“HAYÂLİ CİHAN DEĞER” *
Başlık, Özcan Ergiydiren Beyefendi’nin hâtıralarını yazdığı kitabın adıdır. Özcan Ergiydiren, 1935 Manisa doğumlu bir mîmar. İyi yetişmiş bir sanat ve gönül adamı. Dîvan, halk ve tekke şiirimizi bilen, estetik zevki olan, tasavvuf kültürüne meraklı, sanatkâr ruhlu, Türkçe’yi iyi yazan bir insan. Kitabın alt başlığı şöyle: “Sâmiha Ayverdi ile Hâtıralar“.
Özcan Ergiydiren, Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin yakınında bulunmuş, onun mânevî rehberliği ile gönül dünyâsını şekillendirmeye çalışmış birisi. Sâmiha Ayverdi (1905-1993) kimdir dersek: Kısaca, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, eserleri ve çeşitli faâliyetleri ile, kadîm kültür ve medeniyetimizi, ahlâkımızı bugünkü nesle anlatma ve tanıtma gayretinde bulunan bir Hak dostudur. Bütün bunları, tasavvuf imbiğinden geçirerek vermiştir.
Onun eserlerinde tasavvuf düşüncesi, teorik kalıplar tarzında kalmamıştır, hayâtın içindedir; âdetâ elle tutulur, gözle görülür biçimde canlı örnekler şeklindedir. Bunları sâdece yazmakla kalmamış, yakın çevresinde bulunan küçük sayılacak bir gruba, kendi yaşayışıyla bilfiil göstermiş ve telkin etmiştir. İşte Özcan Ergiydiren, onun terbiye halkasına dâhil olan şanslı kimselerdendir.
Hal böyle olunca “Hayâli Cihan Değer“de bir yandan Özcan Ergiydiren’in modern çağlardaki seyr ü sülûkünü tâkip ederken, öte yandan pek çok kültürel malzeme buluruz. Divan, halk ve tekke şiirimizden en nâdîde parçalar ve beyitler, okuyucuyu farklı dünyâlara alıp götürür. Yazar dikkatli ve gözlemci bir idrak adamıdır. Eserde son asır Türkiye’sinin kültürel, dînî ve siyâsî manzarasına âit önemli tesbitlere yer verir.
Bu yazının asıl konusuna geçmeden, beni can evimden vuran bir tasvirden söz edeyim. Nedir o? Yunanlıların kaçıp giderken Manisa’yı yakmaları ve yangın sonrası şehrin hâl-i pür melâli. Yazar, o kadar tabiî ve canlı anlatımlar yapmış ki, kendinizi 1922 sonları Manisa’sında bulursunuz. Acılar, kederler, yoksulluk diz boyu. Yirminci asrın ikinci çeyreğinde de aynı sıkıntıların devam ettiği görülür. Ama, bu arada başka bir güzelliği fark edersiniz: İnsanımızın îmânı, tevekkülü, dayanma gücü, hâdiseleri teslîmiyet ve soğukkanlılıkla karşılaması.
Yazar çocukluk günlerini şöyle özetler:
“Çocukluğum acılara ve yokluğa rağmen çok güzel geçti; neyimiz yoktu ki? Kuyumuz vardı, yaz boyunca buz gibi soğuk suyunu içerdik. Kuyu başında kocaman çınarımız vardı, gölgesinde oturup dama oynar, dallarına salıncak kurardık. Çeşit çeşit meyve ağaçlarımız, upuzun servimiz, yediveren asmamız ve pembe gülümüz vardı. Kuşlarımız vardı; kumrularımız, serçelerimiz, kırlangıçlarımız, bir çift leyleğimiz ve hiç görmediğimiz bir baykuşumuz vardı. Türbesinde yatarken bizi şefkat ve merhametle kucaklayan evliyâmız Aynî Ali Sultânımız vardı. (…) Fal bakan, dilenen, davul zurna çalan çingenelerimiz, yaz-kış ince bir entariden başka bir şey giymeyen, eli çolak ayağı topal deli Zehra’mız, siğilleri iyileştiren fakat para almayan fakir bir kamburumuz, masallar anlatan Necibe Ninemiz vardı. (…) Lâstik sapanımız, kemik saplı çakım, içi çaput dolu bez topumuz, rengârenk kâğıtlardan yapılmış uçurtmalarımız, bilyelerimiz, nar ağacından çelik çomağımız vardı. (…) Çocukluğumuz, her şeye rağmen çok güzeldi. Başıboş ve âvâreydik. Şimdi yetmişime geldim, çocukluğumu özlüyorum. (s. 58-59)
*
388 sayfalık kitabın her bölümü zevkle okunmağa değer. Ama bu yazıyı kaleme almamın asıl sebebi, Özcan Ergiydiren’in Mevlevîlik târihine katkı sağlayacak hâtıralarıdır.
