TANPINAR’IN GÖZÜYLE MEVLEVÎ SEMÂI
Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) İstanbul Şehzâdebaşı’nda doğdu. Babası kadıydı, onun memuriyeti dolayısıyla küçük yaştan itibâren Ergani, Siirt, Kerkük, ve Antalya’da bulundu. Yüksek tahsîlini İstanbul Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi’nde tamamladı. Burada Yahyâ Kemal’in öğrencisi oldu.
Tanpınar’ın dînî-tasavvufî cephesine kısaca bir göz atmak istersek, karmaşık ve zor bir meseleyle karşılaşırız. Her şeyden önce o, Osmanlı’dan Cumhûriyet’e bir intikal dönemi insanıdır ve bunun zorluklarını iliklerine kadar yaşamıştır. Çocukluğundan hatırladıkları arasında Kısas-ı Enbiyâ hikâyeleri, Kerkük’te büyük annesinden dinlediği halk masalları ve Yûnus ilâhileri dikkati çeker[1] Fikrî şahsiyetinin oluşmasında Yahyâ Kemal’in etkisi büyüktür.
Yenilik, ıslahat, Tanzimat hareketleri sonucu Avrupa ile yakın ilişkiler içine girdik. Batıda gelişen pozitivist ve materyalist dünya görüşü Osmanlı aydınını etkisi altına aldı. Yahyâ Kemal (1884-1958) tipik bir örnektir. Bir ara dinden tamâmen uzaklaşmışken, Fransa’da birkaç hocasının etkisiyle vatan fikrine, milliyet ve yerli kültürümüze eğilerek “eve dönme”sini bilmiştir.
Tanpınar da Yahyâ Kemal gibi bir “kültür müslümanı”dır. Ancak bu konuda hocası kadar açık değildir. Yahyâ Kemal’in hiç olmazsa Süleymaniye’de ve Büyükada’da kıldığı bayram namazlarına âit kendi dilinden canlı hatıraları vardır. “Tanpınar (ise) kendisini çok saklayan bir yazardır.” Estetiğinin ve mimarisinin hayranı olduğu mâbetlerimizin içine girdiğine dâir yazılarında bir ipucuna rastlanmaz. Onu “… bazı akşam saatleri bu küçük câmiin (Orhan câmii) önünden geçerken veya kapısından bakarken…” görürüz [2]. “Ahmed Hamdi Tanpınar, iki medeniyet dairesi arasında yalpalayan tereddüdün en seviyeli temsilcisidir.”[3] İhsan Örücü “Bir Ramazan gecesi Tanpınar’ı Sultan Ahmet Caminin pencerelerinden adetâ başkaları tarafından tanınmaktan saklanarak içeri bakarken ve ağlarken” gördüğünü anlatır.[4]
Ölümünden 13 gün önce yazdığı belirtilen satırlarda şöyle der: “Allah’a inanıyorum. Fakat ben Müslüman mıyım bilmem. Fakat anamın babamın dininde ölmek isterim ve milletimin Müslüman olduğunu unutmuyorum ve Müslüman kalmasını istiyorum.”[5]
Tanpınar’ın tasavvufi duyuş ve düşünüş karşısındaki tavrı hakkında iki farklı görüş vardır. Birincisine göre o, bu konuların dışında ve uzağındadır. Onun “İslâm-Osmanlı olana duyduğu ilgi son kertede estetik bir ilgidir ve pek sevdiği sözlerle belirtirsek manevî iklîme ilişkindir.”[6]
İkinci ve daha yaygın görüşe göre: “Tanpınar, modernitenin içindeki metafiziği yakalama çabasındadır. Modernitenin seküler anlayışına ve yönelimine elbette sesini çıkarmamaktadır.”[7]
A.H. Tanpınar’ın, huzursuz ve mütereddit bir ruh yapısına sâhip olduğu malûmdur. Kendi iç dünyasına ne kadar sızmıştır bilemeyiz, ama Tanpınar tasavvuf inanışının kültür ve medeniyetimize yansımaları ve bunların tasvîri konusunda cömert bir duygu ve ifade gücüne sâhiptir. O, Anadolu’da gelişen edebiyatımızı beş döneme ayırır ve hepsinde de dini-tasavvufi ilhâmın söz konusu olduğunu belirtir. [8]
Öğrencisi Mehmet Kaplan’ın (1915-1986) ifadesiyle: “Tanpınar’ın başlıca özelliği, kendisini okuyanları iyi bir rehber gibi, büyük kahramanlara, târihe, tabiata, sanata ve Tanrı’ya götürmesidir.” [9]
Bunun örneğini Beş Şehir adlı şehir monografileri kitabında görürüz. Bu deneme türü kitapta Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’a yer verir. Burada adı geçen şehirlerin tarihi ve kültürel maceralarını, ümitlerini kendi gözlemlerine dayanarak anlatır. Âdetâ, eskinin büyük değerlerinden hareketle geleceğe uzanan bir perspektiv çizer. Beş şehir, dikkatle ve sabırla okunması gereken mühim bir kitaptır.
