KENDİNİ SÖYLEME NEYİM!
Dökülür neyin kalbinden,
Bir hüzzam ki, yürek titrer.
Ufka açılan geceden,
Sabaha bir müjde gider.
Seste vuslat heyecanı,
Nefeste bir ak çırpınış.
Raks kucaklarken zamanı,
Biter umutsuz aldanış…Kendini söyleme neyim,
Biraz da gel beni anlat.
Aşk Burakına bineyim,
Beni de o sızına kat!Huzur çilende gizlidir,
Nefes nefes erdim ona.
Artık kamış ot değildir,
Şeb-i ârus’tan bu yana!
Batılı bir dostumla konuşurken, müziğimiz konusunda o kendilerine has yaklaşımıyla şunu sordu:
“Durağan bir müziğiniz var, insanı hüzne götüren bir müzik bu. Neden böylesiniz?”
Ben de kendisine bize has tavrımızın yansımasını içinde barındıran bir soru sordum:
“Sizin müziğinizi Beethoven, Mozart gibi isimler mi temsil ediyor, yoksa serserice tepinişleriyle Rock Müziği dediğiniz şeyi yapan sanatçıları mı?”
Belki böyle bir soru beklemiyordu herhalde. Kendi kendine “İlginç bir tespit” dedi ve ekledi:
“Elbette başyapıtlarımız Beethoven ve Mozart’tın eserleridir.”
Devam ettim:
“Sizin toplumunuzda hâkim olan, daha doğrusu sokağı kontrolüne alan bu sanatçılarınızın eserleri mi yoksa yukarıda sözünü ettiğimiz hiçbir ahlaki kayda bağlı kalmadan tepinen sanatçı dediğiniz insanlarınki mi?”
Galiba sorduğuna pişman oldu ve derin bir boşluğa bakarak susmayı tercih etti. Bu defa, ben kendisine bir Ney parçasını açıp dinlettim. Bir süre sonra kapattım, hemen müdahale etti ve “Lütfen bir süre daha dinleyelim”, dedi.
O derin sessizlik içerisinde ruhun kıvılcımlarını yansıtan bu ses hoşuna gitmişti. Yukarıdaki şiirimi okudum. Bunu bir kere daha okumamı istedi. Tekrar okudum. “Galiba siz haklısınız”, demekle yetindi.
Kendisine şunları söylemeden edemedim:
“Aziz dostum, müzik evrenseldir. Bizim de hareketli parçalarımız vardır. Ancak bunlar genelde dar bir alanda kalır. Kucaklayıcı olan bu müziktir. Sizde ise klasik parçalarınız bir koridora hapsedilmiş durumdadır. Sokağınızı kuşatan ve hatta ruhunuzu katleden o tepinen nağmelerdir. Batıdaki ahlâkî ve ailevî çözülmeyi tetikleyen de bu müzik olsa gerektir.”
Tabii, bu konuşmayı yaparken bir sancımızın da dile getirmesem bile bizde nasıl bir korkunç tahribata doğru gençleri sürüklediğini düşünmeden edemedim:
Giderek bizim gençliğimiz de kontrolümüzden çıkarak bu Batı çılgınlığının kaosuna hapsolmaya başladı. Bu ülkede, sorumluluğu paylaşan her insanın geleceğimiz adına bu kaygıyı duyması gerekmektedir…
Meraği’yi, Dede Efendi’yi, Hacı Arif Bey’i bilmeyen çocuklarımız, Batı’nın üçüncü, beşinci sınıf sanatçılarının peşinden koşma gibi bir çözülüşe doğru koşuyor. Bu sosyal buhran, gelecekte kendine, kendi değerlerine yabancılaşmış bir nesil çıkaracaktır ortaya.
Sözün bir yerinde yukarıdaki şiirin izahını istedi. Ben de kendisine, önce “Ney”in çok kısa bir tarihini ve tanımını yaptım:
“Bu ses aletin Mevlana Hazretleriyle özdeşleşmiş durumdadır. Mevlevi ayinlerinin ana unsuru neydir. Aslında, ney denilen aletin çok eskilere kadar giden bir tarihi var. Bunun M.Ö. 5 bininci yıllarda izine rastlanılır. Bugün, günümüzden bir o kadar yıl önce bulunmuş ve Amerika’da Philadelphia Üniversitesi Müzesi’nde sergilenen bir ney aleti vardır. Bu alet, ilk çalındığı (daha doğrusu üflendiği) yıllarda, dinî törenlerde kullanılmıştır. Bugün tasavvuf müziğinin ana enstrümanı olarak görülür. Sesin insanı kuşatan o manevi ikliminde yolculuğa çıkmak isteyenler için ney vazgeçilmez bir müzik aletidir ve bizim musiki çeşitlerimiz içinde, adeta “Hüzzam” makamının dilidir. İnsan ruhunun o deruni kuşatmasını bu alet sağlar. Dinlerken, uhreviyetin bütün mertebelerine doğru bu hasret kuşatmasına girersiniz.
Şiire gelince;
Dökülür neyin kalbinden,
Bir hüzzam ki, yürek titrer.
Ufka açılan geceden,
Sabaha bir müjde gider.