1925’te tekkelerin kapatılmasından sonra, her türlü tarîkat faâliyeti kesin olarak yasaklandı. Hiçbir şekilde Mevlevî Âyîni de yapılmadı. Bugünkü semâ töreni gösterilerinin, uzun bir aradan sonra nasıl başladığını bu kitabın sayfaları arasında bulabiliriz. Özcan Ergiydiren, usûlüne göre semâ çıkarmış bir semâzendir. Bunun hikâyesini bir sonraki yazıya bırakarak, tekkelerin kapanmasından sonra Türkiye’de tam tekmil bir Mevlevî Mukābelesi‘nin hangi şartlar altında ve nasıl yapıldığını Özcan Ergiydiren’den takip edelim:
1925’TEN SONRAKİ İLK MEVLEVÎ ÂYÎNİ
“Ahmet Bîcan Kasaboğlu, Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Nâsır Abdülbâki Efendi’nin dervişi imiş. Şeyh Efendi’nin iki oğlundan küçüğü olan Rüsûhi Baykara, o zamanlar sekiz yaşında olan ve babasının adını taşıyan tek çocuğunun -kısaca Baki- semâ öğrenmesini istemiş. Ahmet Bîcan hocası olmuş ve dersini 1956 baharında tamamlamış. Lâkin mevlevî geleneği îcâbı müptedî mukābelesi’nin yapılması gerekiyormuş. Ama bunun için eski mevlevihâneler gibi geniş bir salona ihtiyaç varmış.
Ayverdi’ler (Sâmiha, Ekrem Hakkı, İlhan Ayverdi) o yaz İstinye’de Pâkize Hanım yalısında mââile kirâcı olarak kalıyorlardı. Kızı Nâdîde Hanım da eşi ve beş yaşındaki oğlu Sinan’la aynı yalının bir bölümündeydi.
(…) Bina iki katı ahşap bir yapı olup lebideryadır. Salonu tam deniz üstünde, yüksek tavanlı, Boğaz cephesine boydan boya pencerelerle açılmış, çok geniş -60 metre kare kadar- duvarları ve tavanı oldukça sâde kalem işiyle süslenmiş. Bu salondan Boğaz bir nehir gibi akan koyu mâvi-yeşil suları, yemyeşil karşı sâhilleriyle cennet gibi görünüyordu.
Mübtedî Mukabelesi için hayli zaman münâsip bir yer aranmış ise de bulunamamış. Nihayet Neyzen Halil Can Beyin tavsiyesi ve delâletiyle İstinye’de, Ayverdiler’in kirâladıkları yalıda yapılması Ekrem Hakkı Bey’den ricâ edilmiş. O da her zamanki babayânî hâliyle “Hay hay efendim ricâ ne demek, buyursunlar. Bizim için nîmet olur” deyince geniş bir bahçe içinde bulunan binâdan dışarıya ses gitmeyeceğinden ve ev sâhipleri îtiraz etmeyip memnun olacaklarını ifâde ettiklerinden gönül rahatlığıyla emniyet içinde olunacağına, herhangi bir endîşeye mahal olmadığına hükm olunmuş ve günü tâyin edilerek dâvetlilere haber verilmiş.
