ANADOLU ŞİİRİ – Adnan KARAİSMAİLOĞLU

Nasibi olmayan şevk-i ezelden

Kaçan hazzeyleye şi’r ü gazelden

H. Hamdi

ANADOLU ŞİİRİ

“Anadolu Şiiri” adlandırmasına geçmeden önce “Doğu Edebiyatı”nın kapsamından söz etmek gereklidir. 15 asır kadar önce Arap Yarımadası’nda ilk örnekleri oluşan ve bu bölgede İslam’ın yükselişiyle Müslüman toplumların Kuzey Afrika’dan Hindistan’a; Saraybosna’dan Doğu Türkistan’a uzanan büyük coğrafyada meydana getirdikleri edebiyat, dünyada Doğu edebiyatı olarak isimlendirilmektedir. Arapça örneklerin öncülük ettiği bu edebiyat sahasında İslam’dan sonra 3, 4 asır içerisinde diğer Müslüman topluluklarca Farsça ve Türkçe edebi eserler kaleme alınmıştır. İslam coğrafyasının büyüklüğü ve farklı dillerin kullanılması, toplumlar arasındaki yakınlaşmaya ve ortak özelliklerde edebi eserler verilmesine engel olamamıştır. Bu nedenle genel değerlendirmeler yapıldığında XI. asırda Arapça, Farsça, Türkçe eserlerde konu ve şiir türleri açısından büyük benzerlikler görülmektedir. Bu beraberliğin ve müşterekliğin Büyük Selçuklularla birlikte XI. asrın ikinci yarısından itibaren daha özel bir konuma yükseldiğini rahatlıkla ifade edebiliriz.

Eski Türk Edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı veya Divan Edebiyatı diye isimlendirilen ve Osmanlı devletiyle özdeşleştirilen Türkçe yazılı edebiyat, batılı araştırmacılarca doğru bir şekilde Doğu Edebiyatı tanımlaması içinde yer almaktadır. “Anadolu Şiiri” kavramını öne çıkardığımızda ise XIII. yüzyılda Anadolu’daki ilk Türkçe örneklerin yanı sıra, öncesi ve sonrasında yazılan Farsça ve Arapça eserleri de dikkate alarak Selçuklularla gelişip büyüyen ortak bir edebi anlayış ve zevkten ciddiyetle söz açabiliriz. Konya’da Mevlana’nın çoğunlukla Farsça, bir miktar Arapça ve az sayıda olsa da Türkçe beyitleriyle Anadolu şiirinin özel bir yerinde bulunduğu açıktır.

XX. asırda diller üzerinden yapılan edebiyat tarihçiliği anlayışının Mevlana’yı Türk edebiyatının dışında tutması, Türkiye’deki bazı araştırmacıları rahatsız etmiştir ve doğal olarak edecektir. Örnek olarak dili, edebiyatları ayırıcı özellikte gören A. S. Levend, bu düşüncesine rağmen “… Mevlânâ’yı incelemeden Türk tasavvuf edebiyatı anlatılmaz” demekte ve “Kaldı ki, Mevlânâ’nın -Fars diliyle de olsa- Mesnevî’de aşılamağa çalıştığı düşünce ve temsil ettiği ruh öylesine Türk’tür ki, bu esere geniş bir yer ayırmadan Türk kültür hayatı açıklanamaz”[1] ifadelerini kullanmaktadır. Bu ifadelerde bir hakikat dile getirilirken; kanaatimce, ilave olarak bir sınırlamaya gidilmektedir. Bu ise Mevlana’nın şiirinin, yalnız Türk tasavvuf edebiyatı ile ilgili görülmesidir.

Modern zamanlarda milletlerin edebiyatları sınıflandırılırken dilin belirleyici olarak tayin edilmesi isimlendirmede kolaylık sağlamasına karşılık önemli yanılmalara neden olmuştur. Çeşitli sebeplerle Türk şiiri, Fars şiiri veya İran şiiri isimlendirmeleri uygun görülebilir, ancak bu isimlendirmelerin kuşatıcı ve yeterli olduğunun düşünülmesi yanıltıcıdır. Günümüze ait düşünce ve dikkatlerle konulan bu ölçü, geçmiş için ve özellikle Türkler için eksiktir, hatta yanlıştır. Doğu’daki klâsik şiiri, dil farklılığı sebebiyle başlıca Arap, Fars ve Türk şiiri olarak sınıflandırmak bilhassa Türkler ve de Türk edebiyatı için büyük bir kayba yol açmaktadır. Son bir-iki asra ait bu yaklaşım, Anadolu’da yazılan Arapça, Farsça şiirlerin Arap ve Fars edebiyatlarına ait görülmesini temin ederken; ülkemizde Fuzûlî (öl. 1556) ve Nef’î (öl. 1635) gibi birçok Osmanlı dönemi şairinin Farsça şiirlerinin Türk edebiyatı içerisinde değerlendirilmemesi sonucunu doğurmuştur. Diğer yandan Mevlana’nın başta İran edebiyatı olmak üzere çeşitli ülkelerin edebiyat tarihlerinde yer alması için makul gerekçeler bulunabilir ve de vardır. Bütün bunlar, bu tür kesin ayırıcı isimlendirme ve tutumların Doğu’da klâsik edebiyatları sınıflandırmak için yeterli olmadığını, sanırım, ortaya koymaktadır. Bu yönleriyle konunun büyük bir coğrafya ve 15 asırlık bir mazi üzerinden samimiyetle gözlemlenmesi ve kapsayıcı isimlendirmelerin yapılması galiba gereklidir.

