Padişahın kolundan uçup, yaşlı ve cahil bir kadının yanına giden doğan kuşu fıtratının bozulduğunu görünce aklı başına geldi ama iş işten geçmişti. Fıtratı öylesine bozulmuştu ki artık geri dönemeye mecali kalmamıştı. Burada yaratanın kendisine verdiği payenin bilincinde olmayan bir kulun hâli anlatılıyor olsa gerektir. Yaşlı cahil ve ihtiyar kadın dünyadır. Doğan kuşu padişahlar padişahının kolunda / yanında olmak gibi çok yüce bir mertebenin farkında olmayan kuldur. Uçup, uçtuğu yerlere şöyle bir göz atıp tekrar asıl yerine, ana yurduna, yüce mertebeye dönmesi gerekirken yaşlı bir kadına benzeyen dünyaya takılıp kalmıştır. Dünyanın ona sunduğu iyilikler ve güzellikler aslında fıtratını bozacaktır. Uçacak kanatlarını kesmek istediğini tutacak pençelerini sökmektir. İnsan dünyada durdukça ana yurduna dönecek kabiliyetleri körelir. Oysa dönüş onadır. Padişahlar padişahı kolu kanadı kırılan her doğan kuşu için üzülür.
O padişah gün boyu doğanını aradı
Nihayet yaşlı kadının çadırına rastladı
Görünce tozun toprağın içinde doğanı
Perişan hâline üzüntüsünden ağlamaya başladı
Dedi ki “bu durum senin hatana bir ceza
Dürüst olup bize göstermedin vefa
Cennetten ettin cehenneme firar
Bir olur mu ehli cennet ile ehli nar
Bu layık bir cezadır şahtan kaçana
İhtiyar kadının çadırını vatan tutana”
“İhtiyar Kadının çadırı” bariz bir şekilde dünyayı anlatmaktadır. Onu vatan tutan, orada ebediyen kalacağını zanneden, onun iyilik ve güzellik diye sunduklarını kabul edenler fıtratlarının bozulduğunu gördüklerinde bir “zulüm” içine düştüklerini anlarlar. Ama bu zulüm dışardan gelen bir zulüm değildir. Kişinin tamamen kendi tercihi, kendi kararı, kendi seçimiyle ortaya çıkmıştır. “Kul kendi kendine zulmetmiştir”
Doğan kanadını sürdü eline şahın
Ağlayarak dedi ki “benim günahım
(340)Nerede inlesin nerede ağlasın günaha batan
Eğer huzuruna kabul etmezsen ey cömert olan
Doğan kuşu pişmanlığını itiraf ederek işe başlar. Benim günahım diyerek sorumluluğu üstlenir. “Bana bu uçma yeteneğini vermeseydin bu ihtiyar kadının çadırına gelmezdim” demez. Sorumluluğu üstlenmek bir bakıma meseleyi anlamak demektir. Hazreti Âdem’in “biz nefsimize zulmettik” demesine karşılık İblisin, sen bunların böyle olacağını biliyordu, senin bilgin dâhilinde oldu demesi, suçun sorumluluğunu başkasının üzerine atma mesleğinin başlangıcı oldu. Bu bakımdan günahın ilk ilacı “nefsimize zulmettik” itirafıdır. Doğan kuşu böyle yapıyor. “Benim günahım” diyerek pişmanlık bildiriyor. Arkasından sorumluluğu üstlenecek şekilde meseleyi anladığını beyana geliyor sıra.
Şahın lütfu küstah eder mücrimi
Şah değerli kılar birçok kemteri
İsyana yeltenme ki ihsanımız
Bilinmez ama yine ihsan ederiz
Sen hizmetini Hakk’a layık gören gafil
İsyan bayrağını açmış olursun bununla bil
Bu sözler padişaha aittir. Küstahlık yapmak kemliktir. Kemlik yapacağı belli biri lütuf görünce o küstahlığın bir sebebi de gördüğü lütuf olur. İnsan da kendisine lütuf olarak verilen gözü, dili, aklı velhasıl bütün varlığı kullanarak onu verene küstahlık eder. İsyan eder. Şüphe eder. İnkâr eder. Bunlar bariz küstahlıklardır. Daha da tehlikelisi bariz olmayan, hizmetini, yaptığın ibadeti ona layık görmek şeklinde tezahür eden küstahlıktır. Padişah doğan kuşunun tutacağı ava muhtaç değildir ama yine de onu kolunda taşır. Padişahlar padişahı kulun yaptığı ibadete muhtaç değildir ama yine de kula ibadet etme izni vererek yüceltir. Bu da bir lütuftur.
Zikir ve dua yaptıysan izin verildiğinden
Kendini översen kalbin kararır kibrinden
Kendini Hak ile konuşur gördün şaşırdın
Ey zan! Bununla nice merdi yolundan saptırdın
Şah seninle yerde oturmuş olsa bile
Haddini bil, aşma sakın, otur edebinle
İbadet etmek bir bakıma padişahlar padişahı ile konuşmak, onun sofrasına oturmak gibidir. Zikir ve dua etmene izin verilmesini kendi üstünlüğün, kendinden gelen bir şey zannedersen, bunu ifade ederek kendini översen bu kibrin ileri derecesi olur. İşi tamamen karıştırmış olursun. Kibre düşmek kalbi karartır. Bu felaketlerin en büyüğüdür. Ana yurduna dönecek kanatlarını kestirmek, pençelerini söktürmek gibi olur. Doğan Kuşu fıtratının bozuluşunun farkındadır. Pişmanlık içindedir. Duası bu pişmanlığı ifade etmek şeklindedir.