Her ne kadar 1953’den beri Konya’da, yarım da olsa, Mevlevî âyini yapılmış ise de bu merâsimi yapmak, ancak içişleri Bakanlığı’nın izniyle mümkündü. Nitekim sonraki yıllarda Ankara ve İstanbul’da yapılması istendiğinde Bakanlıktan izin almak gerekmişti. Başka bir yerde, hattâ Konya’da başka bir zaman ve mahalde böyle bir şey yapmak suç sayılıyordu. Bu sebeple eski tarîkat âyinlerinin pek çoğu, hele mevlevî âyini; naathan, hafız, âyinhan, neyzen v.b. sanatkârlardan müteşekkil bir mutrıp hey’eti ve semâzenlerle, yâni asgarî yirmi kişiyle icrâ edildiğinden unutulup gitmiş, yeni nesil bir mevlevî âyinini hiç görmemişti.
O gün öğleden sonra misâfirler hemen hepsi aynı saatte geldiler. Ayverdi’ler, salonun istiâbını dikkate alarak ancak 30 kişi kadar misâfir çağırmış, bunun için de müptedî semâzenin babasından nezâketen izin istemişti. Her iki grup birbirini yeterince tanımadığından ayak üstü bir tanışma faslı oldu. (…)
Salon çok geniş ve tam deniz üstündeydi; bir duvarı boydan boya kaplayan yüksek pencereler, geniş bir nehir gibi akıp giden mâvi Boğaz’a ve karşı sâhildeki yemyeşil tepelere bakıyordu. Yemek masası çıkarılmış, halılar kaldırılmış, sandalye ve koltuklar kenarlara dizilmişti. Erkekler, ellerindeki küçük valiz ve çantalarla iç odalardan birine alınmış, kıyâfet değiştirirlerken hanımlar ve misâfir beyler salonda, çepeçevre kimi oturmuş kimisi ayakta konuşuyorlardı. Salonun ortası boş bırakılmış, diğer kısımlar tamâmen dolmuş, bâzıları kapının önüne durmuştu.
Sırtında siyah hırkası, başında sikkesiyle bir mevlevî ellerinin üzerinde bir post ile girip karşı duvara kadar yürüdü, diz çöküp sessizce duâ ederek postu serdi. Böylece âyin-i şerîf başladı. Amma ben bu âyîni anlatmayacağım. . Hazır bulunanların büyük bir kısmı gibi ben de böyle bir âyîni ilk defa görüyordum. Öylesine büyük bir güzellik içinde öyle büyük bir duygu sağanağı altında kaldım ki sanki bulutların üstünde uhrevî bir âlemde, âdetâ sarhoş olup kendimi unuttum.
Ancak, küçük bir vak’a herkesi daldığı âlemden uyandırdı; Semâzenler tennûrelerini giyip mutrıp heyetiyle beraber başlarında sikkeleri, omuzlarında hırkalarıyla hole çıktıklarında ayağına mest giymeyen Ahmed Bîcan’a “Aman beyefendi ayağınıza kıymık batmasın” denince “Yok efendim, böyle bir şey olmaz” demişti.
Semâ başlayıp tennûreler açıldığı esnada Ahmet Bîcan Bey birden durup ayağını kaldırdı, tabanına oldukça büyük bir kıymık batmıştı. Sekerek dışarı çıktı. Kendisiyle alâkadar oldular, kıymık çıkarıldı ve tentürdiyot sürüldü. Mestlerini giyerek tekrar salona döndü ve semâ’a devam etti.
