Mesnevî-i Şerîfte bir hikâye vardır:
“Ahmed-i Hıdraveyh[1] (K.S.) isimli bir bilge insan vardı. Bu zat cömertliğiyle tanınmıştı, cömertlik yapayım derken borçlanmıştı ve bu yüzden de daima borçluydu. Etraftan on binlerce lira borç almış, çevresindeki yoksullara harcamıştı. Aldığı borçlarla bir de tekke kurmuş, canını da, malını da, tekkesini de Allah yoluna feda etmişti. Allah, İbrahim’e (A.S.) nasıl yardım etmişse, onun da borcunun her taraftan ödenmesine yardım ederdi. Nitekim Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadis-i şerifinde buyurmuştur ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder. Ey Allah’ım, sen insanlara yardım edenlere, ihsan edenlere fazlasıyla ver; cimrilerin malını da telef et! Bilhassa İsmail gibi senin yoluna canını bağışlayan, kendisini Allah’a kurban eden, boynunu veren kişiye de çok daha fazlasıyla ver!
Bu bilge kişi, yıllarca aynı vaziyette hareket etti, vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, yine halka dağıtmaktaydı. Ölüm döşeğinde iken, borçlular etrafına toplandı. O ise, mum gibi eriyip gidiyordu. Borçlular, bir şey alamayacaklarını görünce ümitleri kesildi, suratları ekşidi. Bunu anlayan bilge kişi, borçluların haline üzüldü “Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Allah’ın dört yüz dinar altını yok mu ki? Elbette vardır ve bana gönderir. Ben de bunları boş çevirmem” dedi. Bu sırada dışardan bir çocuk, birkaç kuruş para kazanmak ümidiyle “Helva, helva” diyerek bağırıyordu. Bilge adam, hizmetçiye, “Git helvanın hepsini al, borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti. Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı. Helvacıya:
– Bu helvanın hepsi kaça? diye sordu. Çocuk:
– Yarım küsur dinar. dedi. Hizmetçi:
– Yoo, bizden çok isteme. Sana yarım dinar veriyorum, artık söylenme! diye pazarlık yaptı, çocuk da yarım dinara vermeyi kabul etti. Helvayı bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip bilge zatın önüne koydu. O da, borçlulara:
– Buyurun, şu mübarek helvayı helâlinden bir güzelce yiyin. diye işaret etti.
Tabak boşalınca, çocuk tabağını aldı,
– Ey bilge kişi, paramı ver! dedi.
– Parayı nerden bulayım? Ben borçlu bir adamım, aynı zamanda ölüyorum! deyince çocuk sinirinden tabağı yere vurdu, ağlayıp feryat ve figana başladı. Üzüntüsünden hüngür hüngür ağlıyordu:
– Keşke iki ayağım da kırılaydı, keşke külhana gideydim de bu yerin kapısından geçmez olaydım” deyip “Boğazına düşkün, yemeye alışkın adamlar! Köpek gönüllüler.” diye sövmeye başladı. Çocuğun feryadından hırlı, hırsız birçok kişi başına toplandı. Çocuk, “Ey kötü adam, ustam beni muhakkak öldürür. Eğer yanına eli boş gidersem beni keser, buna razı mısın?” diye bilge kişiye sesleniyordu. Borçlular da yapılan hareketi hoş görmeyip kınayarak ona sitem ederek “Bu ne biçim iş ki? Bizim malımızı yedin, borçlu ölüyorsun. Böyle olduğu halde neden başka birine zulümde bulunup borç takıyorsun? Küçücük çocuğun hakkını yiyip ağlatıyorsun.” diyorlardı.
Çocuk ikindi namazı vaktine kadar ağladı. Bilge kişiye gelince, gözlerini yummuş, tefekküre dalmış, çocuğa hiç bakmıyordu. Çocuğun çektiği bu cefaya, bu aykırı işe aldırış etmemekteydi. Yüzünü yorganın içine çekmiş, halkın kınamasını, dedikodusunu duymuyordu bile. Helvanın ücreti, orada bulunanlara eşit olarak bölünseydi, herkesin hissesine ancak birkaç akçe düşerdi, çocuk da parasını alırdı. Fakat onun cömertliği bu çözüme de engel oldu.
Bu nedenle kimse çocuğa bir şey vermedi. İkindi vakti oldu. Hizmetçi, odaya cömert birisinin gönderdiği bir tabak altını getirdi. Hâli vakti iyi olan bir kişi, bu bilge adamın durumunu biliyordu, ona hediye göndermişti. Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar vardı, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar. Hizmetçi gelip kendisine saygılarını sunduktan sonra tabağı önüne koydu. Tabağın üstünden örtü kaldırılınca halk bilge adamın kerametini gördü. Orada bulunanların şaşakaldılar:
– Ey bilge kişi, biz bilemedik, sen bizi affet; saçma sapan, uluorta hayli söylendik. Hezeyanlarda bulunduk dediler.
