Ya Molla Fenârî bizim neyimiz oluyor?
Osmanlı âlimlerinin din anlayışları ile şimdiki din âlimlerinin anlayışları aynı gelenekten mi besleniyorlar sorunsalı etrafındaki geçen haftaki yazımızı Davud-ı Kayseri bizim neyimiz oluyor diye sorarak bitirmiştim. Şimdi aynı soruyu Kayseri’nin vefat ettiği sene doğan ve resmi olarak ilk müftü, ilk şeyhülislam diyeceğimiz Molla Şemseddin Fenârî için soruyoruz. Anlaşılan o ki biz bu soruları daha çok sormaya devam edeceğiz. Evet şimdi soruyoruz: “Peki ya Molla Fenârî bizim neyimiz oluyor?”
Cağaloğlu’nda kitap peşinde koşanlar yıllarca “Molla Feneri” Sokağı diye bir sokaktan gülerek geçerlerdi. Yetkililere sokağın adı yanlış yazılmış doğrusu “Molla Fenârî” sokağıdır demekten dilimizde tüy bitmişti. Gelenekle irtibatımızdaki traji-komik durumlar sadece bu sokak ismi örneği ile sınırlı kalsa bari. Bundan daha kötüsü o âlimlerin dünya görüşlerinden kopulduğu için onları ancak kendimize benzeterek anlama çabalarıdır. Molla Fenari’ye de aynı şey yapıldı ve ancak bir fıkıh veyahut mantık âlimliği seviyesine indirgenerek uzun yıllar ilim çevrelerince bilinir kılındı. Peki gerçek Molla Fenari onların bu kendilerine benzettikleri gibi mi idi? Şimdikiler Geleneksel İlimler hiyerarşisini anlamadıkları sürece bu âlimleri de anlamamaya devam edecekler gibi gözüküyor. Geleneğe tabi âlimlerde bütün araç ilimler amaç ilimlere hizmet gayesiyle tahsil ve tedris edilirlerdi. Yani ana gaye hep metafizik olmuştu. Yüksek ilim marifetullah’tır. Hakk’ın sıfatlarının ve fiillerinin âlemdeki tezahürlerini, tecellilerini bilmek, İnsan’ın bu yapıdaki rolünü bilmek esas gayedir ve ilimlerin en şereflisidir. Bir âlimin diğer bütün yazıp çizdikleri bu metafizik sahada yazıp çizdiklerine adeta birer dipnottan ibarettir.
Şimdi bunu Molla Fenari örneğine tatbik ettiğimizde evvelemirde onun muhteşem bir İbn Arabi ekolü şârihi olduğunu görüyoruz. Büyük alim olan babasından –ki o da Kayseri’den- İbn Arabi’nin Fusûs’unu ve Sadreddin Konevi’nin en zor metinlerinden olan Miftahü’l-Gayb isimli eserini okumuştu. Kendisi de sonra bu iki eseri talebelerine okuttu. Emir Sultan ondan Miftah okuyan kişiler arasında idi. Hatta bu kitap üzerine adını ‘Akledilenler ve Görülenler Arasında Yakınlık Kandili’ adını verdiği mufassal bir şerh yazdı. Misbahü’l-Üns adındaki bu şerh ilginç bir tecellidir ki komşu İran medreselerine girdi ve orada kendine bir yer buldu. Bugüne kadar orada en yüksek ders kitabıdır ve en son Molla Fenari’nin bu kitabı okunarak mezun olunmaktadır. ‘Rakip komşu bir devletin Sünni bir Şeyhülislamının kitabı’nın İran’da garipsenmeden bugüne kadar okutulagelmesi de calib-i dikkat bir husustur. Üstelik pek çok âlim ona haşiyeler düşmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ayetullah Humeyni’nin –ki yıllarca bu kitabı okutmuş- yazdığı haşiyedir. Molla Fenari’nin bu kitabının bizde hala ne aslı ve ne de tercümesi basılmamış iken İran’da hem aslı ve hem de Farsça tercümesi –hâşiyeleriyle beraber- defalarca basılmış olması düşündürücüdür. “… Sen sahip çıkmazsan bu vatan batacaktır” bizde sadece hamâset edabiyatından ibarettir.