Postta oturan Şeyh efendi son derece akıcı bir uslûbla farsça beyitlerle süslü konuşmasında neler söylemişti, hiç hatırlayamadım. Hayli zaman sonra, orada bulunanlardan bâzılarına o gün kimler vardı diye sorduğumda, onların da mest ü hayran olup fevkalâde bir rüyadan başka bir şey hatırlamadıklarını gördüm. (…)
Mevlevi topluluğundan bâzılarını sonraki aylar ve yıllarda tekrar tekrar gördüm, tanıdım. İsimlerini kaydediyorum:
Mithat Bahârî: Bahariye Mevlevihânesi son şeyhi.
Gavsi Baykara: Semâzenbaşı. Yenikapı Mevlevihânesi son şeyhi Nasır Abdülbâki Efendi’nin büyük oğlu. Neyzen, bestekâr .
Rüsûhi Baykara: Semâzen. Gavsi Baykara’nm kardeşi ve müptedî semâzen, Nasır Abdülbâkî’nin (kısaca Baki) babası.
Abdülbâkî Baykara: Müptedî semâzen. Rüsûhi Baykara’nm oğlu, sekiz yaşında.
Selman Tüzün: Semâzen. Şeyh Hüseyin Fahreddin Efendi’nin torunu.
Ahmet Bîcan Kasapoğlu: Semâzen. Müptedî semâzenin hocası (Semâ Dedesi)
Bâhir Şereftuğ (Semâzen. Emekli deniz albayı), Sâdeddin Heper (Kudümzenbaşı, âyinhan, bestakâr), Hopçuzâde Şâkir Efendi (Kudümzen, âyin-han), Osman Dede (Halîlezen, Son Mevlevi dedelerinden). Halil Can (Neyzenbaşı, mûsikişinas), Niyazi Sayın (Neyzen. Ney’in büyük üstâdı), Ulvi Erguner (Neyzen, Neyzen Süleyman Erguner’in oğlu), Câhid Gözkan (Rebâbî, tanbûrî, mûsikişinas), Hulûsi Gökmenli, (Naathan, âyinhan, gazelhan)
Misafirlerden hatırladığım kimseler:
Rüsûhi Baykara’nm, Selman Tüzün’ün, Ulvi Erguner’in, Halil Can’ın eşleri; Bahir Şereftuğ’un kızı Gülser Hanım, Ahmet Bîcan’ın annesi ve Şeyh Hüseyin Fahreddin Efendi’nin kızı Destînâ Hanım.
Aşr-ı şerifi Kâzım Büyükaksoy okumuştu. Naati okuyan kimdi, semâzenlerden ve mutrıpdan başka kimler vardı, hatırlamıyorum. Okunan bestenin Dede Efendi’nin Sabâ âyini olduğunu, Halil Can Bey Sâmiha Hanımefendiyle sohbetinde “Sabâ makamı dokunaklıdır, insan hayallere dalar, göklere yükselir” sözleriyle ifâde etmişti.
Bu âyinde bulunan ve hâlen hayatta olanlara o günün (tam) târihini sordum, hiç kimse hatırlayamadı. Müptedî semâzen Baki Baykara’yı telefonla arayıp buldum, kendisini kırk senedir görmemiştim. Hâlen Marmara Üniversitesi’nde matematik hocasıymış. “Âyin hangi târihte yapılmıştı?” diye sordum. “Hatırlamıyorum, fakat orada bulunan tanımadığım bir hanım bana bezden yapılmış bir semâzen hediye etmişti. Altındaki karton tablada o günün târihi vardı. Ama nerede olduğunu bilemiyorum, bir bakayım belki bulurum” dedi. Birkaç gün sonra tekrar konuştuk, bebeği maalesef bulamadığını söyledi. (Yazar daha sonra Âyîn’in 1956 yılı yazında yapıldığını söyler, bk. s. 169)
Bu, belki de, 1925’den sonra, bütün âdâb ve erkânıyle icra edilen ilk Mevlevi âyini idi.” (Hayâli Cihan Değer, s. 116-119)
(*) Özcan Ergiydiren, Hayâli Cihan Değer, Kubbealtı neşriyâtı, İstanbul, 2009, telefon: 0212 516 23 56
#Mehmet DEMİRCİ