İRFANA DUYULAN İHTİYAÇ
Madde ile mânâ arasındaki makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmıştır. Modern insan, kalp gözü olmayan kalbinden sürgün insandır, vicdanın, müteâl duyguların kendisine oturmadığı bir makinedir. Tabiata daha çok hükmetmeye kilitlenen, çıkarı, başarıyı tek hedef bilen, ölüm dahi olsa hedefe giden her yolu mübah gören… Günümüzün manşetlerinden düşmeyen ekolojik facialar; kimyasal silahlar gerçeği; savaşın içinde kırılan ülke ve insanlar… Şiddet ve öldürme Kabil’den beri var ama bugün böylesi bir öldürücülüğün, modernizmin “değer”sizliği ile ilgili olduğu da bir gerçektir.
İnsanın ruhî ve maddî olmak üzere iki tarihi vardır. Ruhî gelişimine dikey, maddî gelişimine ise yatay tarih denir. Dikey tarih diğer bir ifade ile enfüsî tarih, insanın manevî olarak tekâmülüne işaret eder. Yatay tarih yahut âfâkî tarih ise onun bu tecrübeyi yaşayacağı doğum ve ölüm arasında verdiği vesikalık fotoğrafı gösterir.
Geleneğin inşa etmiş olduğu toplum ve tarihlerde insanın manevîliği merkeze alınmış, maddîliği buna bağlı olarak belirlenmiştir. Üstelik insanın dikey tarihi, hamlıktan olgunluğa doğru seyretmekle salt kendisinde sınırlı bir eylem olarak kalmamıştır. İnsanın içinde gerçekleşen dönüşüm ve olgunlaşma, doğal olarak davranışlarına ve ortaya çıkardığı şeylere akseder. Fiillerin iyi olması faillerin olmasına bağlıdır. Bu sebeple ananevî anlayış, kişinin dikey tarihinin olmasını merkeze almış ve buna göre insanın “iç”ten eğitilmesini esas almıştır.
Rönesans ve aydınlanma düşüncesiyle başlatılan modern süreç, ananevî olanın tersine, insanın dikey tarihinden ziyade yatay tarihine önem vererek insanın maddîliğini merkezîleştirmiş, manevîliğini çok önemsememiştir. Çünkü ilerlemeci tarih anlayışı özelde insanın, genelde insanlığın hep iyiye doğru bir tarihsel gelişim izlediğine inanmıştır: Geçmiş “ilkel”dir, bugün gelinen “modernlik” ise gelişmişliği gösterir. Modern insan, maddî imkânlar üzerinden kendini var hisseder, ne kadar güçlü ise, ne kadar şeye sahip ise o kadar vardır. “Sahip olduğun kadar varsın!” denmiştir kendisine, o da sahip olmaya çalışmıştır. Sonunda varılacak nokta üretimden düştükleri için değersizleşen, bakıma muhtaç oldukları için hayatın dışına atılan yaşlı bir nüfus, posa…
Öyleyse insanın yatay ve dikey tarihlerini bir bütünlük içinde kurarak dengeyi bulmak zorundayız. Sadece manevîlik veya sadece maddîlik, hakikatin bir tarafı ile yetinmek anlamına gelir. Dengeyi bulmak, insanın iki tarafını esas alan bütünlüklü bir eğitimle mümkündür. Tasavvuf geleneğinde bu, mürşitlerin rehberliğinde gerçekleşir. Tasavvuf geleneği ve bu geleneğin pirleri, insana hakikatli bir nazar hediye eder. Kişi aldığı eğitimle bir nazar edinir ve bu nazarla bakar. Böylece varlığın hakikatini, bütününü görür. Baktığı şeyin bir kendine, bir de Rabbi’ne bakan yüzünün olduğunu bilir.
