ÂKİF’TE ÇARE İSLAM’DIR!

ÂKİF’TE ÇARE İSLAM’DIR!

Ağaçları bile nurânî bir vecd kazanmış olan Fatih semtinin bu delikanlısı, mayasını imanla yoğurup hayata atılınca, ilk defa Safahatın birinci kitabını yazar. İlk kitabın adı Safahattır. Burada, gençliğinin verdiği idealist heyecanlar amatör coşkuyla gelir. 1911 yılında ilk baskısı yapıldığında, şair 38 yaşındadır. Oturmuş bir karakter, ufkunu tayin etmiş bir ülkü, kıvamını bulmuş millî ve imânî bir heyecanın sahibidir. Bunun için de, evvela bakışını topluma çevirir: “Hasta’yı, Küfe’yi, Hasır’ı, Geçinme Belası’nı, Meyhane’yi, Bayram’ı” yazar. Sosyal realite o kadar acı ve çarpıcıdır ki, bunlarla yetinmez: “Seyfi Baba”yı, Mahalle Kahvesi‘ni, Köse İmam‘ı, Ahiret Yolu’nu” da bunlara ilave eder. Âkif, bu kitaba 45 şiir almıştır. Bunların hepsi de şairliğinin ilk yıllarına ait eserlerdir. Yukarıda ismini verdiğimiz şiirlerinin hemen hepsinde Onu, bir çaresizliğin acısını dile getiren çözüm arayıcısı olarak görürüz. Aradığı ufuk ise, hayatın bu çıkmazlarına karşı bulunacak reçete. Bunu da yine bir şiirinde ortaya koyar:

“Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefil efkâr

Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrar. ”

Beyitlerinden oluşan ilk şiirine başlar. Bu mısralar, Safahat’ın ilk şiiri Fatih Camii’den alınmıştır. Bu şiirin sonu ise şöyle noktalanır:

“Bütün yüreklere serpildi kubbeden Bir ruh:/ Ruh-i itmi’nan.” (Kubbeden bütün yüreklere ruh-i itminan serpildi.)

Âkif, Fatih camiindeki ilahi lütfün insan ruhundaki perde perde akislerini veriyordu. Tanzimat’tan başlayarak hız kazanan Batı’ya açılmaktan çok Batı’ya teslim edilme politikasının insanımızı getirdiği trajik kader bağı, geleceği, endişeleri çekilmez bir vebal kelepçesi yapmıştı. Batı, lime lime dökülüyordu. Ama biz geleceğin çilesiyle yoğrulmak yerine, ucuz tarifeli bir taklit hevesine Batı’ya adapte olmayı daha uygun bulmuştuk. Aydınımızın beşerî tecessüsle bu Hıristiyan binalarının enkazına dönüşmüş kültürünü katedrallerdeki gotik cezbeyle karıştırarak, taklit şuursuzluğunu da geçip ona ulaşmayı bir ideal haline getirince, Âkif bu defa daha net bir tavır ortaya koyacaktır:

” İmandır, o cevher ki ilâhi ne büyüktür.

İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.”

İşte bu, açık tavır, bize O’nun kimliğini çok daha iyi bir şekilde tanımamıza fırsat vermektedir.

Taklit, intihal ve tercümenin muzdarip aydınımızın yakasına yapıştığı, daha doğrusu aydınımızın kendisini idrâk etme yerine, Doğu’yu Batı’nın kılıcıyla fethetme hayaline kapılması, karşımızda bütün bir neslin trajedisini getiriyordu. Âkif, bu neslin içerisinde yanlışa en az düşmüş olanıdır. Onda, ümit, iman ve isyan bir farklı kişilik ortaya getirmektedir. Buna rağmen, “Yarabbi, beni o kadar büyüt ki , cehennemi tek başıma doldurayım da oraya benden başka hiç bir kulun girmesin!” diyen Hz. Ebubekir’in ifadesinde remizlenen İslâm merhametini, siyasi düşüncesinin temeli yaparak:

Mü’minlere imanda yetiş merhametinle.

