MİNİ ETEKLE NAMAZ, TÜRBANLA İÇKİ!
Bu ülkede gündemi belirlemekten öte, devleti yönetmek, topluma şekil vermek, insanları kendi kalıplarından alıp istedikleri kalıplara aktarmak gibi çok yönlü hizmetleri üstlenmiş bir gazeteci, kendisiyle yapılan mülakatta ilginç bir yaklaşımını sergiler:
“Mini etekle beş vakit namaz kılınacağını, başörtüsüyle içki içilebileceğini düşünen ve buna cüret eden kadınların ülkesini düşlüyorum.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesi, 28 Mayıs 2011)
Bu bir ütopya mıdır? Hayır, galiba kendilerine verilen görevin ifade şekli. Müslüman olduğunu söyleyen, ancak cenazesinin kiliseden bir imamın kaldırmasını, Kur’an okunması yerine de “Mahler” çalınmasını isteyen bir aydının ilk ifadesinde toplumu dizayn eden projesi, ikinci ifadesinde de kendi idealini veren bir duruş hali. Kendine “İnancın ne?”diye sorup cevabını da: “Müslüman’ım. Beş vakit namaz kılmayan, oruç tutmayan, Hacca gitmemiş bir Müslüman”, itirafıyla veren bir insanın ruh halinin fotoğrafı. Dinin pratiklerinden uzakta, ama onu kabullenirken kendine göre bir yapıya çekmek istiyor. Yani, Allah’ın gönderdiği dini değil, kendinin kabulleneceği dini inşa etmek istiyor. Böyle bir inşanın temel harcı ise, “mini etek ve içki”!
Bizim aydınımızdaki ruhsal çöküntüyü gösteren çok düşündürücü bir itiraftır bunlar. Aslında, bu adam suçlu mu? Bana göre elbette çok ağır bir kusurun da anıtlaşmış duruşudur bu hali. Bir din vakıasını kabul eden sorumlu bir kişi, bunun ne olduğunu araştırması gerekmez mi? İslam’ı yansıyan biçimiyle değil, kendi kaynaklarıyla tanıyacak sorumluluk sahibi olmasını bir kenara bırakarak; “İnanıyorum ki, yarın bir gün Allah’ın huzuruna çıktığımızda, Her saniye, ‘Allah’ adını ağzına alan ama amacı uğruna, her şeyi, en belaltı vuruşları bile mubah sayanlardan çok daha hak etmiş bir mevkide olacağım. Sessiz, dilsiz sevaplarımı onlardan daha çok hak etmiş; sesli günahlarımdaysa onlardan daha bağışlanacak bir mevkide olduğuma bütün kalbimle inanıyorum”, deme hakkını görebilmesi için din bize ne diyor, bizden ne istiyor, bunun ayrıntılarını hesaba alması gerekir. Sonra bu ifadesiyle, inanan mütedeyyin Müslümanları da aşağıladığının farkında değil. Kendi dinini kendine göre böyle şekillendirirken, 1,5 milyar Müslüman’ın duruşunu kendi ilkel anlayışıyla bir şablon içine hapsetmesi ne ölçüde ahlaki ise o ölçüde de insanidir!
Bu ifadeler bana, Alman Meister Eckerhart (1270-1327) ‘a göre “Hıristiyanlığın doğruları skolastiğin bilimselleştirilmiş dogmaları değil, insanın gönüllerinin derinliklerinde yatar. Doğruluk insanın kendisindedir, dinin dogmalarında değil”; (Felsefe Tarihi, Prof. Dr. Macit Gökberg, Remzi Kitapevi İstanbul 1996 z. 185. vd. ) görüşünü hatırlattı. Dikkat ederseniz, yazarın yaklaşımıyla, Özkök’ün savundukları üç aşağı beş yukarı örtüşüyor. Ancak bu yorumdan beslenen Luther (1489-1576) 1517 yılında Wüttenberg kilisesine astığı o meşhur reddiyesiyle, Hıristiyanlıkta 3. Mezhebi; Ortodoksluğu doğurdu. Belki bir de iyilik yaptı ve Batı’nın aydınlanmaya açılmasını sağlayan Reform Hareketi’ni hazırladı. Şimdi burada, bizim bazı önyargılı aydınlarımız, “İyi ya biz de işte bizde geç kalmış bir reformu başlatmak istiyoruz”, diyebileceklerdir. Peki, neden reform? Batı da bu ihtiyaç değil, zaruretti. Çünkü Matematik öğrenmeyi küfür sayan bir kilise kuşatması vardı orada. Tedaviyi haram görüyor, yıkanmamayı, Hz. İsa yıkanmadığı için bir dini vecd hali olarak algılıyordu.