– Bütün o sözleri size helâl ettim. Bu işin sırrı şuydu, ben Allah’tan bunu diledim, O da bana doğru yolu gösterdi. Size olan borcum gerçi az bir paraydı. Fakat paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, Allah’ın rahmet denizi coşmazdı” dedi.
Hz. Mevlânâ hikâye sonunda anekdotun yorumunu çıkararak şöyle der; “Kardeş, o çocuk, senin kendindir. İyice bil ki muradına erişmen de ağlamana bağlıdır. Arzularına ulaşmak istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat!”
Zor ve sıkıntılı günlerden geçiyoruz. 20-65 yaş arası ancak dışarı çıkabiliyor. Bu grup içinden kronik hastalığı olanlar da dışarı çıkamıyor. Biz ne yaptık da başımıza bu geldi demeyeceğim. İlla bir şey yapmamız gerekmiyor, bazen de imtihana tabi tutulmaktayız. Zira Bari-i Teâlâ Kur’an-ı Mecid’de,
“Ant olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler. İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”[2]
Evet, başımıza bir afet, bir musibet gelmiştir. Bu bizim imtihanımızdır. Her şeyin Hak’tan geldiğini bilmemiz gerek ve biliyoruz da. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde,
“Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler.”
hitab-ı ilahisinin şuurundayız.
“Rabbinin rızâsına ermek için sabret.”
buyurulmuştur.[3] Sıkıntılı anlarımızda okuduğumuz İnşirah suresinde mealen Peygamberimizin üzerindeki yükün alındığı ve şanının yüceltildiği, zorluğun yanında kolaylığın olduğu Rabbimiz tarafından bildirilmektedir;
“Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı? Senden yükünü indirmedik mi? O senin sırtını ezen yükü. Senin şanını yüceltmedik mi? Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul. Ancak Rabbine yönel.”[4]
Bizim bu musibetten kurtulmamız, bu belayı def etmemiz için boş durmamamız gerekmekte. Hz. Mevlanâ’nın da buyurduğu gibi “Arzularına ulaşmak istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat!” sözüyle kendimize dönerek yaptıklarımıza tövbe edip usulüne uygun Rabbimizden af dileyip gözyaşı içinde affımızı veya kurtuluşumuzu talep etme vaktidir. Zira
“Su bedenimizi, gözyaşı ruhumuzu abdestler, şimdi ruhumuzu abdestleme vaktidir.”[5]
denmiştir. Allahü Zülcelâl ve’l-Cemâl
“O halde (Ey Rasûlüm, Allah’ın kâfirlere mühlet vermesine dair olan) Rabbinin hükmüne sabret de, Yûnus peygamber gibi (aceleci) olma. Hani o, (balığın karnında) gamla dolu olduğu halde dua etmişti. Eğer Rabbinden, ona, bir rahmet yetişmiş olmasaydı, kötü bir şekilde (balığın karnından) yeryüzüne atılacaktı. Fakat Rabbi (duasını kabul edip tekrar onu) seçti ve salih insanlardan yaptı.”[6]
buyurmuyor mu? Biz de Ahmed-i Hudraveyh Hazretlerinin buyurduğu gibi ağlayan, nazlanan bir gönülle O’na yalvarırsak, helvacı çocuğun konumunda olan bizlerin de duası kabul olacak ve inşallah bu COVİD 19 belası üzerimizden kalkacaktır, vesselam…
[1] Tasavvuf büyüklerinden. Ahmed bin Hadraveyh tasavvuf ehli arasında makbûl idi. Belh şehrindendi. Fütüvvet sahasındaki düşünce ve sözleriyle meşhurdur. Belh emîrinin kızı Fâtıma ile evlendi. Hanımı Fâtıma da tasavvufta örnek bir kişiyidi. Ahmed bin Hadraveyh 240 (m. 854) senesinde Belh’de vefât etti.
[2] Kuran: Bakara, 2/155-157.
[3] Kur’an: Müddesir, 74/7.
[4] Kur’an: İnşirah, 94/1-8.
[5] Melek Dörtbudak, https://www.facebook.com/photo.php?fbid=2903689433007846&set=a.411626015547546&type=3&theater
[6] Kur’an: Kalem, 68/48-50.
#M. Veysi Dörtbudak