Bu şiiri, bir Mevlana ihtifali sonrasında yazdım. Gecenin sessizliğini eriten bu yürek titretici ses, gerçekten hüzzamın o baskın etkisini gecede bırakmıyor ve sabaha bir müjde şeklinde taşınıyor. Nedir o müjde? Arınmış bir ruhun kanatlarında geleceğe güvenle bakma duygusu. Hayatın bütün tortularını atıyor ve bir özgüven duygusuyla geleceğinize yöneliyorsunuz. Söz ve ses’in bu müthiş uyumu içinde, insanın bir anlık huzuru bile dünyalara değmez mi?
Seste vuslat heyecanı,
Nefeste bir ak çırpınış.
Raks kucaklarken zamanı,
Biter umutsuz aldanış…
Sema yapılırken neyin ve o ritmik hareketlerin uyumu, insanın Rabbiyle buluşmasına bir kapı aralar diye düşünüyorum. Bu işte ‘vuslat’ dediğimiz hadiseyi doğruyor. Gerçi, Mevlana Hazretleri ‘vuslat’ı daha çok, Rabbimizle buluşma anlamında düşünmüş, doğrusu da budur. Zaten bir Hadis’te uyarıldığımız gibi; “Ölmeden önce ölünüz” ilahi düsturu da bizi böyle bir kapıya götürmez mi? İnsan, vuslat duygusuyla yaşarken, umutsuz aldanışlardan uzaklaşır. Bunu sağlayan sesteki o bütünleşme çağrısıdır ve nefes bir çırpınış halinde bize bu kapıya çağırır. İnsanı aldanışlardan kurtaran da bu atmosfer olmalıdır.
Kendini söyleme neyim,
Biraz da gel beni anlat.
Aşk Burakına bineyim,
Beni de o sızına kat!,
Burada neye hitap ediliyor. Artık kendini söylememeli ney. Buradaki ‘Ben’ aslında ‘Biz’dir. Bunun içindir ki, ney biraz da bize bizi anlatmalıdır. Yani bir uyarı yapmalıdır. Bunun için ‘aşk’ denen o efsunlu sığınmaya doğru bizi bir “Burak” sırtına almalı ve o sızlanışın teslimiyeti içinde bizi de eritmelidir. Aslında bütün çalgı aletlerinin ritminde insanın kendini bulma heyecanı yok mudur? Batı’daki insan çözüldüğü için müziği bu alt seviyelere düştü. Bizde de ney, bu yönde bir ufuk açıcı olabilir mi? Bütün mesele budur.
Huzur çilende gizlidir,
Nefes nefes erdim ona.
Artık kamış ot değildir,
Şeb-i ârus’tan bu yana!
Ney’in gerçek hüviyetini bu dörtlük ifşa eder. Tasavvuf ehlinin, “münzevi” bir hayatı riyazet içinde yaşamaları, onları tatlı ve diriltici bir ‘çile’ye götürür. Hiçbir Şeyh ya da derviş, ‘çilehane’nin iklimini teneffüs edemeden ruhsal olgunluğa ulaşamaz. Kur’an’da Allah’ın Resulü için “Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kul idi” (Sad Suresi 44.) Buna niye işaret edilir? Gerçekten Allah’ın Resulü’nün yaşadığı çileli hayat; Mekke’de öldürülmek istenmesi, Evinden-yurdundan göçe ettirilmesi, Tebük’te taşlanması, savaşlarla açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmeye çalışılması… Ve bütün bunlara sabırla tahammül göstermiş ve bu haliyle şükürden ve teslimiyetten uzaklaştırmadığı için yüceltilmiştir. Mevlana, “Artık dertten şikâyet etme, çünkü dert insanı yokluğa götüren rahvan attır”, (Mesnevi VI b. 1474) der. Gözyaşını katılaşmış gönülleri yumuşatan yağmura benzeten Mevlana, gerçek huzura çilenin kapısından girileceğini işaret eder, Bunun için, ney artık kamış olmaktan çıkıp bize işaret veren bir ses iksiri olmalıdır.
Evrenselliğin ilkesi madde-ile ruhun bütünleşmesiyle sağlanmalıdır. Peygamberlere bakınız, hepsi, ilk Peygamber’den son Peygamber’e kadar hepsi evrensel bir diriliş ve varoluşun müjdesiyle gelmişlerdir. Eşyanın hakikati gücün, kuvvetin hakikatini yansıtır. Onu ruh havuzunda eriten maneviyatın önderleridir. Müziği bunun bir uyarıcı sesi olarak düşünürsek, o zaman bunun yerini ve niteliğini tayin etmiş oluruz. Ney, işte burada ortaya çıkar ve bizi yumuşak bir sızlanışla uyarmaya çalışır… Bizim gerek Tasavvuf Müziğimiz, gerekse klasik Türk Musikisi özünde bu mayayı taşır. Maddenin kuvvetini alır yoğurur hamurlaştırır ve yeni bir kalıpta insanın gönlüne taşır. İnsan beşerileştikçe hayvanileşmeye başladı. Onun, bu istiladan kurtaracak yol sükûnetin ninnisi olan neydir. Çünkü ney bana göre, insanın kendini idrake yönelmesine bir çağrıdır!”
Muhatabım, Amerika başta olmak üzere Batı’da Mevlana’ya yönelişin altındaki sosyal psikolojiyi şimdi daha iyi anladığını söylemekle yetindi. Onların kendi iklimlerinden kaçışı, bizi bu ruhaniyetin ikliminde tutacak mı acaba? Muhatabıma söylemesem de benim kaygım da bu oldu doğrusu…
#Muhsin İlyas Subaşı