(Roger Garaudy, İslâm’ın Va’dettikleri; s.119. Pınar Yayınları, İstanbul-1983) Batılı aydın için dine olmasa da kesinlikle kiliseye ve kilisenin dogmalarına tavır almak gerekiyordu. “Tanrı olmasaydı onu var etmek gerekirdi”, diyen reform döneminin önemli isimlerinden Voltaire, kilisenin tanrısına da (Teslis akidesine) karşı çıkıyordu ve bunun için aforoz edilerek kilise tarafından öldürülmesine karar verilmişti. O şöyle demişti: “Papa, Türklere savaş açmak bahanesiyle bütün Hıristiyan ülkelerinde, göz yumma anlamına gelen “Endüljanslar” çıkartıp satmaya başladı. Güya, bunları alanların gerek kendileri, gerekse akraba dostları cehennem azabından kurtulmuş olacaklardı. Bu satışların istekle karşılanması o zamanki anlayışın bir örneğidir. Buna kimse şaşmadı. Her yerde satış gişeleri açıldı. En çok satışlar meyhanelerde oluyordu. Kâhinler, mutemetler para kazanıyorlardı. Papa, kendi payına düşen kârdan bir kısmını kız kardeşine verdi. Buna da ses çıkaran olmadı. Kâhinler Pazar yerlerinde: ‘Bu endüljanslardan satın alanlar, Meryem Ana’nın ırzına geçseler bile yine de ceza görmeyecekler!’ diye bağırdıkları zaman, halk onları dindarlıkla dinliyordu.” (Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler, s.103. Türkiye İş Bankası Yayanı, Ankara-1975) “Tanrı’ya taparak, dostlarımı severek, düşmanlarımdan nefret etmeyerek ve boş inançlardan iğrenerek ölüyorum”, diyen Voltaire’nin yaklaşımı kilisenin durumunu çok iyi izah eder. Bizde ne böyle bir kilise modeli cami sistemi var, ne de günah çıkartan din adamı.
Dini tanımayanlar, dinin gerekliliğini kabul ederken kendilerine göre bir dini var etmeyi de ihmal etmezler. Bunun tipik örneğini İslam öncesinde Helen kültüründe görürüz: O dönemin insanları, her olay ve her davranış için bir tanrı var etmişler ve onlara tapınmışlardır. İslam öncesinde de Araplarda helva malzemesinden put yaparlar, ona tapınırlar aç kaldıkları zaman da onu parçalayıp yerler. Ertuğrul Özkök de böyle bir kompozisyon içinde görünüyor.
Dinle barışık olamayanların dinsiz kalmamak ya da öyle görünmemek için bir yeni yol denemesi midir bu, bilemiyoruz? Bu tavır, din sosyolojisi açısından önemli bir yaklaşımdır. Dinin, toplum için bağlayıcı, hatta geriletici unsur olduğunu söyleyen başta Karl Marks olmak üzere bir yığın ideolog, Rusya’nın çöküşü, Çin’in liberal ekonomiye kayışıyla iddialarında hüsrana uğradılar.
Bu meseleye; “Nihayet bir insanın kişisel görüşü, bunu dikkate almanın gereği var mıydı?” diye sorabilirsiniz. Mesele öyle değil. Bu şahıs, bir dönem Türkiye’de “Postmodern Darbe” dediğimiz 28 Şubat süreci vardı ve onun basın alanında baş koruyucu ve savunucularındandı. Orada bir ekip ruhunu temsil ediyordu. O ekip aynı düşünceyi paylaşmasaydı bu isim ön plana çıkabilir miydi? Değil elbette. Doğru bir sonuca varabilmek için insanları değerlendirirken bulundukları halle birlikte geçmişindeki yapıp ettikleriyle de kantara koymanız gerekir. Sonra, bu yeni dillendirilen bir görüş de değildir. Bundan üççeyrek asır önce Osman Nuri Çerman diye bir adam da çıkmış, camilere sandalye ve hatta org gibi çalgı aletlerinin konulmasını teklif etmemiş miydi? Yıllardır İslam’ı kendi anladıkları ve kabullendikleri din haline getirebilmek için yürütülen sistemli bir program vardır. Bu konuşulanlar onun bir parçasıdır diye düşünüyoruz. Daha doğrusu; açıktan dine karşı tavır almak yerine, dini bu şekle dönüştürerek ortadan kaldırmak planının ustaca bir tuzağı.
Umarız ki, “mini etekle namaz kılma ve başörtüsüyle içki içme” ideali seçilmiş zümrenin en popüler bu isminin hayali olarak kalacaktır. Dindar’a tepkisini, dini eğip bükerek, mecraından çıkarıp yeni bir görüntüye çekerek, ifadelendirenler tarih boyunca hep var olagelmişler, ama mesafe alamamışlardır. Böyle “patavatsızlıklar” sadece bu niyetini deşifre edeni kendi batılının içine hapsedip kalacaktır. Bu tür çıkışlara verilecek tepkinin arkasından rahatlatan teselli, İslam’ın şimdiye kadar yapıldığı gibi, bugün bu ve benzeri, gelecekte de belki daha da vahimi olsa bile özünden bir şey kaybetmeyeceğidir. Ayette öyle demiyor mu Yüce Yaratıcı: “Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik, onu koruyacak da biziz” (Hicr;14/9) diye!..
#Muhsin İlyas Subaşı