu genişçe yer alır. Ona göre öfke, nefret, kızgınlık cehennem gibi ateş tabiatlıdır, yıkıcı ve tahrip edicidir. Kontrol edilmemesi durumunda insanı cehenneme sürükler. Öfkeyi yenebilmek, cehennemi söndürmek kadar zordur. Ancak, mutlaka yapılması gereken bir görevdir.
Çocuklar birisine bir ad, hoşlanmadığı bir lakap takıp onu çağırırlar. O da kızıp söver. Sözümüzün tesiri oldu diye bunun üstüne düşüp tekrarlarlar. Halbuki adam kızmasa ve duymazdan gelse çocuklar vazgeçecektir.
Mevlânâ gündüz vakti fener yakıp adam arayan Diyojen’in hikâyesini bu konuya bağlar. Adam arayan dedi ki: “Bu ana caddede öfke ve hırs zamanında dayanan bir adam arıyorum. Öfke ve şehvet vaktinde kendini tutabilen adam nerede? Bucak bucak sokak sokak adam arıyorum işte.”
Bu konuda Mesnevî’nin en güzel hikâyelerinden birini hatırlayalım: Hz. Ali göğüs göğse vuruştuğu bir düşman cengâverini yenip altına alır, tam kılıcını vuracağı sırada adam mübârek yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hz. Ali hasmını bırakır, öldürmekten vazgeçer. Çünkü o, Allah için savaşmaktadır. Yüzüne tükürünce işin içine öfkesi karışacağından, tam bir şecâat ve civanmertlik gösterir ve düşmanını öldürmekten vazgeçer. Mevlânâ Hz. Ali’yi şöyle konuşturur:
“Ben kılıcımı Allah için vuruyorum. Tanrı kuluyum ben, ten memûru değil! Allah’ın aslanıyım, hevâ ve heves aslanı değil, işim dînime şâhittir. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum. Savaşta diriltirim, öldürmem. Saman çöpü değil, sabır ve adâlet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Öfke, hiddet pâdişahlara bile sultanlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, onun üstüne binmişim. Hilim kılıcım öfkemin boynunu vurmuştur . Ben mâdemki hürüm, hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder?” (Mesnevî, I, 3721-3825)
Şecâat erdeminin alt dalları, yansımaları olduğunu söylemiştik. Cömertlik, mürüvvet (adam gibi adam olmak), diğergâmlık bunlardandır.
Mevlânâ’ya göre cömertlik cennette bir ağaçtır, dalları dünyaya yayılmıştır. Kim o dallardan birine yapışırsa o dal o kişiyi cennete götürür.
Bir adamın oğlunu kurt kapmıştı, adam son derece üzgün ve telâşlıydı. O hengâme sırasında bir yoksul geldi, ekmek istedi. Kıtlık yılıydı, adam yoksula bir sıcak ekmek verdi. Oğlunun hiç olmazsa kemiklerini bulup onun için bir kabir yapmak düşüncesiyle kurdun gittiği yöne doğru yola çıktı. Dağa yaklaşınca baktı ki çocuk sağ salim geliyor. Bir nâra attı, bayıldı. Ayılınca oğlu dedi ki: “Kurt beni yolun başına getirdi, Lokmaya karşı lokma, deyip bıraktı.” Din yolunda bir zerre bile kaybolmaz. (Mevlânâ, Mektuplar, çev. A. Gölpınarlı, s. 206)
Şu Mesnevî beyitleri konuyu pekiştirir: “Belâyı def etmenin çâresi, sitem etmek değildir. Buna çâre ihsandır, aftır, keremdir. Peygamber “Sadaka belâyı def eder, dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla tedavi et.” (Mesnevî, VI, b. 2590-91)
Cömertliğin içten gelmesi, ihlâslı olması konusunda Mesnevî’de şöyle bir olay nakledilir. Hz. Ömer zamanında şehirde bir yangın çıkar, çok büyük tahrîbâta yol açar, bir türlü söndürülemez. Halk Ömer’den çâreler bekler, “yangınımız su ile sönmüyor” derler. Halîfe Ömer’in cevâbı ilgi çekicidir:
“O yangın Tanrı alâmetlerindendir, sizin cimrilik ateşinizin bir şûlesidir. Suyu bırakın, yoksullara lokma dağıtın, cimriliği bırakın.”
