“FİNCANIMDA COLA VAR”

“FİNCANIMDA COLA VAR”

1961 Eylül başlarında Konya İmam-Hatip Okulu mezunu bir grup arkadaş İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü sözlü sıvalarına girmek üzere Konya’dan kara trene bindik. Otobüsler şimdiki kadar yaygın ve konforlu olmayıp, kara yolları da düzgün değildi. Tren tenhaydı. Kompartımanlar arasında dolaşırken birinci mevkîde rahmetli Nurettin Topçu’yla karşılaştık. O sırada 1960 ihtilâli sonrası ilk seçim propagandaları yapılıyordu.Nurettin Topçu, Adalet Partisi Konya senatör adayı idi.

O sıralarda benim değerler dünyamda, hayâlimde, Nurettin Topçu’nun oldukça müstesnâ bir yeri vardı. Fakat Konya’da dinlediğim propaganda konuşması çok zayıftı, hayal kırıklığına uğradım. Sonraları anladım ki, siyâsî hitâbet ayrı bir şey.

Trende uzun süre N. Topçu ile konuştuk. Kendisi son derece me’yus ve üzgündü. Konya’da en büyük rakip olarak Osman Bölükbaşı’nı görüyordu. Osman Bölükbaşı çok iyi bir siyâsî hatipti. Bütün Anadolu’da olduğu gibi Konya’da da konuşmalarında etrafı kasıp kavururdu. Onun o sıradaki aşırı cerbezesi Topçu’yu herhalde çok fena etkilemiş. Bölükbaşı’nın aleyhinde konuştu, verip veriştirdi. Yeni ihdas edilen senato seçiminde çoğunluğu sağlayan parti bütün üyeleri alırdı. Ekim ayındaki seçimlerde CHP az farkla çoğunluğu aldığı için Topçu senatör olamadı.

Onunla fikri meseleler de konuştuk. İmam Hatib’i yeni bitirmişiz, fazla birikimimiz de yok, ama epeyce sohbet ettik. Ben o sırada onunTaşralı isimli hikâye kitabını yeni okumuştum. Buna çok memnun oldu.

CELÂL HOCA

İstanbul Y. İslâm Enstitüsü’ne gidiyoruz; Topçu bize bâzı tavsiyelerde bulundu. “Bakın dedi orada birkaç hoca ile karşılaşacaksınız, Celâl Hoca’nın eteğine sıkı sarılın. Celâlettin Ökten.”Celâl Hoca sınıfa tesir eden hocalardan birisiydi, hafif sakalı vardı etkili, karizmatik bir görünüşe sahipti. Biz de Nurettin Topçu’nun hatırlatmaları dolayısıyla olsa gerek, daha dikkatli takip ederdik. Kelâm dersimize girerdi; ancak birkaç ay sonra vefat etti.

Celâl Hoca (1882-1961) İslâm ve Şark kültürünü, Doğu ve Batı düşüncesini iyi bilen bir kimseydi. Pek çok insanın yetişmesinde hizmetleri oldu.[1] Tasavvuf çevreleriyle ilgisi vardı. Hocanın kayınbiraderinin şöyle bir ifadesi var:

“Mütâreke yılları idi (1918 sonları) (…) Civârımızda tarîk-ı Rifâiyye’den Ümm-i Ken’an dergâhında her Cuma namazdan sonra Rifâî âyîni icrâ edilirdi. O meş’um günlerin elem ve ıztıraplarını kısmen de olsa dindirebilmek için oraya giderdik (…) âyinden sonra dergâhın şeyhi Kenan Rifâî’nin odasına gidiliyor, ilmî ve edebî sohbetler ediliyordu.”[2]

Kenan Rifâî’ye aitSohbetler kitabında şu satırlar yer alır:

“Bir de bâzısına bu hil’at sırf ihsan olarak giydirilir. Meselâ Celâl Hoca gibi, Rifâî evladı olduktan sonra cezbe verildiği halde tahammül edemeyip: Alın bu hâli benden… kitaplarım iki parmak toz tuttu, okuyamaz oldum! diye daha bu aşk hil’ati alınmadan, alınması için: Alın alın, diye şikâyet edenler de olur.”[3]

Celâl Hoca’nın aynı okullarda öğretmenlik yaptığı Kenan Rifâî ile yakınlığı ileri derecede olmalı ki K. Rifâî, oğlu Kâzım Büyükaksoy’a Hoca’dan özel dersler aldırmıştır.[4]

Kenan Rifâî evladı,Kubbealtı Lugatı müellifi İlhan Ayverdi Hanımefendi (1926-2009) de Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Hoca’dan evinde özel olarak Arapça dersi almıştır. Ders arkadaşı da Orhan Okay’dır.[5]

Orhan Okay’ın bu olayı anlattığı çok hoş yazısında; Celâl Hoca’nın gençlik yıllarında Karagümrük Cerrahî Tekkesi şeyhi Fahreddin Efendi’ye intisab ettiği, rüya tabiri konusunda bu şeyh efendiden el aldığı ve bu konuda iyi olduğu bilgisi de yer alır.[6]

SADETTİN ÖKTEN

Asıl konumuz Celâl Hoca’nın oğlu olan Prof. Dr. Sadettin Ökten’in bir kitabıdır. Celâl Hoca çocuklarına zamanının resmi okullarında müspet ilimler sahasında tahsil yaptırmıştır. Ama görünen o ki, kendisi de bizzat onların eğitimiyle ilgilenmiş, hâmili olduğu zengin Şark İslâm kültürüyle evlâtlarını beslemiştir.

Prof. Dr. Sadettin Ökten 1942 doğumlu olup, İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirir ve aynı üniversitenin Mimarlık Fakültesi’nde akademik hayata başlar. Amerika’da ve Belçika’da alanıyla ilgili çalışmaları olmuştur.

Yüksek inşaat mühendisliği ve mîmarlığın sâdece teknik boyutuyla yetinmemiştir. Şehir ve medeniyet, özellikle de İslâm medeniyeti ve İstanbul kültürüyle yakından ilgilidir, bu gibi konulardaki entelektüel birikimiyle tanınır. Çok hoş olan sohbet üslûbu ve sevimli sakalıyla bir eski zaman bilgesi görünümündedir. Bulunduğu ortama pozitif enerji saçar.

ÖZETLE BATILILAŞMAMIZ

Türkler tarihin en eski milletlerindendir. Osmanlı Türkleri Balkanları fethetti. Avrupa topraklarında 4-5 asır hükümran olduk. İyi bir yönetim sergiledik. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da da hâkimiyet kurduk. Pax Ottomana (Osmanlı barışı) denen bir huzur ve sükûn ortamı oluşturduk. Sözünü ettiğimiz topraklardan çekildiğimizden bu yana, oralara bir türlü barış ve huzur gelmedi.

Daha sonra yeni gelişmeleri takip edemedik. Batı dünyaâsında sanâyi devrimi ve seri üretim başladı. Önce cephelerde yenilmeye başladık. Onların silahları bizimkinden daha güçlü ve etkiliydi.

Sonunda Batılı gibi olmaya karar verdik. 1800’lü yıllarda Tanzîmat’la bu konuda kesin adımlar atıldı. Batının sadece bilimini ve teknolojisini mi alacaktık, yoksa o sıralarda hâkim olan pozitivist ve materyalist zihniyeti de gelecek miydi? Bu konuda kafalar karışıktı.

Tanzîmatla başlayan pozitivist ve materyalist anlayış Cumhuriyetle birlikte daha güçlendi. Bu yönde devrimler yapıldı ve şiddetle uygulandı.

