Hz. Mevlânâ”ya Göre Sûfilerde Sosyal-Asosyal Denge Sûfîler Toplumun Neresinde?
Öteden beri, toplumumuzun entellektüel dünyasında, sûfîlerin eline tesbih alıp köşelerine çekildikleri sosyal hayattan kopuk meskenet-merkez bir hayat sürdükleri iddiâsı oldukça yaygındır. Bu yazımızda, sûfîlerin sosyal- asosyal yapılanma dengesine temas ederek Mevlânâ Hazretleri”nin penceresinden konuyu bir nebze olsun vuzûha kavuşturmak istiyoruz.
Öncelikle bu hususta yaşadığım iki canlı örneği burada arzetmek istiyorum:
İlkinde, Anadolu”daki İlâhiyat Fakülteleri”nden birinde, bir grup akademisyenle bir araya gelmiştik. Doçent ünvanlı bir meslektaşım, fakire şu meâlde bir sual tevcih etmişti:
– Günümüzde, Osmanlı”dan intikal eden çok sayıda ilmî elyazması eser var. Tasavvuf erbabının eser yazma konusundaki tembellikleri veya inzivâya çekilip dünyadan uzak yaşamaları sonucu, fazlaca bir te”lifat bırakmadıklarını görüyoruz, bu hususta ne dersiniz?
Ona cevabımız, özetle şöyle olmuştu:
– Sayın hocam, sanırım şu anda, bir bilgilenme eksikliğiyle karşı karşıyayım. Çünkü en zengin elyazması koleksiyonu Süleymâniye Kütüphanesi”nde. Orada tasnif edilmiş, yaklaşık yüz otuz beş bin elyazması var. Kütüphanedeki uzmanlardan edindiğimiz malûmat ve orada geçmişte yaptığımız çalışmalar ışığında, kütüphanedeki eserlerin, yüzde yetmişe yakınının tasavvuf erbâbınca te”lif edildiğini biliyoruz. Geri kalan yüzde otuz civarındaki âsâr-i mahtûtât ise; tefsir, fıkıh, hadis, kelam, akâid, tarih, siyaset, folklör, ahlak vs. gibi konularla alakalı. Yani bu durumda tasavvuf erbâbı, iddia ettiğiniz gibi, te”lif eser verme konusunda tembellik etmemiştir. Hatta onlar, kendi sahalarının dışına çıkarak tefsir, fıkıh, hadis, kelam gibi konularda da eser verdiği halde, tasavvuf dışındaki diğer İslamî disiplinlerdeki ulemanın, ilmî eser verme yelpazesinde bu kadar zengin bir miras bırakamadıklarını da söyleyebiliriz.
Muhatabımız bu cevap karşısında hem mahcub olmuş ve hem de çok şaşırmıştı. Problemin kaynağı, sadece bilgi eksikliğiydi maalesef…
İkinci hatıramız şu: Geçen ay yine bir akademisyen (prof.) arkadaşım; “Tasavvuf erbâbı, topluma açık değil, içine kapalı mizantrop bir karakter arzediyor” dediğinde, fakir ona, yapılmış bir araştırmadan bahisle şunları söylemiştim:
Kayıtlara göre Osmanlı”dan bize, 24.600 vakıf intikal etmişti. Bugün bu sayı, takrîbî 5.500 civarında. On sene kadar önce, Gencay Şaylan tarafından yayınlanan bir araştırmada, Türkiye”deki sivil toplum örgütü olarak vakıfların yüzde yetmişinin, tasavvuf merkezli olduğu tesbit edilmişti. Yani bu durumda tembellik iddiası, realite ve vakıa açısından maalesef, yanlış bilgilenmenin ürünü.