Şimdi bir kere Misbahü’l-üns bilinmeden Molla Fenari sistemi bilinemez. Bu kitabın yanısıra İbn Arabi’nin “Bizler Söylenmemiş Yüce Harfler İdik” diye başlayan meşhur dizelerine yaptığı şerh. Ayrıca Mevlana’nın Mesnevi’sinin Girişinde ‘Hâzâ usûlu usûli usûli’d-dîn fî esrâri’l-vusûl ve’l-yakîn’ sözünü açıkladığı şerh. Bunlarla beraber Tasavvuf Risalesi ve Vahdet-i Vücud Risalesi (Bkz. Mustafa Aşkar) gibi eserleri hepsi birden Fenari’nin metafizik yönünü oluşturmaktadır. Şimdi bunlar bilinmeden onun fıkıh anlayışı, mantık anlayışı da bilinemez. Koparamazsınız fiziği metafizikten. Zira onun Usul-i Fıkıh kitabı olan muhteşem eseri Fusûlü’l-Bedâi’de ele aldığı konular da bu ilk grup eserlerle irtibatlıdır. Aynı şekilde onun İsagoci Şerhi de sadece düz bir mantık kitabı değildir. Girişte, belli bir vahdet noktasında birleşen kesreti öğrenmek isteyen kimsenin öncelikle bu vahdet noktasını kavraması gerektiğine dikkat çeker. Zira ona göre burada bahsedilen kesret, ilmin meseleleri ve bu çokluğun birleştiği vahdet noktası da ilmin mevzusunu vermektedir.
Ayrıca bütün kaynaklar onun ameli anlamda da ehl-i tarik bir kimse olduğunu ve Ekberiyye, Bistamiyye, Ebheriyye, Erdebiliyye, Halvetiyye, Zeyniyye, Kazerûniyye, Rifaiyye yolları ile irtibatlı olduğunu söylemektedir ki modernlerin kabul edemeyecekleri bir diğer husus da budur.
Onun Kur’an’a bakışı bile aynı dünya görüşünün bir uzantısıdır. Somuncu Baba lakablı Hamîd-i Velî’den Fatiha suresinin sırlarını ve tevilini sormuş. O da kendisine daha evvel hiç işitmediği bir seviyede manalar verince Molla Fenârî onun müridi olmuştur. Sonra ondan aldığı ilhamla kendisi de Aynu’l A’yân ve fî Tefsîri’l Kur’ân isimli bir tefsir yazmaya başlamış ve ilk olarak Fatiha Suresi’ni tefsir etmeye koyulmuştur. Fakat buna başlamadan evvel Mukaddime’de bir Kurân ilimleri tarihi ve tarifi yapar ki muhteşemdir.
TDV’ye bağlı olarak faaliyette bulunan Kuramer Kuran Araştırmaları Merkezi’nin bir tanıtım broşürü elime geçti. Burada kuruluş ilkelerinde merkezin temel amacının, Kur’an-ı Kerîm’in ilmî verilere dayalı olarak anlaşılmasında akademik araştırmalar yapılmasını sağlamak için Kur’an ve Mushaf Tarihi, Dil, Tarih, Dinler Tarihi, Hadis, Sîret, Akâid, Meâl,Tefsir, Fıkıh, Kelâm, İslâm Felsefesi, Ahlâk gibi alanlarda çalışma konuları belirlenip bu projelerin yürütülmesini sağlamak olarak belirlenmiş gözüküyor. Ne kadar güzel değil mi? Lakin size de pes doğrusu dedirtecek bir şey gözünüze çarpmadı mı? Hemen hemen bütün ilimler sayılmış ama arasında bin yıllık tarihimizde en fazla eser yazılmış bir ilim dalı olan Tasavvuf yoktur. Daha doğrusu yok sayılmıştır. Tasavvuf büyüklerinin yazdıkları yüzlerce tefsir bir kalemde yok sayılmıştır. Demek oluyor ki Molla Fenari’nin bu tefsiri buradan içeri giremez. Resmi web sitesinde de (kuramer.org/m/35/32/ilkelerimiz) durum aynıdır. İşte bu yok saymak sürdüğü sürece Gelenek tesis edilemeyecek demektir.
Çok şükür son yıllarda Tasavvuf anabilim dallarında çalışan arkadaşlar bu ihmal edilen yönler üzerinde güzel çalışmalar yapıyorlar. Mesela en son Dr. Betül Güler’in Molla Fenari’nin Varlık ve Bilgi Anlayışı isimli kitabı (İnsan, 2016) yıllarca sadece ‘Büyük İslam Hukukçusu’ yönüyle tanıdığımız Molla Fenari’nin ihmal edilen yönünü ortaya çıkarmaktadır.
Tabii ki normalleşme bir antitez olarak birilerinin yanlışlarına karşı tezler geliştirmek değildir. Doğru bir ilimler hiyerarşisi tesis etmek ve her ilmi yerine oturtmaktır. Yoksa “bizler – onlar” ikiliği sürdüğü sürece bizim hep vurgu yaptığımız o normalleşme sağlanmış olamaz. İkilikten ve zıtlaşmaktan geçmeden gerçek tevhid bulunmaz.
Bir sorumuz da kendilerini bir şekilde tasavvufla tanımlamaya çalışan günümüz yapılarına olsun. Hangi dergahta bugün Molla Fenari’nin Misbahü’l-üns’ü okutuluyor acaba?. Veyahut Fusûs, ya da Mesnevi?
#Mahmud Erol Kılıç