Bütün bunlar Türkiye’de bir travmaya yol açtı. Toplumu birbirine bağlayan bin yıllık değerler yıprandı. Ne tam Batılı olabildik, ne de kendi değerlerimizi yaşatabildik.

İşte bütün bunlar karşısında bocalayan Türk insanının manzarasını konu edinen bir kitap çıktı:Fincanımda Cola Var. Sadettin Ökten imzâlı ve Tûtî Kitap yayını.

FİNCANDAKİ COLA

Kitabın ismi ve kapağı çok câzip. Sadettin Hoca ile özel olarak yapılan konuşmaların deşifre edilmesiyle ortaya çıkmış. Sohbet tadında, onun için okunması kolay. Sadettin Bey’in lisânı ile bugünün dili arasında farklar olacağı muhakkak. Bu sebeple yazıya geçirilirken, bâzen parantez içinde, bazen doğrudan yeni kelimelere yer verilmiş. Dil hassâsiyeti olanlar için bu pek hoş karşılanmaz. Maalesef bugün Türkçemiz ciddî bir sıkıntı içinde. Yeni nesiller anlamıyor diye çok fakir bir kelime hazînesiyle yetinmeye mahkum oluyoruz.

Kitabın sayfa düzenine bir hayli emek sarf edilmiş. Çok sayıdaki özel isimler ve kavramlar hakkında aynı sayfa içinde, kutucuklar içinde kısa bilgiler verilmiş.

Kitapta târih, kültür, medeniyet, şehircilik, yaşama üslûbu, İstanbul medeniyeti, Doğu-Batı mukayesesi vb. birçok konu yer alır. Bunlar irfan süzgecinden geçirilerek dile getirilir. Kitaptan tasavvuf kültürü ile alâkalı bölümlerden bazı alıntılar yapıp ara başlıklar koyacağım.

TOPÇU VE BEKKÎNE

Nureddin Topçu’nun Nakşî şeyhi Abdülaziz Bekkîne’ye (1895-1952) bağlılığı hakkında bir olay nakledilir. Aziz Efendi kıt kanaat geçinen biridir, hattâ ayakkabısını eşiyle ortaklaşa giymektedir. İşte bu istiğnâ (gönül tokluğu), yazarımıza göre Topçu’yu ona bağlayan sebeplerden biridir. Louis Massignon ve Henri Bergson gibi kimseleri tanıyan Topçu, Aziz Efendi’nin müstağnîliğine hayran olur. Şöyle bitirir:

“Bir de Aziz Efendi’ye bakmış, ufacık bir adam, câmide imam, cüz’î bir maaşı var ama muhabbet ehli. Muhabbet ortak kabul etmez. Efendi her şeyden müstağnî. O istiğnâ yakalıyor Topçu’yu. Ve Aziz Efendi’ye muhabbetle bağlanıyor. Muhabbet, hayret ve hayranlığın çok fevkındedir.”

MENKIBE OKURUM

“Meselâ şunu net ifade edeyim:

Oradaki kavramları anlayamadığım için Tasavvufa dâir ki­tabı okuyamam.

Tasavvuf ilmini anlatan kitaba da bir Fizik kitabı gibi bakamam, bakmayı edepsizlik addederim. Tasavvuf “hâl ilmidir”, hattâ “hâl pratiğidir”, yani hal’le hallenmektir. Felsefe değil ki mübarek! O açıdan okuyamam.

Ben menkıbe okurum…

Çok menkıbe dinlemişimdir.

Allah dostları, o menkıbelerden süzerek bir düsturlar bütünü çıkarmışlardır, ben neticeyi anlamaya çalışırım.”

KALB AYNASI

“Kalbe giren Allah’tan gayrı her şey ‘is, leke, toz’ olarak adlandırılır. Allah’tan gayrı şeylere duyulan ‘sevginin, isteğin, şehvetin ve arzunun’ o kalpte yer bulmasıyla aynanın kirleneceği ifade edilir. Bir manada, kalpte Allah’tan gayrısının yer bulması ve kalbin bundan tatmin olmasıyla ayna, yani kalp kirlenmiş olur.