Tanpınar 1923’te Edebiyat Fakültesini bitirince önce Lise edebiyat öğretmeni olarak Erzurum’a tâyin edilir. Bir buçuk yıl sonra aynı görevle Konya Lisesi’ne gelecektir. İki yıl görev yaptığı Konya’ya 1925 yılı bahar aylarında gelmiş görünüyor. Beş Şehir’deki Konya izlenimleri bu döneme âit olmalıdır.
Bu yazıda Tanpınar’ın Mevlevî semâıyla ilgili gözlem ve düşüncelerini aktaracağız; şöyle yazar:
“Mevlevi âyinini son defa dergâhların kapanmasından biraz evvel, bir kadir gecesi (20 Nisan 1925’e rastlar. MD), Konya’da görmüştüm. Bu kadar sembollerle konuşan bir terkip azdır. Her duruşun, tavrın, kımıldanışın ve adımın mânası vardır. O hırkaya bürünüşler, ilk ney sesinde uyanışlar (ölüm ve haşir), kol açışlar ve ayak kilitleyişler (Mevlevi âyininde her mevlevî Ali’nin zülfikarı olur) bir kitap gibi derin derin anlatan şeylerdir. Asıl sema’a gelince, şüphesiz dünyanın en güzel rakslarından biridir. Mukaddesin iklimini zaptetmiş, orada hilkatin sırrını tekrarlayan bir bale. Yazık ki Degas cinsinden bir ressamı çıkmadı.
Karşımda kandillerin titrek ışığında dönen, değişen, süzülen, âdeta maddî varlıklarından ayrılan bu insanlar gerçekten aşk şehitleri olmuşlardı ve gerçekten musaffa ruh halinde iki yana açık kolları ve rıza ile bükülmüş boyunları ile döne döne semâvâta çıkıyorlardı.
O akşam sema’da gördüğüm insanları ertesi sabah çarşıda, pazarda işlerinin başında ve bir talebemi lisede karşımda görünce hakîkaten şaşırmıştım. Onları ben arkalarında esen Rast’m sert rüzgârında uçup gitmiş sanıyordum. Bu ölen ve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanların arasına katılamadığıma, o neşveyi bulamadığıma şimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır.