Mülhidlere lakin daha çok merhamet eyle.”

Diyecektir, yani, (Müslümanlar’a merhametinle yetiş, imdadınla onları koru ama, dinsizlere de acı: Onlara daha çok merhamet eyle!) İşte üstün insan olmanın getirdiği erdemlilik. Daha ilk şiirinde bu üstün karaktere ulaşan şair, bu vasfını ömrünün sonuna kadar koruyacak, ancak geliştirip daha ileri mesafelere götürerek…

Safahat’ının son şiiri “San’atkar”ı, Roesveltin oğlu Mr. Archibald Bullok Roosveld’e ithaf edişiyle,   Şark’ın gurbetteki himayesine   vefâ borcunu bu şekilde ödeyeceğine inanır!..

Yetim ufukların çevrelediği bu hüzün çemberi içerisinde sızlanan Mehmed Âkif Ersoy, şiirindeki temel unsuru İslâm yaparken, neye dayanıyordu? Evvela bunun cevaplandırılması gerekir. Yaşadığı çağdaki geçiş döneminin kararsızlıklarına, tedirginlikleri ve kuşkularına rağmen, onda sağlam bir iman halini alan İslâm, bu cezp edici odaklığını nereden alıyordu? Hemen herkesin, her aydının kapıkulu olmaya heveslendiği bir ülkenin büyük elçilikleriyle gizli flörtüne rağmen, niçin “Kur’an’dan alıp ilhamı”, “Şark’ın öksüz evladı”, niçin “Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!.” diye çıkıyordu ortaya?.. O’nu buna sevk eden temel sebep neydi? Çok kısada olsa, bunun sebep ve saiklerini inceleyelim evvela:

“İzm”ler Kanla Beslenirken

Evet, Âkif’i İslâm’a sevk eden temel sebep buydu: Demokrasinin hilkat-i garibesi olan ‘İzm’ler dediğimiz Voltaire’nin tâbiriyle, ayak takımının despotizmi olan bu anlayış, hürriyetleri kişinin kötüye kullanmasını da bir hak olarak kabul eder. Daha doğrusu, insanın insan tarafından istismarı hâdisesidir. Ruhun hamlesini zincirleyen bu kâbus, Batı’ya Hıristiyan teokrasisini yıkmak için girmiştir. Voltaire’e göre, Kiliseler yüz yıllardır insanların çaresizliklerini, buhranlarını, sıkıntılarını helvasına şeker yapmış ve onunla beslenerek gölgesinde bir mânevi sığınak bile lütfetmemiştir. Ruhban sınıfın maymun iştihası, zavallı halkın lokmasıyla beslenirken, merhamet duvarları gibi katedraller dikilmiş ama, o merhameti kendi insanından esirgemiştir. Kilise, artık bu çılgınlığının bedelini ödemeliydi: Geciken reform hareketleri beklenen bir rüyanın ilk habercileriydi. Onun arkasından gelecek olan diğer operasyonlar Ortaçağın “Haçlı kâbusu”nu toplumun üzerinden alıp bu defa yalancı bir cennetin anahtarlarını verecekti. İşte esasları, ona uyanların kendi tasarruflarıyla oluşturulacak bir demokrasi anlayışıydı. İç tefekküre, ruhun sonsuzluğuna, heyecanların kontrolüne, mistik şuura, nefis muhasebesine giden yollara barikatlar dikerek insanı kendini kendisinde idrak etmekten alıkoyar, O koca Yunus’un: “Bir ben vardır bende, benden içerü.” esprisinde ortaya getirdiği iman coğrafyasının sınır taşlarını, kendi mantığının sığınağı yapan bu sistem, beraberinde getirdiği hilkati garibe “İzm“leri, kilisenin vahşeti bir kanla besleyecekti. Şimdi insanın ruhuna papazlar yerine demokrasi havarilerinin parmakları uzanıyordu. Beraberindeki yol arkadaşları; komünizm, faşizm, kapitalizm, liberalizm gibi sistemler buldukları gediklerden içeri girip insanlığı ve medeniyeti yağmalama hevesine düşmüşlerdi. Fransa’da krallığı devirerek başlayan bir mâcera, teknolojinin hayatımıza girdiği ilk yıllarda, demir yığınlarını, palet, top, tank, tayyare yapıp insanlığı bunların hışmına mahkum edenler göz yaşı ve ıstırapların mimarıydılar. Âkif, bunu tanımış, onun için de hiç bir sistemin İslâm’ın üzerindeki “Eşrefi Mahlukât” esprisini anlamak kapasitesine bile sahip olmadığını savunmuştu.”Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürür. Bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış olur.” (Maide,32) ilâhi emri karşısında, çevresini kuşatan kan ırmaklarına bakarak “Tükürün maskeli vicdanın asrın, tükürün!..” diye sızlanmış ve daha sonra kendi çevresindeki son ümmet kitlesinin parçalanan enkazına bakarak, “Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak.” demiştir.