Bugün hayatı bütün haliyle değil parçalayarak karşılayan modern tasavvurun sonucu olarak formel bir zincirden ibaret eğitime dikkat çekmek gerekir. Disiplinlerin ve uzmanlığın aldığı renk, hayata parçacı bir bakışla gitmeyi imliyor. Dikey bir derinlik ama yatay bir körlükten bahsediliyor. Mesela iyi bir doktor ama hayatın diğer bölümlerinde kör, topal… İnsanın eğitiminden çok, insana meslek kazandırmak öngörülüyor. Bunca zahmet ve yarış üniversiteye girip orada bir mesleğin formatını öğrenmek için… Modern eğitim formu, hayata doğan insana hayatı ve kendisini bildirmek, tanıtmak, keşfettirmek için kurgulanmamış. İnsan bu eğitim formuyla hayatın bütünlüğünü, insan denen “meçhul”u öğrenemiyor. Bugünkü eğitim, insanı araçsallaştıran, mesleklere, fabrikalara eleman yetiştiren bir süreç.
Bizim ananevî eğitim tasavvurumuz ise eğitimi hayatın bir bölümüyle sınırlamayıp hayatın bütününe yayar; beşikten mezara kadar devam eden eğitimi öngörür. Hayatın bütünü eğitim konusu yapılır. Bu anlayışa göre insan bilmek ve keşfetmek üzere yaratılmıştır. Kendini bilecek, varlığı tanıyacak, böylelikle insan olup hakikate uyanacak ve bu suretle cehalet zincirinden kurtulacaktır.
Ananevî olanın inşa ettiği toplumda eğitim, bütün fikriyle görülürdü. Medrese, tekke vardı ama başka türlü bir eğitimi de mahalle ve sokakta almak mümkündü. Sokağın kendisi ve sokağın vazgeçilmezleri okullarda verilmeyeni verirdi. Anne ve babasından, evinden, gittiği okullardan alamadığını bu adreslerden ediniyordu. Karşısına cami, kıraathane, tekke, dergâh, çıkıyordu. Sokağın, mahallenin ve şehrin tümü okul oluyordu insana. İnsana bütüncül olan ve hayatın tamamını eğitim alanı gören böylesi bir model rehberlik etmelidir. İnsanın sadece aklî zekâsına değil, duygusal zekâsına da dikkat eden bir yaklaşım… Selçuklu-Osmanlı deneyimini mümkün kılmış unsurları keşfetmek lazım. Bu pratiklerde hayatın bir kısmı değil, acı ve mutluluğun iç içe geçtiği bir bütünlük vardı.
Ananevî kültürümüzün ana damarını oluşturan irfana bakıldığında derdin önemsendiği görülür. “Derdim bana derman imiş” denir. Modern eğitim, acılardan soyutlanmış bir hayat öngörür. Varlığın, dolayısıyla hayatın bütünlüğüyle barışık değil, onunla kavgalıdır. Hayatın acı, ağrı, hastalık, yaşlılık tarafı bir günah gibi karşılanır. Modern eğitime dahil olanlar da bu şekilde görme ve yaşamaya alışır. Hayatın bu tarafının eğitimini alamayan “nahoş” bir şeyle karşılaştığında öylece kalır, hayat kendisine zehir olur.
Modern algının tersine irfanî bakış başka bir yerden bakar: Kahrı ve lütfu bir görür. Yunus, Niyazi Mısrî, “Kahrın da lütfun da hoş!” der. Kahrı ve lütfu bir görmeyenin mutlu olma şansı olmaz. Fatih’in türbedarı Amiş Efendi, “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde müsavi (eşit) değilse nâkıssın evladım!” der. Peşinde koşulan mutluluk insanı kendinden dışarıya çıkarırken, bir anlamda insana kendini unuttururken, acı ve ağrı insanın yüzünü kendisine çevirmesini, üzerinde düşünmesini mümkün kılar. Felaketlerden geçerek hayatî dersler çıkarılır.