Evet, sûfînin kendi nefsiyle mücâdelesinin birinci öncelik şeklinde kabulü, vehle-i ûlâda dıştan bakıldıkda, onların kendi âlemlerine dalıp dış dünyayı ihmal ettikleri zannını uyandırabilir. Ancak, sûfînin manevi eğitimde geçirdiği merhaleler dikkatle incelendiğinde, tasavvufî eğitim uygulamalarının toplum dışında kalınarak yapılmadığını görürüz. Mesela Nakşîlik”teki meşhur; “Halvet Der Encümen” prensibi, toplum içinde iken Allah”la beraberliği korumakla ilgilidir. Bedenin zâhiren dünya ile kârda, kalbin bâtınen Allah ile yani Yârda olması, bize bu konudaki altın dengeyi gösterir.
Sûfî, benliği tekâmül ettirirken, sırf içine kapanık manevî bir yolla değil, toplum ve çevresiyle de yüzleşip onlarla olan ilişkilerini, ahlâkî temele dayandırarak, yeniden, tekrar tekrar, derin muhasebelerle gözden geçirip dizayn eder. Yani o, kendisiyle, toplum lehine olmak üzere sürekli oto-kritik temelli pozitif bir yapılanma halindedir.
Mesela, sülûk yolunda sûfîden sürekli merhametli olması beklenir. O da, bu merhameti geliştirip, açığa çıkarıp mükemmelleştirmek için, toplumla temasa geçer. Kendinden bir takım fedakârlıklarda da bulunur. Hayvana merhamet, bitkiye merhamet, insana merhamet gibi çok yönlü platformlarda tahkîk erbâbı olmaya çalışır. O, nefsinin bu konuda önüne çıkardığı zorluklarla boğuşur ve onları yenmeye çalışır. Yani sûfî, merhameti toplum içinde gerçekleştirir. Aynı şekilde sûfi cömertlik, îsâr, çile çekerek ve hizmet ederek olgunlaşma gibi hemen her güzel ahlakı, topluma rağmen ve toplumdan ayrı olarak değil, toplum lehine ve toplum içinde gerçekleştirir. Yani onun tekâmülünü, kendini toplumdan soyutlayarak, kendi içine kapanarak gerçekleştirdiği iddiası, eğitim mantalitesi açısından da mümkün değildir. Yani sûfî, kendini de ihmal etmez, toplumu da.
Abdulkadir-i Geylâni hazretleri “Mum gibi olmayınız, toplumu aydınlatacağım derken kendinizi tüketmeyiniz.” der.
Schumacher, bu konuda şu doğru tesbiti yapar:
“Kendini bilme ile uğraşan bir insanı (sûfîyi), topluma sırtını dönmekle suçlamak, korkunç bir hatâdır. Doğrusu, bunun tam tersidir. Kendini aramayan, bilmeyen insan toplum için bir tehlikedir. Çünkü diğer insanların söylediği ve yaptığı her şeyi yanlış anlar. Bizzat kendi yaptığı birçok şeyin önemini bilmeksizin, kendinden habersiz, sahte bir mutluluk içinde yaşar.” (Schumacher, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, s.147)
Hz. Mevlâna”ya gelince… O, bizzat kendisi sosyal hayata aktif olarak katılmış ve özetle şu tür toplumsal faaliyetlerde bulunmuştur,
1. Medresede ders veren bir müderris olarak o, toplumun örgün eğitimine katkıda bulunmuştur.
2. Evlenemeyen genç kız ve erkekler için çeyiz vakfı kurdurarak, toplumda ahlakî çöküşe engel olmuştur.
3. Hatta o, kötü kadınlara nasîhat ederek onları meşruiyyet dairesine çekip yuva sahibi yapmış, onların, dünya ve âhiretlerini kurtarmıştır.
4. Devlet adamlarına bir tür danışmanlık yaparak, onlara ülkede yaşayan insanlar lehine tavsiyelerde bulunmuş, çözüm yolları göstermiştir.
5. Halktan herkesin geldiği umumî toplantılara katılmış, onları teselli etmiş, bilgilendirmiş, irfan seviyelerinin yükselmesine yardımcı olmuştur.