İnsanın ruhunu boşaltıp gönlüne serveti ve şehveti put yapan bu Batı sistemleri, Helen kültürünün Ege sahillerinde fosilleşen ‘devlet’ yapısını seçerken aynı kültürün tanrısını insanın vücudunda tecessüm ettiren putperestliğini de yedeğe almayı ihmal etmedi. Bu defa, tapılan put taştan değil, eşyadan ve insandan oluşuyordu. Fransa’da Napolyon, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İngiltere’de Çorçil, Rusya’da Stalin ve Lenin, Çin’de Mao bu ikonalardaki yeni kaidelerine oturuyorlardı. Zavallı Şark ise, bu putların sofrasında meze yapılmak üzere boğazlanmak için talana tutulmuş halde idi. Âkif, iğrenç bir medeniyet anlayışının getirdiği, bu acıları da görünce, yine İslâm’a sığınmaktan başka çare bulamamıştı. Bunun içinde:

“Ne hüsrandırki: Şarkın ben vefâsız, kansız evladı,

Serâpâ garba çiğnettin de çıktım hâk-i ecdâdı!” şeklinde sızlanmıştı.

Mâzinin İhtişamını Öze Taşıma Kaygısı  

Âkif’in İslâm’a tek umut olarak sığınmasının bir başka sebebi de, milletimizin geçmişteki ihtişamını bu dinin sayesinde elde ettiği gerçeğidir. O da biliyordu ki, Türk, Müslüman olduğu için Türk kalabilmişti. Atalarımız, “İ’lây-ı Kelîmetullâh” uğruna gazaya çıkmışlar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını Viyana önlerine kadar götürmüşlerdir. Onlara geniş toprağı sağlayan bu iman, savaşın ruhâni havasıyla, ezelden ebede giden ideal çizginin devleti yönetenlerde en büyük ülkü halini almasıydı. Savaşların ve onların arkasından kazanılan toprakların sağladığı bu sentez, Âkif’te yeniden bir iman haline gelirken, onun dikkate aldığı bir diğer husus daha vardı: Osmanlı İmparatorluğu’nu ‘Devlet-i Ebed Müddet’ ideali içerisinde debdebeli bir büyümeye sevk ederken, Padişah’lar ordunun başında bulunmuşlar ve bir çoğu da yükselme döneminde hayatlarını yataklarında değil, ya savaş çadırında, ya asker başında, ya da at sırtında vermişlerdi:

Murad’ın Kosova sırtlarında Rabbine ulaşmasıyla başlayan gazâ şehitliği, Yıldırım’ı Timur’un çadırında, Fatih’i savaşa giderken Gebze’de, 2.Bayezid’i yine gaza yolunda Havsa’da yakalamıştı. Yavuz Sultan Selim Çorlu yakınlarında ruhunu Rabbine emanet ederken, Kanuni Sultan Süleyman Zigetvar kalesinin önlerine kalbini gömmüştü. Süleyman’ı Muhteşem yapan iman, onun emrindeki devleti de İmparatorluğa götürmüş, hatta “Cihan İmparatorluğu” idealini gerçekleştirmişti. Akdeniz ve Karadeniz’in tamamen kontrolümüzde bir göl haline gelişi, bu devrin âsûde saadetiydi.

