Edep Yâ Hû!
Selçuk Eraydın
Hemen hemen bütün dergâhların, tekkelerin, âsitânelerin, zâviyelerin giriş kapısı üstünde veya iç duvarlarında hattâtların eskimez yazıyla yazdıkları Türkçe şu cümleleri ihtivâ eden levhalarla karşılaşırız: Bu da geçer yâ Hû!, Âh teslîmiyet!, Edeb yâ Hû!
Edeb, insanla hayvan arasındaki en mümeyyiz vasıftır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde “Mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor. Bir şâir edebi şöyle târif etmiştir:
“Edeb tâcest ez nûr-î ilâhî-Binih ber ser birev hercâ ki hâhî Yâni Edeb Allah’ın nûrundan bir tâcdır, başına koy ve istediğin yere git!”
Ahlâkî değerler olarak bilinen şeref, nâmûs, iffet, hayâ, mukaddesât, adâlet v.s. gibi vasıflar hayvanlarda bulunmaz. Hayvanlara iffetli veya iffetsiz, nâmûslu veya nâmussuz diyemiyeceğimiz gibi, âlîm veya câhil, âdil veya zâlim de diyemeyiz. Hayvanlar içgüdüleriyle hareket ederler, onların hayrı şerden ayıran mümeyyizeleri yoktur.
Ahlâkî değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu toplumlarda insânî özellikler de zayıflar. Bizim cemiyetimizde Kur’ân-ı Kerîm’in îkâzına rağmen çok eskiden beri devam eden bir yanlış değerlendirme, fuhşun yayılmasına ve çoğalmasına sebep olmuştur.
Nûr sûresinin bir âyetinde Allâh Teâlâ önce, mü’min erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını ve iffetlerini muhâfaza etmelerini emreder. Bu hususta kadınlar erkeklerden sonra zikredilmiştir. Bu âyet-i kerîme bize, kadınların iffet ve nâmûslarının, erkeklerin iffet ve nâmûslarına bağlı olduğunu, erkekler iffetlerini koruduğu müddetçe, kadınların da iffetlerinin korunmuş olacağını açıkça ifâde buyurmaktadır. Fakat esefle belirtmek gerekirse, müslümanlar arasında bile bu iffet ve nâmûs sorumluluğu erkeklerden alınarak, sâdece kadınlara yüklenmiş erkeğin elinin kınası, kadının yüzünün karası tarzında değerlendirilmiştir.
Hz. Mevlânâ’ya göre edeb, insanın bedenindeki rûhtur; enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nûrudur, şeytânın kãtilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.
Allâh Teâlâ’nın bütün isimleri Esmâu’l-Hüsnâ, aynı zamanda O’nun vasfıdır. Fakat insanların kullandıkları pek çok güzel isimler, vasıf olmayıp, sâdece alem olabilir. Temennî niteliği taşıyan bu isimlerin, bilhassa ticârî müesseselere farklı bir mülâhaza ile konması istismâra yol açabileceğinden, bu hususta hassas olmamız gerekir.
Asl olan bu güzel isimlerin insanlarda ma’kes bulmasıdır. Muhsin, Mükrim, Hâmid, Vecdî, Kâmil, Sâlih, Fâzıl, v.s. isimler vasıf olmadıkça bir değer taşımazlar. Yâni yüce dinimizin kendi değerinden çok, bizdeki değeri önemlidir; aksi takdirde onu temsil etmiş olamayız. Meselâ peygamberlere âit olan sıdk, tebliğ, emânet, fetânet, ismet isimleri aynı zamanda onların vasıflarıdır. Cenâb-ı Hak, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz için: “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin”1 buyurarak, O’nun bu özelliğini belirtmişlerdir. Ayrıca Resûlullah’ın bizler için güzel örnek üsve-i hasene oluşu da yine O’nun, edebî vasıfların tecessüm ettiği mercî olduğunu gösterir.
Gerçekte edeb mücerred bir mefhumdur. Bilkuvve müşâhade edilmez; o kişinin hareket ve davranışlarında ortaya çıkar. İnsanın vücûdu edebin ve edebsizliğin sergilendiği yerdir. Baygın veyâ uyuyan bir insanı, boş bir sergiye benzetebiliriz. Bu yüzden sergide gösterilen dostluk veya düşmanlık, sevgi veya nefret, o sergide sergilenen edeb ve edebsizliğe göredir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz sarımsağın kendisinden değil, kokusundan rahatsız olduklarını belirtmişlerdir.