Konya’da bulunduğum yıllarda beni sık sık meşgul edenlerden biri de Şeyh Galip’ti. Mevlevî çilesinin bir yılını dergâhta geçirdi. Sanatına tam sâhip olduğu devirlerde yazdığını tahmin ettiğim bir müseddesi vardır ki mevlevî âyininin bütün sembollerini, mevlevî mâcerasının kendisiyle beraber verir.” [10]
Tanpınar’ın, kitabına bir bölümünü aldığı Gālib Dede’nin bu harikulâde müseddesinin tamâmını ve ardından nesre çevrilmiş şeklini sunuyoruz: [11]
I- Bu şeb pertev salıp nâgâh âh-ı subhgâhîler
Açıldı nûr-ı çeşmim rûşen oldu hep siyâhîler
Hilâl ü bedr olup deryâ-yı istiğrâka mâhîler
Tecellî kıldı birden intizâr-ı gâh gâhîler
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
II- İşârât-ı dakîki âlem-i akvâlden bîrûn
Makāmât-ı garîbi fikr-i ehl-i hâlden bîrûn
İmâmân ile gavs aktâb ile ebdâldan bîrûn
Hülâsa âlem-i dîgerde hâl ü kālden bîrûn
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
III- Kimi mest-i mahabbet hâne-i hammârdan gelmiş
Kimi medhûş-ı hayret şu’le-i dîdârdan gelmiş
Kimi hûrşîde benzer âlem-i envârdan gelmiş
Kimi varmış diyâr-ı vahdete tekrârdan gelmiş
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
IV- Kelâm-ı samtı deryâlar gibi pür-cûş söylerler
Mahabbet râzını birbirine hâmûş söylerler
Be-her dem hûş der-dem sırrını bî-hûş söylerler
Rumûz-ı aşkı cümle bî-zebân u gûş söylerler
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
V- Zarâfet sebkine ifrâg edip keşf ü kerâmâtı
Terellâya çıkarmışlar velâyât u makāmâtı
Getirmişler harîm-i zühde koymuşlar harâbâtı
Libâs-ı fakr içinde gizlemişler vecd ü hâlâtı
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
VI- Melekler reşk eder bir tavr u âdâb u rüsûmu var
Melikler mâlik olmaz deff ü ney tabl ü kudûmü var
Semâ’ meydânının hem mihr ü meh çarh u nücûmu var
Husûsâ içlerinde zât-ı Mevlânâ-yı Rûmî var
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
VII- Vücûd-ı mutlak üzre devr ederler ayn-ı vahdetde
Kamû hûrşîd-veş tenhâ gezer kesretde halvetde
Medâr-ı pây-ı seyri nokta-i gayb-ı hüviyyetde
Visâl-i sırf bulmuşlar bidâyetde nihâyetde
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı ilâhîler
VIII- Şeh-i mülk-i kanâ’at her biri ankā hümâyız der
Vücûdu pûte-i iksîre koyduk kîmyâyız der
Zer-i mahbûb-ı aşkız sikkemiz var bî-recâyız der
Cemî’an Hazret-i Monlâ’ya onlar hâk-i pâyız der
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı İlâhîler
IX- Çü oldum cân u dilden mazhar-ı aşk olmağa tâlib
Düşüp bir âteşe seyr eyledim her sû vü her cânib
Harîm-i hâs-ı bezm-i vasla oldu hâtırım câlib
Bu beyti okudu ol meclisin bir mahremi Gâlib
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler
Aceb heybet aceb şevket aceb tarz-ı İlâhîler
Bu müseddesi şöyle nesre çevirebiliriz:
I- Bu gece sabah vaktinin âh ve özlemleri ansızın ışık saldı da gözümün nûru açıldı ve bütün karanlıklar aydınlandı. Hilâl ve dolunay birer balık olup istiğrak deryâsına daldılar. Ara sıra beklediğimiz güzellikler birden tecellî etti.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
II- Onların ince işâretleri sözlerle ifade edilemez, garip makamları ehl-i hâlin düşüncesinden ötedir, anlaşılmaz. Hattâ (Üçler’in ikisi olan) İmâmân, Gavs, Kutuplar ve Abdal’dan ötedir, fazladır. Hulâsâ öteki alemde hal ve sözden ötedir, fazladır.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