Osmanlı’yı, beylikten cihan hâkimiyeti mefkuresine götüren bu şuur’un izahını Âkif İslâm’da buluyordu. O inanıyordu ki, insanımız kabuktan öze dönüp, kaybettiği değerlere tekrar bağlanabilirse, aynı ihtişamlı günlere kavuşmasak bile çözülmemiz önlenecek ve topraklarımıza düşman ayağı girmeyecekti. Bunun için de Osmanlı İmparatorluğu’nun sancılı dönemlerinde sahip olduğu bu muharrik kuvvet’i, yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde de korumuş ve İstiklâl Marşımıza da bir patent gibi oturtmuştu:

“Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”

Akabe’de 73 Müslüman’ın biat ettiği Hz. Muhammed, Vedâ Hutbesi’ndeki o büyük biat mitinginde, 120 binin üzerinde inanmışı etrafında toplamıştı. Diğer Semâvî Dinler’in hiçbirisinde böyle olağanüstü bir bütünleşme yoktu. Kitle şuuru, iyi organize edilirse, 73 kişiyle başlayan hâkimiyet mefkuresi, gönülden coğrafyaya taşınıp milyonları bulabilecekti. Âkif, Kur’an’ın çizdiği insan modeliyle İslâm’ın kâinat anlayışını, ahlâk iradesini kalbine taşırken, ferdî heyecanlarından sosyalleşmenin idrakine ulaşır:

“Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova…

Sen misin, yoksa hayâlin mi? vefâsız Kosova!.”

Murad’ın Kosova önlerindeki şahâdetini, bu kalenin vefâsızlığına bağlayan bir tarihi realite;

“Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını:

Yok mudur sende Murad’ın iki üç damla kanı?”

Bunu, daha sonra, geçmişin tiratları, yer yer, parça parça kahramanların resmigeçidi takip eder:

“Hepsi binlerce mefâhirdi senin her adımın?

Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın?  

Hayâlinden geçerken şimdi, fikrim hercümeç oldu,

Selaheddin Eyyübîlerin, Fatih’lerin yurdu.”

Âkif, bu seçkin kahramanlarının şahsında, kendi arayışının ipuçlarını;

“Safayı fırsatı şahid ki: Tertemiz aslı;

Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı. ”

Beytiyle verir. Maziye özlemi öyle boyutlara varır ki, gününün sıkıntıları karşısında çaresizliğe kapılıp, “Gül Devri“ne dönmeyi, en azından o devirde gelmeyi arzu eder:

Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,

Gördüm de hazânında şu cennet gibi yurdu.

Gül devrini görseydim, onun bülbülü olurdum,

Yârab, beni evvel getirseydin ne olurdun?

Şair, mazideki doğurucu sebepleri istikbâle bir millî idealizm halinde taşımak arzusundadır. Bu arzunun temelinde de kendi iç dünyasına dönmek isteyen insanın mistik huzur arayışı vardır. İşte bunun içinde Âkif’te tarih bir arkeolojik malzeme deposu değil, geleceğimizin hamleci cephesini kuşatan, itici bir kuvvetidir. Bunun içindir ki Aktif, şuurlu ve öğretici kültür hazinesidir. Bu hazinenin iskeleti hars, kanı, canı, ruhu ise imândır; İslâm’dır…