O kirlenmeyi de ‘kararma’ ile ifâde ederler ki o zaman kalbe ışık bile düşse ayna o ışığı yansıtamaz. Çünkü artık ayna olma vasfını kaybetmiştir…

Ayrıca, o kalpten herhangi bir ışık yansımadığı için de böyle bir kalbe ışığın düşüp düşmediğini bilmiyoruz. Belki Rahîm, belki de Rahmân sıfatıyla bütün insanlara sürekli olarak bir ışık düşüyor ama ışık yansımadığı için ne insanın kendisi fark ediyor ne de diğer insanlar.”

HAK DİVANI

“Merhum Safer Efendi buyururlardı ki: ‘Oğlum âhirette öyle insanlar göreceğiz ki şaşıracağız. ‘Bunlar Müslüman mıy­mış?’ diye soracağız. Öyle insanlar da göreceğiz ki, ‘Dünya hayatında biz bunları Müslüman olarak bilirdik ama değil­lermiş.’ diyeceğiz.’ Hiç belli olmaz bu iş…

Onun için Yunus Emre’ye kulak ver:

“Er, yarın Hak dîvânında belli olur!”

TEKKELERİN HİZMETİ

“Batılı entelijansiya, yönetici elit kesime ‘Tekkeleri kapat!’ di­yor. Bu, şu demek: Tekkeler kapatılınca insanlar madde ve dünya karşısında savunmasız kalacaklar. Bunu çok iyi biliyorlar.

“Mahalle teşkîlâtını boz, yok et!” diyorlar. Böylece toplumsal yapıyı ko­ruyan ve dayanışmayı sağlayan teşkiîlât çöküyor, birey ‘yalnız ve korunmasız’ kalıyor.

Bu gibi hususlara aklımızın erdiğini hiç zannetmiyorum, hem de hiç!

“Kapanınca ne olur? Bozulunca ne olur?” Hiç bilemedik. Hâlâ da bilemiyoruz.

Aslında bunları yaparak toplumun dayanışma ruhunu, yani ‘tasavvufî terbiyeyi’ kaldırıyorlar.

Câmiye dokunmuyor adam. Büyük tepki alır…

Ama tekkeye dokunuyor!

Tekkeye dokunduğunuz anda…

Siz sadece Nezîr (uyarıcı)sıfatı ile baş başa kalırsınız.

Beşîr (müjdeleyici)sıfatınız kaldırılıyor!

Halbuki insanın her ikisine de ihtiyacı var.

Malum Nezir, caminin; Beşir, tekkenin ana öğretisidir.

Câmide Beşîr, Nezîr’in ardında; tekkede Nezîr, Beşîr’in ardındadır.

Tekke birebir eğitim yeridir…

Tekke terbiyesi başka bir şeydir, orada mürşidle birebir ilişki halindesinizdir…

Mürşidin evsafı da bana göre hiç mühim değil. Karşındaki mürşid mi? Tamam. O’na gönlün aktı mı? Tamam. İşte O, size kendi hilatini giydirir.

Allah’ın isimleri her mürşide farklı farklı tecelli eder. Muhte­lif renkler zenginliktir. Orada bir hava, bir tat vardır.

Size birebir der ki:

“Sen bir insansın, hoşça bak zâtına…” “Allah, sana böyle böyle söyledi…” “Resul de böyle böyle yaptı…”

“Hadi bunları beraber yapalım. Gözün korkmasın, bak ben de tam yapamıyorum zaten.”

Yapıyor da söylemiyor, sana ağır gelmesin diye. Yahut yapamıyor ama hiç mühim değil.

Doğrudan doğruya senin gönlüne hitap ediyor…

Caminin buna vakti yok. İmkânı da yok.