Maddî güzellikler veya çirkinlikler, zaman ve mekânla mukayyettir. Meselâ gülün veya kötü kokan bir şeyin kokuları belirli mesâfelere kadar ulaşabilir. Edeb ve edebsizliğin bıraktığı râyiha ise zaman ve mekânla mukayyed olmayıp, uzak mesâfelere, berzah ve âhiret âlemine ve gelecek zamanlara doğru uzayıp gider. İnsanın malı, mülkü, kendisi ve kendisinde mevcût kãbiliyyetler hep âriyet ve emânettir. Ana rahminden îtibâren başlayan şehâdet sürecinde bize emânet olarak verilen beden elbisesi, tedrîci istihâleler geçirerek, ölünceye kadar bizimle berâber kalır. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz bu emânet elbisede gücümüz, kuvvetimiz, pekçok kãbiliyetlerimiz henüz ortaya çıkmamıştır. Zaman geçtikçe o bedende meknûz olan isti’dâdlar, imkân buldukça gelişirler.
İnsanın güzelliği, sesi, mahâretleri, bütün kâbiliyetleri dâd-ı Hak’tır. Çocukluğumuzda bunların pek çoğunu ızhâr edemediğimiz gibi, ihtiyarladığımız zaman da onların pek çoğunu kaybederiz. Vaktiyle güzelliği dillere destan olmuş bir kadının, bir müddet sonra bu özelliğini kaybetmesi ve îtibardan düşmesi, henüz hayatta iken unutulması bizler için ibret olmalıdır. Bir şâirin dediği gibi:
“Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl,
Ben muhibb-i lâ yezâlim, “lâ uhibbu’l-âfilin.”
Allâh’ın kendisine lutfettiği ni’metleri, O’nun rızâsına uygun bir tarzda kullanmak şükür olduğu gibi, aynı zamanda dünyâ ve âhiret saâdetine de nâiliyettir. Kendisine verilen emânetler sâyesinde toplumda îtibar kazandıklarını zanneden kimseler, onları kaybedince aynı îtibârı görmüyorsa, bu şahsa âit bir değer değildir. Emânetler elinden alındığı zaman, yalnızlığa itilen bir kimse hiçliğin geç farkına varmış olur.
Zenginlik, mal, mülk, mevki, güzellik, bunların hepsi birer âriyettir. Bunlara güvenmek, hayal kırıklıkları yaratır. Bu emânetleri iyi kullanmamak, ihânet olur. Ebediyet, rahmetle anılmaktır.
İnsan sûret ve mânâdan ibârettir. Sûret ve mânâ bütünlüğü olmayan bir iş meydana gelmez; çünkü mânâ sûretsiz görülmez ve hissedilmez. Hz. Mevlânâ insanın tenini ata, dünyâyı da ahıra benzetir. Kendi hâline bırakılan at, doğru ahıra girer. Zîrâ tenin murâdı yemek, içmek, mülk ve maldır. Canın temennâsı ise kesb-i kemâl ve seyr-i cemâldir. Aziz Mahmûd Hüdâî (k.s) hazretlerinin dediği gibi: “Yâni ten dünyâ ve can ukbâ sever.”
Amel ve fiil, görünen şekiller değildir; şekiller o amelin sûretidir. Münâfığın ibâdeti sâdece sûretten ibâret olduğu için değersizdir.
Dünyâ ve âhiret, ten ve can iki ortak hanım gibidir; onları bir arada tutmak hemen hemen imkânsızdır. İnsanın gönlünde iki sevdâya yer olmadığı için, tevhîd şirk kabûl etmez. Nitekim Allâh Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: “Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız; kim de dünyâ kârını istiyorsa, ona da dünyâdan bir şeyler veririz; fakat onun âhirette bir nâsibi olmaz.2 Gözle gördüklerimiz kabuk ve posttur, kalıcı olan ise görülmeyen fakat hissedilen insânî rûhtur. İnsân-ı kâmil, Allâh Teâlâ’nın ahlâkıyla mütehallık olup, onun yeryüzündeki halîfesidir. Bu mertebenin bi’l-asâle sâhibi Peygamber (s.a.v) Efendimiz’dir. Onun makãmı Ferdiyyet-i Muhammedîdir. Peygamberler ve onların vârisleri olan kümmelîn-i evliyâ bu mertebenin bi’l vekâle sâhipleridir.