Öyle bir İslâm ki, insanın bütün cephesini kuşatan dekorların ana rengidir. Bütün beşerî vaatlerin üzerinde, insanı donatan malzemelerin tamamını kendi hamurunda yoğurur, kendi fırınında pişirir. Verirken cömert, isterken kanaatkârdır. Bağışı bol, zulmü yoktur. İstediğini, çevresi için ister. Huzuru kâinatı kuşatan bir şemsiye gibi üzerimize açar, bu işin farkında olduğu için kendi ideolojik perspektifini belirtirken ezelî gerçeğin ışığına koşar. O, vurgun olduğu yurdunun sınırlarını güvenli, geleceğini aydınlık, halkını mutlu görmek için İslâm’ın yükseliş dönemindeki vecdine yönelmemizi diler. “Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” derken. Geleceğe de tâlip olur ve onu millîleştirmek, onu bir mânevî koza içerisinde muhafaza etmek ister. Taşıdığı kirden arıtmak, yabancı unsurlardan temizlemek gibi zor olana tâlip olur.

Nasıl İdeolojik Bir Destan?

Âkif bunları istiyordu, ama hangi yoldan buna tâlipti? Nasıl gerçekleştirecekti? Onun idealindeki İslâm, ‘Asrı saadet’ döneminin saflığı içerisinde insanı insan olarak anlayan, ona insan gibi muamele yapan bir yönetim kuvveti, âmirine sadakat, Rabbinin rızası için düşünen ideal toplum tavrını bekliyordu.

İnsan dünyaya, et kemik ve kan terkibiyle gelmemiştir. Yaratılışında öncelikle ona ruh giydirilmiştir. Bu bakımdan, insanın şahsiyetindeki temel donanımını ruh sağlar ve bu onun karakter ölçülerini tayin eder. İnsan’ın ‘Eşref-i Mahlûkat (yaratılmışların en üstünü, en şereflisi)’ olduğunun temel hikmeti de buradadır. Bunun için de kendisine o irade verilmediği için bedenini ve ruhunu yaratan Hâlik, o’nu İslâm fıtratıyla beşeri âleme gönderir. Büyüyüp, sorumlulukta pay sahibi olmaya başlayınca da kendi kaderini ve yaşama seyrini tayin eder ve ona göre bir yaşama yükü altına girer. Müslüman’sa Müslüman olarak sorumludur; gayrimüslimse ona göre… Âkif, hayatını düzenleyen bu temel espriyi çok iyi bildiği için, şiirlerinde muharrik güç olarak, ‘İnanma Zarureti’ni görür. İşte, Dünya görüşü de bu espri içerisinde şeklini alır:

“Bir gör ki, bugün can da onun, kan da onundur.

Dünya da onun, din de onun, şan da onundur. “

Diyerek Kur’an-ı Kerim de, net bir şekilde ifadesini bulan: “Siz Allah’tan geldiniz, tekrar ona döndürüleceksiniz.” (Bakara, 156) Ayet’ine sığınışı da işte o görüşün hareket noktasını oluşturur.