İslâmî İlimlerde İrfan
İslâmî ilimlerde esas olan irfan ve hikmettir. Günümüz dünyasında İslâm düşüncesi sadece fıkıh olarak algılanmaktadır. Sünnîliğin, irfansız ve hikmetsiz salt bir fıkıh ekolü haline indirgenmesine şiddetle karşı çıkmak gerekir. Eriyen ve bir taraftan gizlice Vahhabîleşirken diğer taraftan mealcileşen bir yeni Sünnîlik anlayışının sahayı kaplamaya başladığı bir gerçektir. Halbuki tasavvuf, İslâm tarihi ve düşüncesinin merkezinde durur, ruhunda dolaşır. Hindistan’da Kuzey Afrika’da Endülüs’te, İran’da tasavvufun izleri görülür. Bir geleneği vardır tasavvufun; İslâm düşüncesinin en otantik yorumlarındandır. Özellikle tasavvuf terbiyesi almış müderrisler, şeyhülislâmlar olmuştur. Osmanlı medreselerinin kurucusu Davud el-Kayserî, Fusûsu’l-Hikem şerhini, Molla Fenarî de Sadreddin Konevi Hazretleri’nin Miftâhu’l-Gayb eserini şerh etmiştir. Ne zaman ki bu dikkat eksilmiş, şeyhülislâmlık da güç kaybetmiştir. Bugün de bu hassasiyet hayatîdir; hukuka indirgenmiş bir dinî dikkat, dindarlığı yaralıyor. Hukuk, asr-ı saadette bugünün İslâm ülkelerinde olduğu kadar öne çıkmamıştır. Yine Selçuklu, Osmanlı pratiğinde hukuk, o kadar da merkezî değildi. Bugün bazı İslâm ülkelerinde İslâm ruhen yoktur, hukuk olarak var kılınması isteniyor sadece. Dini sadece hukuka indirgerseniz Hz. İsa (s.a.)’ya ihtiyacınız var demektir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “kardeşim” dediği Hz. İsa bir Yahudi idi. Musevîlik zaman içinde büsbütün hukuka, bir “dünya krallığı”na indirgenir, ruhsuz kalır, hukukî bir anlatı kesilir. Durum böyle olunca, Hz. İsa, bir sevgi/ muhabbet peygamberi olarak karşılık görür. Hıristiyanlık, hukukî bir anlatıya dönüşen Musevîliğin boşluğunu dolduran bir şey olur. Musevîlik dünya krallığı iken, Hıristiyanlık göklerin krallığını oluşturur. İslâm ise, dünyayı bu ikilik ve karşıtlık içinde görmez ya dünya ya da sevgi demez; hem dünya hem sevgi der. Bu anlamda tasavvuf, İslâm’ın Musevîleşmesine imkân vermeyen önemli bir yorumdur.
Tasavvufta, marifet ve aşk merkezîleşir ancak bu İslâm’ın temel kaynaklarını kenara itiyor anlamına gelmez. İslâm’ın muamelatını belirleyen hukuk/fıkhın dikkate alınmadığını söylemek mümkün değildir. Tasavvufun tarihine bakılsa, bunun dışında bir şey görülmez. İrfan kültürümüzün önemli figürlerinden Nasreddin Hoca’nın fıkralarında bile dini salt hukukî yaptırımlar olarak anlayan kişilerle dalga geçilir.
Tasavvufun itirazı, dinin hukuka/şekle indirgenmesinedir; ruhun, mânânın ve estetiğin gerekliliğine vurgu yapar. İrfanî gelenek dinin hikmet tarafına da açılır. Dinin felsefesi, irfanı, sanatı ve edebiyatından geçerek başka bir fotoğraf gösterir. Selçuklu-Osmanlı İslâm pratiğinde bu vardı. Hz. Mevlânâ bir medrese hocasıdır ama aynı zamanda aşkın piridir.
Varlığın, hayatın ve insanın bütünlüğünü esas alan İslâm, İslâm’ın kalbinden fışkıran irfan, İslâm’a ve irfanına sırtını vererek yaşanmış bir medeniyet, rehberimizdir. Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in mübarek hayatları, İslâm irfanının muhteşem mektepleri; İbn-i Arabî, Hz. Mevlânâ, Yunus Emre, Niyazi-i Mısrî… Bunlar sırtımızı vereceğimiz dağlardır, bizi kuran ve bize “değer” katan kaynaklardır.