Tekrar başa dönerek “Anadolu Şiiri” adlandırmasıyla söze devam edelim. Mevlana ve Yunus Emre’yi öne çıkaralım, ancak Âşık Paşa’yı da analım. Bu üç isimden, doğum tarihleri itibariyle Mevlana 1207 yılında bugünkü Afganistan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi ve on yaşı civarında Anadolu’ya adım attı, 15 yaşında Karaman’da ikamete başlayıp 22 yaşından itibaren Konya’da yaşadı. Bütün eserlerini burada verdi.

Mevlana’nın bazı sözlerinden, onu Anadolu’nun, Konya halkının şair yaptığını çıkarmamız mümkündür. Çünkü doğduğu şehir olan Belh’i anarak, Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şairlikten daha ayıp bir iş yoktu, demekte ve aynı yerde söze şöyle devam etmektedir: O kadar gönül alıcıyım, gönül yapmayı isterim ki yanıma gelen şu dostların canlan sıkılır korkusuyla şiir söylerim, onunla oyalanmalarını dilerim. Yoksa ben nerdeyim, şiir nerde? Vallahi şiirden usanmışım ben; bence şiirden beter bir şey yok.[2]

Burada şöyle bir soruya cevap arayarak konuyu sürdürebiliriz: Anadolu’da XIII ve XIV. asırda şiir hangi yönde ilerliyordu? Cevabı biraz uzun cümlelerle vermek durumundayız.

Genel isimlendirmeyle Doğu şiiri Büyük Selçuklular (429-590/1038-1194) döneminde, büyük bir ana fikir değişimine ve gelişmeye sahne olmuştur. Bu Arapça, Farsça ve Türkçe şiir için aynı derecede etkin olan bir değişim ve gelişme dönemidir. Şiirde üslup farklılığı gerçekleşmiş, düşünce ve hayal öne çıkmış, maddî hislerin, beşerî zevklerin ve dış dünyaya yönelik gözlemlerin yerini manevî hisler ve iç dünya zevkleri almaya başlamıştır. Şiirde dinî, ahlâkî ve tasavvufî diye nitelendirilen bir bakış ve algılayış, diğer bir ifadeyle dinî hissiyat öne çıkmıştır[3].

Selçuklu sultan ve idarecilerinin ilim adamlarıyla sufîlere gösterdiği alaka ve himaye bu gelişmelerde önemli bir yere sahiptir. Daha önce Horasan, Afganistan ve Hindistan sahasında Gazneliler döneminde saray şairleri Sultan Mahmud’u ve oğullarını överken din ve adalet adına mücadeleden söz etmekteydiler. Şiirin konuları arasında yerini almaya başlayan ve şiirde yeni sayılabilecek dinî ve insanî değerler, şairler için giderek ana tema olma yönünde ağırlık kazanmıştır.

Bu hulasadan sonra diyebiliriz ki, genelde Müslüman toplumun hissiyatına ve sanat zevkine, bazen de özel tasavvufî düşünceye yer veren şiir anlayışı, genel olarak bütün İslâm dünyasında Selçuklular döneminde yaygınlaşmıştır. Anadolu’daki XIV. asra ve öncesine ait Türkçe şiirlerin genelde aynı özellikte olmasının sebebi de bu gelişmeler sonucudur.

Tek geçim kaynağı şiir olan methiyeci şairi, Mevlana ve oğlu Sultan Veled yermiştir. Onların şiirinde bu özellikteki şair ve şiir aleyhine ifadeler ciddî yer tutar.[4] Onlara göre olumlu şair kimliği, ârif ve âşık şair kimliğidir. Bu kimliği önde tutan anlayışla artık Anadolu’da şiir sultan, bilgin, sufî, müderris, kadı ve benzeri bütün çevrelerce meşgul olunan bir alan hâline geldi. Bu ifadeler genel bir tespit sayılabilir, ancak yönelişin anlama ve değerlere doğru olduğunu, şairlerin yaygın olarak kültüre ve inanca uygun eserler verdiklerini elbette ifade edebiliriz.