Âkif, yaşadığını ve inandığını Safahat’ta toplamış ve yalnızca kendisinde kalan bir sınırlı hayat anlayışına iltifat etmemiştir. O, sosyal hadise olarak gördüğü insana yalnızca üzerindeki kozasıyla bakmamış, bu kozanın içersine nüfuz ederek, insanın iç örgüsündeki İlâhi Sırrı çözmeye çalışmıştır. Çünkü o biliyordu ki, kâmil insan, inanan insanın en uçtaki idealidir. İnsandaki kimlik, ancak böyle teşekkül ederse, cemiyette saygın bir yere sahip olacak ve aynı zamanda yaratılışındaki gayeyi tecelli ettirecektir. Dağın, taşın almadığı sorumluluğa heveslenirken, içindeki bu mistik malzemeyi kullanamazsa, yalnızca kendisini kirletmekle kalmayacak onu bir veba virüsü gibi çevreye yayacaktı. Nitekim Batı’lı aydın öyleydi. Makine medeniyetini kurmuştu ama ona hâkim değil, mahkûm olmuştu. Hâlbuki insan, yaratılışında getirdiği keşfetme kabiliyetini böyle kullanmayacaktı. Buna yetkili değildi. İyi insan olmanın ilk şartı, kendisi için istemediğini başkaları için de istemeyecektir. “Sevdiğini Allah için sevecek, buğz ettiğine Allah için buğz edecekti.” Âkif, meseleye böyle yaklaşıyor ve Doğrudan Kur’an’dan alıp ilhamı”, ona hiç bir şey katmadan ” asrın idrakine” söyletmek istiyordu. “İslâm’ı“. Çünkü ona göre, hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır!.. Ona göre, göklerde olan bu Müslümanlığın, insanlığa bir ilâhi müjde olarak verilişinin temel sırrına uygun bir şekilde, yere, yani insanoğlunun yüreğine inmesi gerekti. Kur’an’ın ne fal bakmak için, ne de mezarda okunmak için inmediğini; onun mübarek sayfalarında bizim hayatımızı kuşatan bütün kurtarıcı müjdelerin bulunduğunu savunuyordu…

Âkif, kendinden hareket ederek cemiyete yönelen hareketli, sarsıcı ve özendirici ideolojisinde “İslâm Birliği” ideali için baş koymuştur. Önce büyük güçlerin böldüğü, bundan kurtulanların kendi içlerindeki hiziplerle parçalandığı İslâm coğrafyasını tek çatı altında bir araya getirebilmek için sürekli çağrı yapıyordu. Savaşların ortaya çıkardığı trajik çözülmelerden o kadar büyük etkilenmişti ki, “Ağzım kurusun… Yok musun Ey Adl-i İlâhi?” diyecek kadar ıstırap duyuyordu. Bunu duyuran sebep de, Müslümanların dağınıklılığı ve zulüm altında olmalarıydı:

“İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?

Yarab bu ne hüsrandır, İlâhi bu ne zillet?” diye soruyor ve hayıflanıyordu:

“İslâm’ın elinden tutacak, kaldıracak yok..

Nâhak yere feryâd ediyor.. âcize hak yok!”

Şiirindeki ıstırabı hayatında yaşayan, millî irâde ile dinî irâde’nin birleşmesini isteyen, Hicran ve şikâyet duygularıyla özgürleşen eserine şahsiyetin damgasını vuran bu büyük insan, imanı için ümitlenmiş, bulamadıkça da isyan etmiştir. Bunu yaparken de istediği, Müslüman’ın yüzünü gülmüş olarak görmekti. ‘Üçbuçuk nazma gömülmüş bir ömr-ü hederin” hususi bir dileği yoktu. Kaderin zorlamaya gelmeyeceğini bildiği halde, sürekli olarak Rabbı’na sitem edişi, O Yüce’nin kendi eserindeki kusurları hoşgörüyle karşılayacağına inancındandır. Safahat’ın baştanbaşa heyecan süvarisi mısralarla işlenmiş olması bundandı. Yaşadığı ortamın sosyo/politik çıkarları içerisinde bizim kendimize dönüş için bir araya gelmemizi vahdet şuuru etrafında ele alan şairi:

“Sen! Ben! Desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için kıyamet işte o zamandır.”

