“AŞK İMİŞ HER NE VÂR ÂLEMDE”

“AŞK İMİŞ HER NE VÂR ÂLEMDE”

“Aşkında yok olmuşuz O’nun, ayaklarının tozuyuz,

Serâpa aşk, hep aşk, başka bir şey değiliz.”

Mevlâna

Başlığını Fuzûlî’nin bir mısraından aldım. Girişine de Yunus’un bir dörtlüğünü koydum. Fuzûlî bu mısraının yer aldığı kıtasında şöyle der:

“İlm kesbiyle pâye-i rif’at

Arzû-yı muhâl imiş ancak

Aşk imiş her ne vâr âlemde/

İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak”

“Aşk” şiirimizin ana temalarından birisi, belki de birincisidir. Zaten duygularımızı şiirin kapısına götüren de bu aşk değil midir? Fuzûlî, ilimle yükseklik payesinin gerçekleşmeyecek bir istek, arzu olduğuna işaret ettikten sonra, âlemde vâr olan yegâne şeyin aşk olduğunu, gerisinin dedikodudan ibaret bulunduğunu söylemektedir. Yunus’un bu konudaki sözleri daha nettir: “Ben Yunus-u bîçareyim / Baştan aşağa yareyim / Aşk elinden avareyim / Gel gör beni aşk ne’yledi” Aslında ikinci ve son kıtalarını aldığım bu uzunca şiirinde Yunus, aşkın hem tanımını yapmakta, hem de ondan doğan ıstırabını dile getirmektedir. Şiirin ilk kıtasında, “Gönlüm düştü bu sevdâya / Gel gör beni aşk ne’yledi” aşkı “Sevdâ” kelimesiyle ifadelendirir. Sonra dönen onunla süren kavgasına işaret eder, “Başım verdim bu kavgaya / Gel gör beni aşk ne’yledi” diyerek. Bizde çoğu kere, aşk kelimesiyle Mecnun birlikte anılır. Yunus da bu geleneğe uyar ve “Mecnun oluben yürürüm / Dostu düşümde görürüm / Uyanır melûl olurum / Gel gör beni aşk ne’yledi” der. Rüyasında gördüğü dostuna sabahleyin kavuşamayınca hüzünlenir. Şiir bu tarz üzere devam edip gider… Yunus, bununla da yetinmez, bir başka şiirinde yine bu aşk dergâhına varır,

“Aşkın aldı benden beni,

Bana seni gerek seni;

Ben yanarım dün ü günü,

Bana seni gerek seni.

Ne varlığa sevinirim.

Ne yokluğa yerinirim,

Aşkın ile avunurum,

Bana seni gerek seni.

Aşkın âşıklar öldürür,

Aşk denizine daldırır,

Tecellî ile doldurur,

Bana seni gerek seni.

Aşkın şarabından içsem,

Mecnun olup dağa düşsem,

Sensin dünü gün endişem,

Bana seni gerek seni.

Şair devam eden şiirinde, kendisini öldürüp külünü göğe savursalar da ‘toprağın bile “Bana seni gerek seni” diye çağırır’, der ve cennet ile köşk ve hurileri isteyene vermesini, kendisinin onları var edeni istediğini anlatır: “İki cihanda maksudum, / Bana seni gerek seni” diye bitirir.

Hayatımızı dolduran aşkın mahiyet ve rengi insanların eğilimlerine göre değişir mi bilmem. İlâhi aşkı yaşayanların ortak ülküsü bir an önce aşkın odağında bulunan Yüce Yaratıcı’ya ulaşmaktır. Ahmet Yesevî, aşktan söz ederken, insanın onunla sonsuzluğa ulaşacağını söyler. “Ey Dostlar, aşk dalgıcı olmayınca / Birlik denizine girilmez” diyen Ahmet Yesevî’nin ağzından aşkın tanımını da şöyle sıraladım:

Aşk, deli boşluğa düşmektir oğul,

Aşk, sır ateşiyle pişmektir oğul.

Ruhumuzun bizi fethine çıkıp,

Aşk, kendi nefsini aşmaktır oğul.

Oğul, sen kendini hele bir dinle,

Yenile kendini hele kendinle.

Belki o dem gelir aşk süvârisi,

Olursun bu yolun kutlu vârisi.

Tarîkat Resûl’e muhabbet ister,

‘Hakikate şartsız bağlanınız’, der.

Zâhid olma, âbid olma, âşık ol,

Aşkı derûnuna gerçek mürşid kıl.

Oğul, biz hikmete kundakta erdik,

Aşkın çilesine çocukken girdik.

Eşyada gözledik Hakkın nurunu,

O’ndan ne aldıksa, öylece verdik..

