HERKES KUR’ÂN UMMANINA DALABİLİR Mİ?
İbn-i Arabi gibi arifler bazan Kur’ân ayetlerini yorumlamışlardır.
Tezahür planında zuhura gelmiş her oluşum, kesrettir, zuhur parçalıdır. Hakikat bütünlüktür, tevhiddir, bölünmemişliktir. Hakikat makamında iman ve küfür yoktur. Ama zuhur planında vardır. Hakikatte kadın erkek yoktur ama zuhurda vardır. Hakikatte sen ben yoktur ama zuhurda vardır. Dolayısıyla madem ki her şeyin aslında birlik vardır, bir ayetin de zuhur planındaki anlamıyla hakikat planındaki anlamı farklıdır.
VARLIK MERTEBE MERTEBEDİR
İbni Arabi’ye; şeriat planında şu şekilde olan bir ayeti hakikat planında nasıl anlamalıyız, diye sorulduğunda ayeti üç ayrı mertebeye göre açıklıyor. Ama mükellef olduğumuz şeriat düzeyindeki anlamdır. Hakikat düzeyi anlamı, bizde şahsi olarak açığa çıkarsa çıkar, o vakte kadar ilk derece ile bağlantıda kalmamız gerekir.
Farklı anlam katmanları anlayışı modern hermönitiğin merak ettiği konular olmaya başlamıştır. Umberto Eco yazılarında bunun üzerinde çok durur. Ayet olsun, hadis olsun, bağlamını bilirsek mesele olmaz. Ama düşünce havuzunu bilmediğimiz zaman, anlamada problemler çıkar. Dil problemi, sûfîlerin ‘nâdân’ ile yani kendilerini anlamayan taife ile aralarındaki en büyük problemdir. “Söyleyeyim mi söylemeyeyim mi” diye tereddüt geçirmişlerdir.
Yunus’un dediği gibi:
‘Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince’
MÂNÂ ÖRTÜLÜDÜR
Söylememek de sıkıntı yapar. Mânâ örtülüdür. Gücü olan örtüyü kaldırır. Manevi bir perdeleri kaldırma işlemidir. “Keşfü’l-mahcûb” örtünün kaldırılması demektir. En önemli tasavvuf klasiklerinden birinin adıdır. Ariflerin ancak ehlinin anlayacağı remizli, düşündürücü sözlerine Budistler “Koan” derler. Paradoksal ifadelerdir bunlar. Bunlarla müride farklı boyutlarda da algı düzeylerinin olabileceğini öğretmek isterler. Tasavvuf disiplininde ise bunlara “şatahat” denilmiştir. Fakat bu kabil ifadeler, camide, medresede, tekkede söylenirse gerçek ve doğru gayesine hizmet eder. Muhatap değişirse söz hedeften sapar. Bağlamı içinde ele alınması gerekir.
Mesalâ İmam Ali Efendimizin “Ben görmediğim Rabbe tapmam” sözünde olduğu gibi. Tekkede söylediğimiz zaman bu sözün karşılığı “müşahede” makamıdır.
“Ben O’nu müşahede etmekteyim” anlamına gelir. Ama sözü alıp bir ateizm okuluna götürsek, orada bu cümle tanrıtanımazlığın aforizması haline gelebilir.
Dolayısıyla ‘her sözün yeri her meydanın eri vardır’. Sözün yeri de çok önemlidir. Zahirî dindarlar biraz semiyotikle, sembol ilmiyle iştigal etmelidirler.
ŞEYH-İ EKBER Mİ ŞEYH-İ EKFER Mİ?
İbn-i Arabi Hazretleri, bazı ulema tarafından 23 küsur konuda tekfir edilmiştir. Dikkatli ve insaflı baktığınız zaman bunların aslında tamamının yukarıda anlatmaya çalıştığımız dil problemlerinden kaynaklandığı görülür.
Bunların hepsi belirli bir arınma sürecinden geçen insanların anlamlandırabileceği şeylerdir. Çünkü seyr-i sülûkte bize bu yol yöntem, “bu hâle nasıl varılır, bu sözler nasıl söylenir, bu söz hangi mertebeden çıkmıştır” ilmi verildiğinde anlayışlı kılınırız ve anlayabiliriz. Ama seyr-i sülûk görmemiş kimseler, tek boyuttan, tek düzeyden ve sadece kendi durdukları yerden baktıkları için hakikate varmak yerine hakikati kendi durdukları yere indirmeye çalışırlar. Böylece ortaya bir ikilik, “anlayan-anlamayan” problemi çıkar. Tarih boyunca sûfîler bundan çok çekmişlerdir. Aslında Kur’ân bile bunun bir problem olarak hep var olacağını ifade etmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Tasavvuf edebiyatında bu konu en büyük problemlerden biri olmuştur. Hatta Niyazi Mısrî Hazretleri “Bizi kim anlar kim anlamaz” diye şiir bile yazmıştır bu konuda.