6. Moğolların, Tokat ve Amasya saraylarına, oğlu Sultan Veled”le mektup göndermek suretiyle, onların Anadolu halkı üzerindeki zulmünü hafifletmiş, hatta bir kısmının İslâmlaşmasına sebep olmuştur.
7. Hastaları, yetimleri, fakirleri ziyaret etmiş, onlara yardımlarda bulunmuş, psikolojik hayat desteği ile kırılan ümitlerini diriltmiştir.
8. İstanbul”daki papazlarla mektuplaşarak ve Konya”da Kırk Kilise keşişleriyle sohbet ederek, onlara İslâm”ı tebliğ etmiş, bir kısmının İslâmlaşmasına sebep olmuştur.
9. Sokaktaki çocuklarla şakalaşmış, hayvanlara merhamet sunmuş, toplumun maddî ve manevî kalkınması için dualar etmiş, kötülere nasihat ederek emr-i bi”l-ma”rûf nehy-i ani”l-münker vazifesi yapmıştır.
10. Yeri gelince himmet gücüyle, mana çerisi olarak ehl-i İslâm”ı belalardan kurtarmıştır.
O, bütün bu toplum-yoğun faaliyetlerinin içinde kalarak, Allah”a kulluğu sürdürmüş insanları birleştirmiş, gönülleri birbirine yakınlaştırmıştır. Bu konudaki en ideal örnek, hiç şüphesiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem”dir.
Hz. Mevlanâ, Mesnevisinde köy şeyhiyle şehir şeyhini mukayese eder. Orada şehir şeyhinin çilesinin büyük olduğunu imâ ile tahkik ehli olduğunu, söyler. Ona göre, köy şeyhi, basit hayat tarzına adapte olduğu ve az sayıda insanla yüzleştiği için daha az çile çeker ve taklîd ehlidir. O, bu ifadeleriyle, toplumun çilesine katlanmanın, toplum içinde kalmanın, olgunluğu toplum içinde elde etmenin mühim olduğunu savunur.
Hz. Mevlânâ, sufinin toplum hayatı içinde yaşayarak (celvet) kendisini kemâlâta erdirmesi gerektiği kanaatindedir. Ki bu, Hazret-i Abdulkadir-i Geylâni(ks)”nin; “Biz zikir, fikir, oruç, ibadet vs. gibi amellerden ziyade, insanların eza ve cefalarına katlanarak bu halimizi elde ettik.” sözüyle daha net bir ifâdesini bulur.
Mevlanâ, yukarıda verdiğimiz, kendi reel cemiyet hayatı ve Mesnevi”sindeki anlatımıyla tam olarak sosyal hayatın içindedir.
Ancak, bu noktada, sufinin toplum içinde boğulup dünyevileşip, insani-manevi kazanımlarını yitirmesinin söz konusu olduğu görülür. Yani bu nokta, bir kırılma noktasıdır. Hz. Mevlanâ, ferdî-ictimâî hayat dengesini bu bağlamda te”sis ederken, ne gibi tavsiyelerde bulunuyor şimdi onu görelim;
Kendi problemlerini çözüp o şekilde noksanlarını tamamlamak yerine, topluma açılanların bu tutumlarının beyhudeliğini, Hz. Mevlânâ, Mesnevî”sinde anlatır. Nitekim bu zihniyette birisi, Hz. İsa”dan, kendindeki can potansiyelini ortaya çıkarmak yerine, mezardaki babamı dirilt, diye bir talepte bulunur. Bilmez ki marifet, mezardaki ölüyü değil, ölmüş kendi ruhunu diriltmektir. İşte bu şekilde o, kendi ölü ruhu yerine, dış dünyada mezardaki ölünün ruhunun diriltilmesine yönelen kişiyi, Hz. Mevlânâ şöyle anlatır:
“Bu hasta adam nasıl oluyor da kendi derdiyle uğraşmıyor? Bu murdar adam, kendi canının derdine niye düşmüyor?