Dergâh kapısına yöneldiğiniz zaman önünüze çok çeşitli yollar çıkar. Hepsi sizi aynı merkeze bağlı değişik kapılara götürür. Ama hepsinin merkezinde, Yaratan’la yaratılan arasındaki o gizli ilişki vardır. Hacı Bektaş’ın diliyle söylediği gibi: “Unutma ki oğul aşk bir davettir, /Aşk bir uyanıştır, aşk bir kuvvettir”…

Mevlâna bu kavuşmaya Şeb-i Arus demiş. YaniDüğün Günü, birçoğu bunu Vuslat olarak anlatır. Tasavvuf tarihinde Mevlânâ’dan bahseden bazı şahısların, aslında hoş karşılanmasa da ona,Aşk Peygamberi gibi bir sıfatı yakıştırmaları, aşkın ilâhi disiplin ve ruh coğrafyasının sınırlarını tayin etmesinden dolayıdır. Bize göre, ne aşk peygamberidir, ne de aşka tapan birisi. O aşkta yok olurken gerçekte onunla dirilen birisidir:

“Aşkında yok olmuşuz O’nun, ayaklarının tozuyuz,

Serâpa aşk, hep aşk, başka bir şey değiliz.”

Daha ilerisini de söyler:

“Aşk, Aşk! Tek başına o katledebilir görünen cansızlığı,

Donmuş yılan olan ihtirası. Tek başına Aşk,

Gözü yaşlı ibadet ve ateşle beslenmiş hasret

Hiç bilinmeyen bilgi dereceleri gösterir.”

Çünkü der:

“Aşk, sâdık kulunu usanmaya bırakmaz

Ebedî güzellik onları ileri vardırır, ileri

Şereften şerefe, daha yakînine çeker

Her hareket ve sevgide daha yakın olur.”

Niyazi Mısrî, Aşk yolu belâlıdır der. Böyle bir aşk için bu söz doğrudur. Gideceğiniz her kapı için içinizde bir mukavemet ordusu oluşur. Eşya sizi kendine çekebilmek için bütün albenili imkânlarını kullanır. Sizi kuşattığı dünyalık nimetleriyle sürekli olarak kapısına çağırır ve çok güzel şeyler sunmaya çalışır. Aşkın bu çerçevede düşündüğünüz zaman ben hep, çok güzel ambalajlanmış günümüz gofretlerini düşünürüm. Alırsınız, yersiniz ve atarsınız. Hâlbuki yiyesiye kadar o renkli alüminyum ambalaj güzeldir ve çekicidir. İçindekinden çok dışıyla hele hele çocuklarımızın içini gıdıklar. İçi tüketilince de buruşturulup sokağa atılır. Batı tipi aşk böyledir. Buna karşı ciddî bir irade eğitimi almayan insanın aşkı, Mısri’nin o belâ çemberine dolanır ve bir yere varamaz. Hâlbuki insanı geleceğe taşıyan, böyle bir aşk değildir. Gelecek geçmişten çok daha önemlidir. Çünkü o sonsuzluğa açılır. Burada tüketilen hayatın ikinci perdesine hazırlanan insan için aşkın kudsiyeti başlar. Birçok Velî, böyle bir buluşmanın peşindedir. Onlar aşkın sızısını yüreklerine gömerek derin tevekkül halinde bekleyişe geçerler. Buna, “riyazet” diyenler de vardır, “çile” diyenler de.

Halk edebiyatının büyük ustası, Karacaoğlan, “Aşk konusunda yazılacak bütün şiirleri yazdım. Benden sonrasına söz kalmadı” gibi bir espri yapar. Aslında bir anlamda da doğrudur. Onun şiirleri baştan sona aşkın hallerini anlatır. “Karac’oğlan der ki, işim zâr m’ola? / Aşk kemendi boynumuza dâr m’ola? / Acep yârim gibi güzel var m’ola, / Hakkın yarattığı kullar içinde?” Muhatabı güzeller olsa da, o güzelliğin etrafındaki pervane oluşu aşkındandır. Tabii bu biraz da platonik aşktır. Maddi unsurları ön plandadır. “İncecikten bir kar yağar, / Tozar elif elif diye, / Deli Gönül Abdal olmuş,/ Gezer elif elif diye” diyebilen şairin şiirlerinde fizikî tasvirler yoğunluk kazanır. Buna rağmen, halk kültürünün kendi formatı içerisinde aşk hayatın belirleyici unsurlarından birisidir… Karacaoğlan’ın fazla sevilip yaşatılmasının ana sebebi de budur.

Tabiî, aşkı tamamıyla maddi unsurlarla çepeçevre kuru bir duygu coşkusu olarak görürsek bu böyledir. Batı kültüründe aşktan ilk defa söz edenlerden Sokrates’e göre, “Aşk güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur.” Bu ifadenin aşkı karşı cinse duyulan içgüdüsel isteğin tatminini arayış çırpınışlarıdır. Eflatun ise, onu “Sevmiş iki ruh arasındaki ateş ve ışık cereyanına” benzetir ve ”Aşk böyle zerreciklerle dolan ruhun büyük şavkıdır”, der. Bunu Montaıgne de böyle anlamakta ve aşk için şöyle demektedir: “Arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir.” Liberal mantıkla, menfaat ahlâkını insanın kişisel ihtiyaçları çerçevesinde düşündüğünüz zaman aşkın dünyalık yanının dışında bir özelliğinden söz edemezsiniz. Onun uhrevî cephesiyle bu anlayışın bir işi yoktur. Kadınla erkek arasındaki mesafeyi kaldırdığından bu maddi aşkı da öldürdü Batılı… Bu bakımdan, onların şiirinde aşkın somut yüzünü de göremezsiniz.