Ârifin her bir sözünü duymaya insan gerek
Bu cihanda sanma ki hayvan olan anlar bizi
NADAN CAHİL DEĞİL ÖZEL DİLİ BİLMEYENDİR
Niyazi-i Mısrînin bu şiiri üzerine üç cilt şerh yazılmıştır. Onların kendi aralarında kullandıkları özel bir dil vardır. Seyr-i sülûk görmemiş, bu anlam katmanlarına nüfûz edemeyene de ‘nâdân’ deniyor. Cahil değil, o dilin şifrelerini çözemiyor. Tasavvufi literatürde ‘li-ehlihi’ diye bir tabir vardır. ‘Ehli içindir’ anlamında. Son zamanlarda tasavvuf biraz popülarizme kaysa da her zaman belirli bir elit tabakaya hitap etmiştir. Kendi elitizmini de oluşturmuştur. Belirli bir düzeydedir daha fazla da aşağıya indirilemez. Piramit örneğinde olduğu gibi. Piramitin alt katmanları daima geniştir. Oraya ‘avam’ denir. “Ve ekseruhum lâ ya’lemûn” Kur’ân, avamın yani ‘çoklar’ın bilmez olduklarını kabul eder. ‘Kalîl’ azlar bilir der bir çok yerde. Veyahut ‘ve’r-râsihûn’ ‘Ey derinleşenler’ diyerek bu işlerin özel ihtisas gerektirdiğini vurgular.
Burada kasdedilen dikey, enfüsi ihtisastır. Mesleki ihtisasa da benzer. Çıraklık, kalfalık, ustalık dönemi vardır. Tasavvuf, İslam ilimleri mesleğinin ‘ustalık’ düzeyi bilgileridir. Çırak ve kalfa biraz daha çalışmalıdır. Şeyh-i Ekber, Fütuhat’ta şöyle der: “Eğer nefesin yetiyorsa, Kur’ân ummanına dal, ama eğer nefesin yetmeyecekse onun zahirini tefsir eden eserleri mütalaa ile yetin ve ona dalma. Aksi takdirde orada helâk olursun. Zira Kur’ân ummanı derindir ve ona dalan kişi, bir daha asla mahlukata geri dönmeyecektir.”
Peygamberler ve varisleri, âleme rahmet için tekrar bu yerlere döner. Gayeye ulaşan fakat geri dönmeksizin orada kalan ‘vâkıfûn’ ise ne kimseden fayda görür, ne de kimseye fayda verir. Onlar ebedi olarak ummanda, merkezde kalırlar.
ALLAH MÜMİN KULUNUN KALBİNE KUR’ÂN İLE SIĞAR
Kur’ân ummanı derindir. İbnül-Arabi, Kur’ân’ın, onu okuyanlar için her an yeni olduğunu belirtir. Ama her okuyan, onun nüzûlünü idrâk etmez. Çünkü zihni, kendi tabiatiyle meşguldür. Bu durumda, okuyanın üzerine inen Kur’ân, onun tabiatinin hicabı, perdesi altında kalmakta ve kâri’de bir zevk hâsıl etmemektedir. Hz. Peygamber de, Kur’ân okuyan ama okuduğu Kur’ân boğazından aşağıya inmeyen kimselerden bahsederken buna işaret etmiştir. Bu, dillere inen Kur’ândır, kalplere inen değil.
KALBE İNEN KUR’ÂN ANLAYIŞ GETİRİR
Kur’ân’ı kalbine zevken indirenler için Allah (c.c)şöyle buyurmaktadır:
“Ruhul-Emin onunla (Kur’ân’la) birlikte senin kalbine inmiştir.”
Nüzûl, bu kimsede öyle bir zevk hasıl etmektedir ki başka hiçbir şeyle kıyas kabûl etmez. Okuyan bunu hissettiği zaman, üzerine inen Kur’ân’ın her dem yeni olduğunu görmektedir. Bu iki nüzul şekli arasındaki fark hakkında şunu söyleyebiliriz: Kalbe inen Kur’ân, beraberinde anlayış da getirir; bu kalbin sahibi olan kişi, vahyin dilini hiç bilmiyor olsa dahi, okuduğu ibarenin mânâsını dolaysız olarak anlar. Arapça bilmediği için ibareyi oluşturan kelimelerin Kur’ân dışında taşıdığı mânâları bilmese bile , Kur’ân’ı daha okumasıyla birlikte anlamakta, kelimelerin kendi okuyuşu içinde sahip olduğu mânâları derhal idrâk etmektedir.