III- Kimisi şarap ustasının evinden çıkıp gelmiştir ve muhabbet sarhoşudur. Kimi, sevgilinin cemâl parıltısını görmekten dolayı hayret ve dehşet içindedir. Kimisi, nurlar âleminden gelmiş bir güneşe benzemektedir. Kimi de vahdet deryâsına varıp tekrar gelmiştir.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
- Sessizlik kelâmını denizler gibi coşup taşarak söylerler. Muhabbet sırrını birbirine susarak söylerler. Hûş der dem (Aklı nefesinde olmak, her an uyanık bulunmak, Allah’ı unutmama) sırrını devamlı olarak kendinden geçmiş halde söylerler. Aşkın rumuzlarını, gizli mânâlarını, tamâmen dilsiz ve kulaksız olarak (söylemeksizin ve işitmeksizin) birbirlerine söylerler.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
- Keşif ve kerametleri zarafet kalıbına döküp, velâyetleri ve mânevî makamları terellayâ çıkarmışlar; yani musiki terennümleriyle ifade etmişler. Meyhâneyi getirip zâhitliğin tam içine koymuşlar, mânevî vecd ve halleri fakr elbisesi içinde gizlemişler.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
- Onların, meleklerin bile kıskandığı tavrı, âdâb ve erkânı vardır. Hükümdarların sâhip olmadığı def, ney, davul, ve kudümleri vardır. Semâ meydanlarının güneşi, ayı, gökyüzü ve yıldızları vardır. Özellikle de içlerinde Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin hakîkati vardır.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
VII. Vahdetin tâ kendinde mutlak vücud üzre dönerler. Hepsi kesrette ve halvette, sanki güneş gibi tek başına gezer. Hareket eden ayaklarının merkezi Hüviyet gaybının noktasıdır. Onlar, işin başında da sonunda da tam vuslatı bulmuş bahtiyarlardır.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
VIII. Her biri kanaat mülkünün pâdişahı Anka kuşu olduğunu söyler. Varlığı iksir potasına koymuş bir kimyâyız derler. Aşk mahbûbunun altınıyız, sikkemiz var, kimseden bir şey ummayız derler. Onların hepsi Hz. Mevlânâ’nın ayağının tozuyuz derler.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
- Ne zaman ki cânü gönülden aşka mazhar olmayı istedim; bir ateşe düşerek her tarafı, her yönü dolaştım. Böylece gönlüm vuslat meclisinin harîmine / tâ içine ulaşmayı istedi. Nihâyet o meclisin bir mahremi bu beyti okudu ey Gālib.
Bir de ne göreyim, hepsi külâhlı güzîde bir topluluk! Öyle heybetli, öyle haşmetli, öyle ilâhî bir edâya sâhipler ki! Anlatılamaz.
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
[1] Bk. Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası içinde (Kerkük Hatıraları), İstanbul, 1983, s. 248,
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 100 Temel Eser, İstanbul, 1969, s. 115,
[3] Ahmet Turan Alkan,” “Saç Jölesi ve Tanpınar”, Zaman, 29.12.2001.
[4] Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, 16.
[5] Orhan Okay, “Tanpınar,Ahmet Hamdi”, DİA, c. 39, s. 569
[6] Ahmet Oktay, “Tanpınar: Bir Tereddüdün Adamı”, Bir Gül Bu Karanlıklarda (BGBK) içinde, Haz. Abdullah Uçman-Handan İnci, İstanbul 2002, s. 466.
[7] H.B. Kahraman, “Yitirilmemiş Zamanın Ardında: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Muhafazakâr Modernliğin Estetik Düzlemi”, BGBK içinde, s.639.
[8] Turan Alptekin, Bir Kültür Bir İnsan, s. 58, İstanbul 1975.
[9] M. Kaplan “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Güzel Eserin Üç Temeli”, BGBK içinde, s. 187.
[10] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Devlet Kitapları 1000 Temel Eser, İstanbul, 1969, s. 101 vd
[11] Şeyh Galib Dîvânı, haz. Muhsin Kalkışım, Akçağ, Ankara, 1994, s. 190
#Mehmet DEMİRCİ