Şair Behcet Necatigil, bir yazısında şiirin, “Gurbet, Hasret ve Hikmet merhâlelerini aşmadan olgunlaşamayacağını” söyler. Bu sıralama doğrudur. Bu üç sembol ifadenin de arka planında aşk vardır. Aşk olmasa, insan gurbet’in içimizdeki yakıcılığının farkına bile varamaz., aşk olmazsa insanda hasret acısı tutuşmaz, aşk olmazsa hikmetin olgunluk meyvesine ulaşamayız. İlkinde maddileşen aşk, hasretle geçiş dönemine girer hikmetle de uhrevîleşir, dolayısıyla ulvîleşir… Necip Fazıl bunu şu mısralarıyla dile getirir: “Rabbım, Rabbim, bu işin, bildim neymiş Türkçesi, / Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi” Üstad, bununla de yetinmez, onun ruhumuza serpiştirdiği ulviliği bir korku paradoksuyla işler, “ Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde, / Allah’tan nasıl korkmaz insan, O’nu sever de.” Hayatın son merhâlesi de Hakka varış olduğuna göre, aşkın da alınyazımızı yaşaması doğaldır. O da “kader”imizin tamamlayıcı unsuru olarak hayatımızı doldurur ve bizimle ağlar, bizimle güler, bizimle hisseder, bizimle bölüşür…

Hz. Âdem ilk insandır, aynı zamanda ilk Peygamber. Hz. Âdem, kendisine ve eşine yasaklanan meyveyi yediği için cennetten uzaklaştırılırlar. Birbirleriyle ayrı tutulmaları onları yakar kavurur, tövbenin bin pişmanlığın kapısına getirir. Burada, aşkın adı anılmaz, ama hasret ateşiyle nasıl kalpleri yakıp tutuşturduğu hissettirilir… Aşk hadisesi, Peygamberler silsilesi içerisinde daha belirgin bir şekilde Hz,. Yusuf’la dinî hayatımıza girer. Züleyha’nın ona âşık oluşu, bu aşkı kınayan kadınlar karşısında, Hz. Yusuf ‘u karşılarına çıkarması sonucu onların ellerindeki elmaları soymak için tuttukları bıçaklarıyla parmaklarını kesişi, dramatik bir aşk hikâyesi olarak anlatılır. Bu Kur’an hikâyesi de aşkın asilliğinin boyutlarını vermesi bakımından önemlidir.

Mitolojik unsurlar taşısalar da, toplumsal duyarlılığı ve ortak muhayyileyi vermesi bakımından, insanlığın kader çizgisinde yer alan büyük aşk maceraları önemlidir. Aşk olmasaydı, Mecnûn çölün yakıcı kumunda Leylâ’sının peşine düşmezdi. Kerem dağları aşarak gelip Anadolu’da Aslı’nın külünde bir avuç alev haline dönüşmez, Ferhat, Şirin uğruna dağları delemezdi… Mevlana, aşkın teslimiyetine pervane kesilip o muhteşem eserlerini meydana getirmezdi…

Büyük Aşklar büyük efsaneleri de doğurur. Bu aşkın mahiyetinde olduğundan değil, insanın aşktan beklediğini bulma kaygısı ve aceleciliğinden. Aşk sabırla beslenir, insan ise, fıtratındaki aceleciliği yüzünden bu sabır duvarına kafasına vurdukça bir macera yaşar ve onu da sonunda bir olaylar yumağı halinde efsaneleştirir. Bu da doğal bir hadisedir. Öyle olmasaydı, aşkın sürekliliği ve kuşatıcılığı herhalde bu kadar derin bir şekildeki kaderimizi sarsmazdı. İnsan aşka tecrübeyle ulaşamadığı için, başkalarının yaşadığından kendisine teselli edici unsurlar aramaktadır. Tesellisi olmasaydı herhalde aşk çekilmezdi ve bu yüzden de edebiyatımızın en mükemmel şiirleri, platonik olsun, ilâhî olsun aşk üzerine yazılamazdı!

Dikkat ettiniz mi bilmem, şair diğer konularda kendi dilini kullanırken, aşkta ondan uzaklaşır ve aşkın diline bırakır duygularını. Aşkın kucaklayıcı oluşu ve aşk şiirinin farklı eğilimleri olan insanlar tarafından birlikte sevilmesinin ana nedeni bu olmalıdır. Çünkü bu aşk platonik değil, ilahi’dir, beşeri taraflarından tamamen sıyrılmış ve Yüce Yaratıcıyla bütünleşme idealine adanmış bir teslimiyetin ifadesidir…