Sosyal Problemlerin Çözümünde İrfan
Anadolu’yu mayalayan ârifler şu ortak duada buluşur: “Ya Rabbi! Bedenimi o kadar büyüt ki, cehennemin hepsini ben doldurayım, başkasına yer kalmasın.” Başkasını cehenneme yazdırmaktan çok onları cehennemden uzak tutan bir dil kullanırlar. Âriflerin Anadolu’ya emdirdiği süt budur. Anadolu Müslümanlığı, derviş, eren, alperen gibi kavramlar üzerinden yaşanmıştır. “Cümle varlığın birliği ve kardeşliği” olarak formülleştirilen tevhidî anlayışın nişanesi bir toplum tecrübesidir. Bu tam da tasavvufun merkezinde duran “vahdet-i vücud”un açılımıdır. Sadece tasavvufî ve ontolojik bir temellendirme değil, aynı zamanda içtimaî tarafı da olan bir tasavvurdur. Osmanlı’da bu, esas alınmıştır. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Bektaşî, Alevî, Nakşî, Türk, Kürt, Çerkez gibi farklılıklara saygı duyulmuş, bunların birlikte bir bütün inşa etmeleri sağlanmıştır.
Bu dil ve tasavvur bugün için de bir çözüm kaynağıdır. Batıda sorunlar hâlâ Aristoteles’e kadar gidilerek çözüme kavuşturuluyor, biz niye İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi kurucu isimlere başvurmayalım?
Bugünün müslümanlarının sorunu, klasik metinlere yaslanmamaları, kurucu isimlerden dil edinmemeleridir. Dolayısıyla ekonomide, siyasette, kültürde, mimarîde, sanatta ortalamanın altına düşüyorlar. Süleymaniye’nin gölgesinde gecekondu diyebileceğimiz bir mimarî çıkıyor; Dede Efendi’nin Ferahfeza âyin-i şerifine arabesk melodiler eklenmeye çalışılıyor. İslâm tasavvuru ve tasavvufun derinliği, sarayın bahçesine gecekondu dikmeyi hak etmiyor. Kendi kaynaklarımızı, kurucu isimlerimizi yeniden hayata çağırmak durumundayız. Mimar Sinan’ın mimarisine, Dede Efendi’nin musikîsine sinen İslâm’ın derinliği yeni formlar üzerinden hayata taşınabilir. Kendi ruhumuzu, eğitim yuvalarında karşılığı alınacak halde verebiliriz. Osmanlı’nın ekonomik, sosyal ve kültür hayatında etkisi görülen vahdet-i vücud tasavvuru bizim için örnek olabilir. Tasavvufî İslâm, tecrübe edilmiş, karşılığı görülmüştür. Bunun tekrarı niçin sağlanmasın? Azınlıklar meselesi başta olmak üzere pek çok meselenin çözümünde bu kullanılabilir. Bu konudaki çözüm maneviyat ocaklarıyla mümkündür. Kürt’ün de Türk’ün de müntesip olduğu tarîkler vardır; orada Türk ve Kürt olmaktan çok, insan-ı kâmil olmak esastır. Modern zamanlarda yaşıyoruz ve yaşadığımız çağa ananevî İslâm’ı çağırıyoruz. Fıkıhta, “Zamanın değişimiyle birlikte ahkâm da değişir.” diye bir kural vardır. Bu ifade, zamanı ve şartlarını merkezîleştirip doktrini reforme etmek anlamına gelmez. Doktrinin aslı esastır; onu pratiğe taşıyan formlar ise değişebilir. Hayattan kaçıp dağ başına gitmek suretiyle derviş olmak ancak kırsalın, tarımın hayat tarzı olduğu yerde mümkün olabilir. Bugün kentte, yoğun ve hızlı bir hayatımız var. Hayatın dışına çekilmiş bir derviş olamayız. Trafiğin merkezinde, işin başında Rabbimiz ile irtibat kurmak zorundayız. “Halvet der encümen” yani; halk içinde Hak ile beraber olmak zorundayız. Modern olanın zihin ve içimize saldığı dağınıklığı, parçalanmışlığı Allah’a teveccüh ve teslimiyetle giderebiliriz. Böylelikle modern şizofreniden kaçarak “bir”liğe, tevhide ulaşabiliriz. Tasavvuf, tam da modern zamanların ilacıdır. Modern algının çarptığı, yaraladığı, yorgun bıraktığı ruhlar tasavvufî tasavvur içinde tedavi olur; kalp ve akıl, Allah’a teveccühte itminan bulur.
DİN ve HAYAT Dergisi KIŞ 2019/1440
#Mahmud Erol Kılıç