Aynı veya sonraki asırlarda yaşamış Anadolu şairlerini şiir ve anlam dünyası açısından Mevlana ile irtibatlı gösterebiliriz. Yunus Emre (öl. 1321), Gülşehrî, Âşık Paşa, Elvan Çelebi, Yazıcıoğlu Mehmed’in (öl. 855/1451) gibi sufi şairler veya farklı değerlendirilmeye çalışılan Fatih devri şairi Ahmed Paşa, Kanuni devri Bâkî ve Şeyhulislâm Yahya gibi şairler Mevlana’yı anan ve hatırlatan beyitler yazmışlardır.

Burada bu irtibatla ilgili örneklere yer vermek ve kanıt göstermek düşüncesinde değiliz. Daha ileri giderek XII. asrın ikici yarısında ve XIII. asırda Anadolu’da yazılan Arapça, Farsça ve Türkçe eserlerin farklı dillerde olsa da aynı özelliklerle, aynı veya benzer duygularla yazıldığını ifade etmek ve tamamı için aynı adı kullanmaktır amacımız: Anadolu Şiiri; Anadolu Edebiyatı.

Selcuklu Anadolu’sundan sadece günümüze ulaşabilen beyit hacmi yüzbinlere ulaşan edebî geleneğin ürünleri bu bakışı ve adlandırmayı zorunlu kılmaktadır. XIII. asırda yaşamış şahsiyetlerin eserlerinden oluşan şu liste ve görüntü galiba daha ikna edicidir: Kadı Burhaneddîn Anevî’nin Farsça manzum edebî eseri Enîsu’l-kulûb’u (şair 70 yaşındayken 1212 yılında Selçuklu sultanına ithaf etmiş)  28 bin beyit; Mevlana’nın (1207-1273) Farsça, daha az sayıda Arapça ve çok az sayıda Türkçe mısra/beyit barındıran Mesnevî’si ve Dîvân-ı Kebîr’i yaklaşık 66 bin beyit; Sultan Veled’in (1226-1312) 400 beyte yakın Türkçe şiir ve mısralarıyla Dîvân’ı ve mesnevîleri 38 bin beyit; Kânî’î’nin (öl. 1273’ten sonra) 10.483 beyitlik manzum Farsça Kelîle ve Dimne’siyle 300 bin beyit olduğu söylenen, ancak elimize bin kadar beyti ulaşmış olan Selçuknâme’si, Yunus Emre’nin (1240-1321) Türkçe divanı ve Risâletü’n-nushiyye mesnevisi (yazılışı 1307) 4.032 beyit, Gülşehrî’nin Türkçe Mantıku’t-tayr’ı (yazılışı 1317) yaklaşık 5 bin beyit, Farsça Feleknâme’si (yazılışı 1301) yaklaşık 3.600 beyit, Âşık Paşa’nın (1272-1333) Türkçe Garîbnâme’si (yazılışı 1330) 10.613 beyit ve Seyfeddîn Muhammed el-Fergânî’nin (öl. XIV. asrın ilk yılları) 10.500 civarında beyit içeren Farsça divanı.

Yukarıda sıralanan farklı dillerde yazılmış eserleri anlam dünyaları, ortak mazmunları ve edebi özellikleriyle yakın veya ilişkili görüp karşılaştırmak gayet mümkündür.  Geride bırakılan son asır bazı gerekçelerle hariç tutulmaya çalışılsa da Selçuklu Anadolu’sunda yerleşik hale gelen İslam çehreli Arapça, Farsça ve Türkçe şiiri, Anadolu Şiiri olarak adlandırmak, birlikte değerlendirmek yerinde görünmektedir. Tarihsel olarak Anadolu şiirinin öncülerini her dönemde hatta her yılda anmaya ve örneklerini yukarıdaki yaklaşımla her zaman okuyup yorumlamaya muhtacız.

 

[1] Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, 1973, s. 41-43.

[2] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Fîhî Mâ Fîh, B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş./1990, s. 74; –, –, çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Konya, 2001, s. 62.

[3] Ömer Ferruh, Târîhu’l-edebi’l-Arabî, III, 149 ; Z. Safâ, Târîh-i edebîyât, II, 337, 356-357.

[4] Bkz. Sultan Veled, İbtidâ-nâme, trc. Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara, 1976, s. 65-67.