Doğan “Ey Şah!” dedi; “Pişman olmuşum
Tövbe ettim sanki yeniden Müslüman olmuşum
Senin sarhoşluğuna düşen çok sarhoş olmuştur
Sarhoşluğundan eğri büğrü yürüyorsa mazurdur
Her tövbe yeniden Müslüman olmak gibidir. Çünkü padişahlar padişahı o kadar cömert, o kadar merhametli, o kadar şefkatlidir ki bu imkân kapısını hiç kapatmaz. O kadar büyük kudret sahibidir ki onun lütfuna dair beklenti, bütün pişmanlıkların üstündedir. Umutsuzluğa düşmek yoktur. Umutsuzluk bir bakıma onun kudretini inkâr olur.
Gerçi kanatlarım gitti ama lütfun yetişirse eğer
Ellerim gider de ta güneşin kâkülüne değer
(350)Gerçi kanatsızım ama yeter iltifatın yetişsin
Felekler doğanını bile oyunumla mat ederim
Senin hizmetinde isem dağları koparmak bana hiçtir
Yardımın et! Ordular bozsun askerler kırsın gayretim
Çünkü onun kudretinin tecellisi kudret zannedilenleri yerle bir etmiştir. Mesele kanat ve pençe meselesi de değildir. Onun kudretinin sonsuzluğu kanat ve pençeye de muhtaç bırakmaz. Nitekim insanlık tarihi güçsüz, zayıf zavallı zannedilenlerin nice güç ve hükümranlık sahibini tepetaklak ettiğinin örnekleriyle doludur.
Gayretim gücüm sivrisinekten daha aşağı değil ya
Nemrut’un mülkünü başına geçirir satvetim
Tut ki zayıflıkta ebabil kuşu kadar olayım
Düşmanın her biri de fil gibi olmuş olsun
Küçücük taşlar attığımda ben
O kötü düşmana vermem aman
O taşlar küçücük olsa bile atınca birer birer
Ne zırh koruyabilir onların darbesini ne de siper
Musa bir sopa ile tutuşunca savaşa
Firavunun kılıcı batıl oldu çıktı boşa
Her resul tek ve yalnız gönderilmişti
Bütün dünyayı mağlup etmişlerdi
Nuh düşman cefasını çekmişti
Tufanda dalgalar ona kılıçlık etmişti
Bu örneklerin hepsi, insanlık tarihinin bilinen hadiselerine dairdir. Nemrut, tanrılığını ilan etmiş bir güç sapkınıydı. Burnundan giren bir sivrisinek beynine ulaşmıştı. Dayanılmaz acılar içinde kıvranarak can vermişti. Kudreti bir sivrisinekle baş edememişti. Ebabil kuşları, Ebrehe’nin fil ordusuna kıyasla yok hükmünde güçsüz bir topluluktu. Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’ye yaklaşan fil ordusuna direnecek onları yenecek bir ordu yoktu. Birden gökte Ebabil kuşları göründü, Ayaklarındaki nohut büyüklüğünde ki taşları gökyüzünden aşağıya bıraktılar. Her bir taş, binicisiyle beraber her bir fili delip geçti. O kudreti ölçüsüz fil ordusu çiğnenmiş buğday tarlası gibi yerle bir oldu. Firavun da kudretinin büyüklüğüyle “ben en büyük tanrınız değil miyim?” diyordu ahmaklaştırdığı ahalisine. Hazreti Musa, elindeki sopayla çıktı karşısına. Bir adam ve bir sopa hiçbir şeydi o sınırsız gücün karşısında. Ama öyle olmadı, sopa her karşılaştığında “ben tanrıyım” diyen adamı perişan etti. Nihayet bir darbesi deryayı ikiye böldü. Firavun “onlara bir şey olmadı, bana da olmaz” diyerek peşlerine düştü. Tam denizin ortasındayken ikiye yarılmış deniz birleşti. “İman ettim” dediğinde kendisine “Şimdi mi?” diye soruldu. Hazreti Nuh bütün dünyaya karşı tek başınaydı. Bütün dünyayı helak edecek dalgalar sanki onun ordusu ve silahı oldu.
Bütün peygamberler tek başlarına insanları karşısına çıkmıştı. Orduları, silahları, altın ve dinarları yoktu. Sadece söz ile dile getirdikleri hakikat vardı ellerinde. Her biri dünya tarihini değiştirdiler en güçsüz halleriyle.
Kudret padişahlar padişahına aitti. Onun kudreti ile dünya hayatı içinde göreceli bir kudret dağılımı o büyük hakikati iptal etmeye yetmezdi. Doğan kuşu kanatlarını ve pençelerini kaybetmiş olsa bile, fıtratı bozulmuş olsa bile, gücü tamamen tükenmiş olsa bile o büyük hakikate teslimiyetini dile getirerek pişmanlıktan sonra umudunu, umudundan sonra güvenini dillendirmekteydi.
Mehmet Sait Karaçorlu
#M. Sait Karaçorlu