MÜRİD ARADIĞINI KUR’ÂN’DA BULANDIR
Kur’ân hazreti ve menzili böyle olduğuna göre, herkesin onda kendi talep ettiğini bulacağı anlaşılıyor.
İşte bu sebepledir ki Ebu Medyen (r.a), müridin, ancak aradığı şeyi Kur’ân’da bulduğu zaman hakikaten mürid olmuş olacağını söylemiştir. Bu hususiyeti taşımayan hiçbir kelâm, Kur’ân olamaz.
Kur’ân, Yüce Allah’ın bir sıfatıdır ve mevsuftan ayrı kabûl edilemez. Öyleyse Kur’ân’ın nazil oluşuyla birlikte ‘kelâmı Kur’ân olan’ da nüzûl etmektedir. Allah, mümin kulunun kalbine O’nu sığdırdığını söylemiştir. İşte bu Kur’ân’ın nüzûlüyle olmaktadır.
KENDİ AKLINI TERK EDENLE MÜSAMERE EDİLİR
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Kulum Ben’i dinlediği sırada ona, onun diliyle Kur’ân’ı okuyan Ben’im ve bu Benim onunla müsameremdir. Bu hitabı işiten kul, kelâmı tatmıştır ama eğer mânâlarda takılacak olursa, nazar ve fikriyle Ben’den uzaklaşacaktır. Çünkü ona düşen, sadece bana yönelmek ve kulağını Kelam’ımı idrâk için uygunlaştırmaktır; ta ki ben bu kıraate hazır olayım. O zaman kıraat eden de işiten de Ben olurum. Kelâm’ımı kuluma açıklayan ve ondaki mânâlara ulaştıran da Ben olurum. İşte bu, Benim onunla müsameremdir. Böyle bir kul ilmini Ben’den alır, kendi nazar ve fikrinden değil. Bu kul, artık cennet ve cehennem endişesi taşımaz. Hesap gününün ve mahşerin tasasına düşmez; dünya ve ahıretin kaygılarını duymaz. Çünkü eşyayı artık kendi aklıyla idrâk etmemekte, âyetlerimi kendi nazarıyla düşünmemektedir. O, kulağını Kelâm’ıma vermiştir sadece ve böylece Ben’imle şahit, Ben’imle hâzır olmuştur. Ona öğreten artık Ben olurum. Burada geçen müsamere kelimesi, gecenin son üçte birinde Allah’ın dünya semasına indiğini belirten hadis-i kudsiye telmihtir.
PEYGAMBERLER İLİM MİRAS BIRAKIR
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ‘Biz maddi şeyler miras bırakmayız; bizler ilmi miras bırakırız.’ sözüyle birlikte ‘Bu mirası en çok hakkeden kimdir?’ sorusu İslam tarihinde düşünce ve mezhep akımlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. ‘Ashabım yıldızlar gibidir; hangisi size uygun gelirse o karakter üzerinden bana ulaşabilirsiniz’ sözü, bu ihtilafları gidermeye yetmemiştir.
Büyük İslam âlimlerinin varisleri için de aynı şey söz konusu olmuştur. Mesela, Şeyh-i Ekber’in üvey evladı Sadreddin Konevi Hazretleri, vasiyetnamesinde bu ‘miras’ konusunda ‘Bu iş benimle sırlanmıştır’ demektedir. Bir yönüyle bu söz doğrudur. Fakat bir Hazret’e varis olmak o ilme varis olmak, o seviyeye gelmekle ilgili bir husustur. O ruhaniyete erişebilecek bazı insanların o ulu zatların feyzinden istifade edebilmesi mümkündür. Bir İsmail Hakkı Bursevi, Bir Niyazi-i Mısri, Şeyh Bedreddin, Aziz Mahmud Hüdayi, Selahaddin Uşşaki gibi yüzlerce arif, âlim zat, İbnül-Arabi’den feyz almışlardır. Hazret’i rüyasında görerek ilim alanlar da vardır. Demek ki bu miras hala devretmektedir. Batı’da bugün İbnül-Arabi’yi rüyasında görüp ihtida eden insanlar vardır. Mevlana Hazretleri hâkeza. Dolayısıyla bunların varisi olmak zordur ama o yol açıktır. İçtihad kapısı kapanmaz.
Yeni Dünya Dergisi Eylül 2010
#Mahmud Erol Kılıç