İnsan sûret îtibâriyle kadehlere benzer. Hakk’ın bu kadehlerde sergilediği isti’dâtlar, hünerler, kadehlerdeki nakışlardır. Kadeh çatlar veya kırılırsa, nakışlar da eksilir veya kaybolur.
İnsan cemâdî, nebâtî, hayvânî rûhların yanı-sıra bir de insânî rûha sâhiptir. Mevlânâ’ya göre bu insânî rûh, hayvânî ruhta gizlidir. Ayranı hayvânî rûh olarak kabul edersek, içindeki gizli ve göze görünmeyen yağ, insânî rûhtur. İnsanın unsurî olan cismini yayığa, hayvânî rûhunu ayrana ve insânî rûhunu da yağa benzetirsek; Hak Teâlâ bu ayranı çalkalayan peygamberler ve onların vârisleri olan velîler göndermiştir. Yapılan mücâhede ve riyâzetlerle, bâtın olan insânî rûh, çalkalanan ayran içindeki yağ gibi ortaya çıkmış olur.
Terbiye eğitimle gerçekleşir, Allâh’ın sıfatları illetlerden münezzeh olduğu için, ta’lîme muhtâç değildir. Peygamberlerin muallimi Hak Teâlâ’dır. Peygamber (s.a) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “Beni Rabbim terbiye etti ve benim te’dibîm ne güzel oldu!” buyurmuşlardır. Peygamberler de eğitimlerinde bir muallime ihtiyâç duymuşlardır. Nâbi yazdığı bir na’t-ı şerîfinde bu husûsu şu tarzda ifâde etmiştir. v “Oldu zânûzede-i medrese-i mâ evhâ
Olmadıysa nola zânûzen-i pîş-i üstâd.”
Yânî O Peygamber mâ evhâ medresesinin diz çökeni olmuştur. Bir üstâdın önüne diz çökmediyse, bunda şaşılacak ne var!
Tâat, hizmet, kulluk ve edeb Hakk’ın lutfudur. Allâh Teâlâ bize bu kãbiliyetleri vermemiş olsa idi, bizde meknûz olan bu güzellikler ortaya çıkmazdı. Nitekim Allâh Teâlâ bu husûsda şöyle buyurur: “İşte sana gelen iyilik Allah’dandır, kötülük ise nefsindendir.” 3
Allâh Teâlâ, rızâsına istiyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendisine verdiği rızıklardan infak eden, kötülüğü iyilikle savan kimselerin hüsn-i hâtime ile âhiret yolculuğuna uğurlanacağını müjdeliyor.4 Bu edebî yükselişe ermiş olan mü’minlerin gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûn, kalbleri O’nu anmakla huzûr bulur.5 Bu dünyâda güzel davranışlara, güzel mükâfât vardır.6 İyilik edenlere Rab’leri indinde diledikleri her şey vardır.7 İyilikler, kötülükleri siler, yok eder.8
Hulâsa edebli olmak Hakk’ın hoşnutluğunu ve sevgisini gerektiren davranışlar sergilemek, sevmedikleri şeylerden de kaçınmaktır. Meselâ Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde: Muttâkîleri, tevbe edip temizlenenleri, mütevekkil olanları, muhsinleri, öfkesini tutanları, insanları afvedenleri, sabredenleri sevdiklerini; bozguncuları, haddi aşanları, küfür ve günahta ısrâr edenleri, zâlimleri, kendini beğenen ve böbürlenenleri, hâinliği meslek edinenleri, fâsidleri de sevmediklerini ifâde buyurmuştur.
Edebî değerlere sâhip olmanın sırrı ihlâs, samîmiyet ve tevâzu’dur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz “Hikmetin başı Allâh korkusudur” buyurmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ, ittikã, kalb-i selîm, birr kelimelerine çok rastlanır. Alçak gönüllülük, mânevî yükselişin sırrıdır. “Kim mütâvâzi olursa, Allâh Teâlâ onun kadrini yükseltir hadîsi” bunun delîlidir.
“İrtifâ-ı kadr için lâzım tevâzu âdeme
Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına.”
Dipnotlar :
1- K. Kerim, 68/4,
2- K. Kerim, 42/20,
3- K. Kerim, 4/79,
4- Bkn. K. Kerim, 13/22; 28/54,
5- Bkn. K. Kerim, 13/28,
6- Bkn. K. Kerim, 16/30,
7- Bkn. K. Kerim, 39/34,
8- K. Kerim, 11/114