Halk Hz. Ömer’e “Bizim kapılarımız açık, cömerdiz, mürüvvet sâhibiyiz” der. Ömer’in cevâbı: “Siz âdet olduğu için yoksullara ekmek verdiniz. Hak rızâsı için eli açık olmadınız. Öğünmek, görünmek için cömertlik ediyorsunuz, Tanrı’dan çekinme, takvâ ve niyaz sebebiyle değil.”
Şecâatin tezâhürlerinden biri de hilim sâhibi olmaktır. Hilim sabırlı, temkinli, akıllı, ağırbaşlı ve yumuşak huylu olmak demektir. Bir başka ifâdeyle, öfke kabarınca itidal ve sükûneti korumaktır. Kötülüğe karşı iyilik göstermektir, fakat asla âcizlik ve zillet değildir.
Kendisini gammazlayıp iftirâda bulunan hasımlarını affeden Ayaz’ın bu tavrı bir hilim örneği olarak değerlendirilir: “Ey Ayaz gel şimdi cezâ ver. Âlemde görülmemiş bir adâletin temelini koy. Suçluların ölüme müstehaktır. Fakat affını, hilmini gözetiyorlar.”
“Dâimâ başın devletli, dudağın güleç olsun. Âşıkların canı ve gönlü senden hoşnud olsun. Seni görüp de sevinç duymayan, başı sarkık, bahtı kara, gönlü perîşan olsun.”
Şecâatin tezâhürlerinden olan bir haslet de alçak gönüllü ve diğergâm olmaktır.
“Lâmba her yerde ışık verir, alt üst fark etmez. Onun yükseğe konulmayı istemesi başkaları içindir.”
Yıkılmadan yapılmak yoktur. Boşalmadan dolmak mümkün değildir. Öfkenin, kinin, hırsın yıkılması şarttır, şecâat ondan sonra gerçekleşir. Bu konuda Mevlânâ’da çok hoş örnekler vardır:
“Biri geldi, yeri bellemeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryad etti. Dedi ki: Bu yeri neden yıkıyorsun, neden yarıyor, dağıtıyorsun? Adam dedi ki: A ahmak, yürü git, benimle uğraşma. Sen yapılmayı yıkılmada bil! Bu yer, böyle çirkin ve yıkık hâle gelmedikçe nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir? Düzeni altüst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur; mahsul ve meyve yetiştirir?
Terzi kumaşı paramparça eder, hiç kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye: Bu canım atlası neden bu hâle getirdin, neden kestin, ben kesik kumaşı ne yapayım der mi?
“Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir, onulur mu?” “(Mesnevî, IV, b.2341-2354)
Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi, bizim soframızı süsleyebilir miydi?
Yıkılmak, yeniden yapılmak içindir: “Hani ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından budak dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya.” Öfke budanınca şecâat dal verir.
Bu konuda “pişmek” tabiri de anahtar kavramlardan biridir. “Hamdım piştim” diyen Mevlânâ nohutla onu pişirmek isteyen kadının diyaloğunu örnek verir:
“Bir bak, nohut tencerede ateşten zebun oldu mu yukarıya doğru sıçramaya başlar. Tencere kaynayınca nohut tencerenin üstüne fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye koyulur: Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun; mâdemki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun? der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki: Yok, güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma. Seni sevmediğimden, senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum ki seni. Gıdâ hâline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum.” (Mesnevî, III, b. 4159-4209)
*
Kötü huylarımız birer dikendir, onları yok etmek, olgunlaşmanın îcâbıdır. Bu uğurdaki mücâdele riyâzet ve mücâhede çok değerlidir, fakat o nisbette zordur. Bu mücâdelenin “büyük savaş” olduğunu, şecaat ve kahramanlık gerektirdiğini son defa tekrarlayalım. Öyle der Mevlânâ: “Savaşın zahmetini çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul. Kim zahmet çekerse, defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır. Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet baş gösterir.” (Mesnevî, V, b. 2047, 2049)
(Tebliğ metninin tamamı için bk. 3. Uluslar arası Eğitimde Kalite Kongresi, Bildiriler, Büyükşehir Belediyesi yayını, Konya, Aralık, 2011)
#Mehmet DEMİRCİ