Bizzat kendi içindeki ölmüş canını bırakmış da Dışarıdaki ölüyü diriltmeye kafayı takmış!..” (Mesnevi, II. beyt: 150-1)
Hz. Mevlânâ bu konuda şu kıymetli nasihati yapar:
“Ey başkalarına ağlayan göz! Gel gel Gel de,(durup) biraz kendin için ağla!” (Mesnevi, II. beyt: 479)
Kötülük ve sorunların sebebini dışarıda görüp, kendinde görmeyenlerin gayretlerindeki beyhudeliği, Hz. Mevlânâ, 100.000 yeni doğmuş çocuk öldüren Fir”avun”un ahmaklığına benzetir. Hazret-i Mevlânâ, Fir”avunun bu çabasının, başına gelecek felâketi engelleyemeyeceğini söyleyerek, bir insanın onun gibi Kızıldeniz”de boğulmaması için kötü olan kendi içindeki nefsini terbiyeye yönelmesini tavsiye eder. Yani o, varlığına odaklanmak yerine, problemin kaynağını, dışa yönelik tedbirlerle çözmeye çalışanların bu çabasının, Fir”avununki gibi boşa gideceğini söyler.
Hz. Mevlânâ konuya, şu diriltici sözlerle aydınlık getirir:
“Tıpkı Fir”avun gibi, hani o da Musa”yı bırakmıştı da
Halkın yeni doğan bebeklerini öldürüyordu.
Düşmanı, o kör gönüllünün (Fir”avun”un) evindeydi
Oysa o gidip başka çocukları öldürüyordu
Sen de dış dünyanda başkalarıyla kötü oluyorsun da
İçindeki kendi kötü nefsinle barışık yaşıyorsun
Düşmanın o (nefsin); ama durmadan ona şeker veriyorsun
Dışarıdan da herkesi itham edip (kötü olmaktasın)
Sen Fir”avun gibi körsün, kör gönüllüsün
Düşmanınla iyi oluyor, suçsuzları da aşağılıyorsun
Ey Fir”avun söyle, nereye kadar suçsuzları öldürecek
Asıl suçlu olan nefsini hoş tutacaksın
Fir”avun”un aklı padişahların aklından üstündü
Ama Allah”ın hükmü, onu akılsız ve kör etmişti.
Birinin can kulağı ve gözünü Allah kapatırsa
O adam Eflatun bile olsa sonunda hayvanlaşır.
Bedenini besleyen, nefsine hizmet eden, sonra da Başkalarının kendisini çekemediğini sanan kişi , (Fir”avun gibidir)
Bu benim düşmanım, şu bana haset ediyor, der durur,
Halbuki kendisine haset eden, esas düşmanı yine kendi nefsidir
İşte o adam Fir”avun”a benzer, bedeni de Hz. Musa”ya Böyleyken o, “Nerede düşman?” diye dışarı koşmaktadır.
Onun nefsi, beden evinde nazlı bir şekilde beslenmekte Kendisi de başkalarına kin güdüp parmağını ısırmakta (Mesnevi, II., beyt: 772-5)
Yani, sûfî bakışını içe çevirdiği için, kendini düzelterek, kötü yanlarının topluma yansımasına da engel olur.
Topluma zarar vermemek ve faydalı olmak hedefine matuf olarak gerçekleşen bu eğitim, çift yönlü birey- toplum ilişki dengesini, Kur”an ve sünnet bazında bir temel üzerinde inşâ edilir.
Esasen tasavvuf tarihinde, örnek hayatının tamamını toplumdan uzak evinin köşesinde geçiren bir tek sûfî görülmez. En uç örnek olarak, Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri bile, 63 yaşından sonra girdiği çilehanesinde ölene kadar talebe okutmuş, namaz kılmak üzere cemaate katılmıştır.
Özet olarak manevi tecrübe, sufîyi toplumdan uzaklaştırmaz. Ancak o, toplumun içinde de eriyip kendini kaybetmez. Bu bütün bir tasavvuf tarihi boyunca böyle tezâhür etmiştir efendim!..
Altınoluk Dergisi
#Ethem Cebecioğlu