O, umuma söylüyor. Onun için korkutuyor.

Öteki de “Kork câmiden ama çok da korkma. Ümîdi de hiç kaybetme.” diyor.

“Bak burada müjdeli, sıcak, muhabbetli ve sana özgü işler filan var, haydi yap” diyor.

İşte ‘batılı güç’, böyle söyleyen tekkeyi kaldırıyor.

O zamanki yönetici elitin bu sistemi koruyacak kadar basîreti olsaydı, Türkiye bu pragmatik kapitalizm karşısında bugün mecrâsını bulur, bir başka durumda olurdu.”

MUHABBET YOLU

“Benim tanıdığım yine böyle bir büyük zat vardı, o derdi ki: “Ben bir talebemde bir sû-i hal (kötü hal, yaşayış) görsem, onu kolay kolay söyleyemem.” “Neden?”

“Rencîde olur, üzülür…”

“Çok husûsî bir durum, bir vaziyet ortaya çıkarsa hâsıl olursa ki o tertîb-i Hak’tır, o zaman ancak müsâit halde söyleyebili­rim ama onun hâricinde onun hakkında ‘duâ ederim’… Düzelmediyse bir daha ederim, düzelmediyse bir daha ederim.” Yine İslâmî konuşalım; kalp böyle olunca Allah o kalbin ar­zusunu kırmaz.

Ve ‘Kalpten kalbe yol vardır’ lafzı da buradan anlam kazanır. Kalpten kalbe bizim bildiğimiz fizikî yol yok, manevi bir yol var. Adı da muhabbet yolu, aşk yolu, râh-ı aşk…”

ÜMÎDİN ÇOCUĞUYUZ

“Bütün dinlerin hem maddesi hem de mânâsı var.

Çünkü insan, madde ve mânâya mahkûm

İslâm dininin yapılanmasında madde, câmilerdir; mânâ da tek­kelerdir. Meselâ şu anda, Türkiye’de ciddî bir ‘erk’ (iktidar) var. Paramız var, bir şeyler yapabiliyoruz.

“Keşke bu erk, bir tekke terbiyesinden geçseydi, işte o zaman uygulama başka türlü olurdu.” diyorum. Çünkü o tekke terbiyesi, insana ‘insan’ olarak kalmasını tembihlerken ve öğretirken maddenin nasıl yönetileceğini tâlim ediyordu (öğretiyordu).

Ben iyimserim.

Bu yaşta hayata karamsar nazarla bakmak bize zaten yakışmaz.

Biz “ümîdin çocuklarıyız”.

Bir de Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez!

Bunu hiç unutmayalım.”

AŞK

“Aşk deyince, bunu karşı cinse olan alâka olarak anlayın ama onun ötesi de var. Meselâ bir şiir aşkı, bir müzik aşkı olabilir. Aşkı, modernistler hormonlarla ifâde ediyorlar ama onların dediği; ‘şehvet’…

Kalpteki hormon ise farklı…

‘Hormon’ söz­cüğü de burada çok kaba kaldı; kalpte fe­yiz olur, nur olur, lutf-ı ilâhî olur.”

(Sadettin Ökten,Uygarlaştırılan Medeniyetim: Fincanımda Cola Var, Tuti kitap, İstanbul, 2014)

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
medeci42@yahoo.com


[1] Bk. Emin Işık, “Celâl Hoca”,TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. VII, s. 242

[2] Mustafa Özdamar,Celâl Hoca, Marifet yayınları, İstanbul, 1993, s. 34

[3] Ken’an Rifâî,Sohbetler, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 155

[4] Sâmiha Ayverdi,Dost, Kubbealtı neşriyatrı, 3. baskı, İstanbul, 1999, s. 141-142

[5] Orhan Okay, “Medrese Arkadaşım”,Kubbealtı Mecmuası, sayı: 153, Ocak 2010, ss.22-26

[6] Aynı yer, s. 22