Deyişindeki uyarı gayreti, kendimize dönüşte tek başına olamayacağımız, bir bütün halinde meselelerimize sahip çıkmamız gereğine işarettir. Çünkü o biliyordu ki, “Böl, parçala ve yut” politikası, emperyalist güçlerin asırlardan beri değişmez dış politikaları gereği, her zaman uygulanacak bir sistem halinde diri tutuluyordu. Karşı güçlerin üzerimize sağanak sağanak gelişi, acımasız oluşları, yakıp yıkıp yağmalayışları gözümüzü dört açmamız gerektiğini ortaya koyuyordu. Milletler, hürriyet duygusunu bir fantezi, bir heves olarak gördükleri sürece, bir gün ipi ellerinden kaçırabilirler. Ona şuurla sahip çıkanlar ise ayakta durmanın gerektiği aktiviteyi kaybetmezler. Bırakın büyüklerini, küçük tezatları bile bir millet için çöküş sebebi sayan bir dava adamı için, hayattan kaçış; kurtuluş değildir. Fuzuli’nin diliyle:

“Dost   bî pervâ, felek bî rahm, devran bî sükûn;

Dert çok, hem dert yok, düşman kavi, talih zebun”

Olsa da, gayesi sonsuzluğa adanmış olduğu için, gelecek konusunda karamsarlığa düşmüyordu. İnanıyordu ki, bu millet geçmişte büyük uyarıcılar vasıtasıyla hep ileri gitmiş. Yine aynı uyarıcılar, kurtarıcılığı da başarabilirlerse, yine daha ilerilere gidebilecekti. Orta Asya’nın step ikliminden, Dandanakan’ın kavurucu sıcağından çıkıp, Anadolu’nun yüreğinde kendisine yurt kurmuş olan milletimizin o eski destanlaşan dönemi yalnızca bir ülkü değildi. Vadesi uzakta olan bir ülkü değildi. Onu yakalamak, elleriyle göndere çekmek ve dalgalandırdığı bağımsızlık bayrağı altında hür ve müreffeh yaşamak istiyordu. Kendi adına da değildi bu istek. Milleti kurtarmak, onun geleceğini kurtarmak, kendisini kurtarmaktı. Bu millî duygu cemiyette anonimleşirse mesele kendiliğinden halledilecekti. Bunun örneğini Çanakkale boğazında görmüş ve umudu artmıştı. O vahşete dönüşmüş kini, o dalga dalga gelen şiddeti göğsünde söndüren kahraman evladımız, bize sıcak bir yarın müjdelemiyor muydu?

” İslâm’ı kuşatmış boğuyorken hüsrân,

O demir çemberi göğsünde parçalayan”

Bu serhat çocuğu, bu yağız yeleli atların fırtınalarla yarışan sipahisi Viyana kapılarına kadar bu heyecan içerisinde gitmemiş miydi? Atının nallarını kızartan çöl ateşine rağmen, Yavuz’un demir iradesiyle geçtiği Arabistan Çölündeki terle beslenen sevdamız “Hadim’ül Harameyn” saadeti için değil miydi? Tarihe bile sığmayan bir neslin destanını İslâm kumaşına yeniden yazmak için ortaya çıkan bu büyük mücadele adamı, Müslüman’ın başını önüne eğmemesini istiyordu. İslâm’ı ayaklar altında çiğnetmek istemiyordu. Hilkatten haşre (İlk yaratıldığı andan son yargılanacağı ana) kadar birlik şuurunun, hayatımızın tek şaşmaz ölçüsü olarak görüyor ve kendi ideolojik tavrını da Safahat’ın da bu esaslara bağlı olarak detaylandırıyordu. ‘Vadedilen günlerin, belki yarın belki yarından da yakın,’ bir zamanda doğacağı, inancıyla çok sevdiği yurdunda: ” Sıksan şuhedâ fışkıracak” dediği toprağına başını koyarken, huzurlu muydu bilmiyorum? Kendisi şehitlerimizle ruh dünyamızın saltanatına kavuştu. Ama arkada biz, onun dünyasını imarında acaba duvardan taş mı söküyor, ona yeni bir tuğla mı ilave ediyoruz; bilmiyorum? Âkif, genç nesle çok güveniyordu. Dünyasını ona emanet etmişti. Belki tabutuna sahip çıkarak umut verdik ama, cemiyetin erozyonuna yakamızı kaptırdığımız için de galiba küstü…