Beşir Ayvazoğlu’nun son kitabı 512 sayfalık bir roman adı Ateş Denizi.1 Kapaktaki ifâdesiyle bir “ses ve ateş romanı”. Ses’le kasdedilen Türk mûsikîsinin zenginlikleri, Tanbûrî Cemil’in şahsında mûsikî sanatımızın engin deryâsından esintiler ve 1930’lu yıllarda mûsikîmizin yediği darbeler olmalıdır. Ateş’ten murat ise Şeyh Gālib ve Hüsn ü Aşk zemininde, acıklı İstanbul yangınları ve ateşin metafiziğidir.
Roman, Şeyh Galib’in meşhur eseri Hüsn ü Aşk’ı yazma serüvenini ve Tanburi Cemil Bey’in izinde Cumhuriyet’in ilk yıllarını anlatıyor. Galib, Hüsn ü Aşk’ı yazarken (1782) İstanbul, tarihinin en büyük yangınlarından biriyle boğuşmaktaydı. Öte yandan Tanburi Cemil Bey vefatından henüz on-on beş yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul’da billurlaşmış kültür mirası da manevi bir yangınlar tarafından kuşatılmıştı.
Türkiye’nin 1930’lu yılları dilde, kültürde, musikide, kıyafette ve üniversitede radikal değişikliklerin yaşandığı senelerdir. Bu sıradaki inkılâplar sert biçimde uygulandığından ciddi travmalara yol açmıştır. Yeni soyadları alınırken bile traji-komik durumlar yaşanmıştır. Ateş Denizi’nde bütün bunların hikâyesi, bir belgesel sadâkatinde, fakat aynı zamanda bir roman akıcılığında ve güzel bir Türkçe ile anlatılmaktadır.
Romanın geniş bir şahıslar kadrosu vardır. Yazarımızın Şeyh Galib ilgi ve sevgisi dolayısıyla, geriye dönüşlerle Şeyh Galib ve devrinin bazı kişileri yer alır. Asıl olarak da hemen hemen bütün Cumhuriyet dönemi fikir ve sanat adamlarının geçit resmine rastlanır. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Fuat Köprülü, Nazım Hikmet, Haşim, Akif, Mustafa Şekip Tunç ve İstanbul’un son Mevlevî şeyhleri bunlardan sadece birkaçıdır.
Meşhur fikir ve sanat adamlarımızın resmî ideoloji ve buna bağlı baskılar karşısındaki tavırları, her birinin meziyet ve zaafları, dik duruşları veya eğilip bükülmeleri de romanda hoş bir üslupla hikâye edilir. Bu hacimli kitabın muhtevâsını burada özet olarak bile vermek mümkün değildir. Onun için sadece, “Ateş Denizi”ndeki “ateş”in mânevî-irfanî çağrışımları üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Yangınlar en büyük doğal âfetlerin başında gelir. Özellikle İstanbul’un eski ahşap yapıları göz önünde bulundurulursa felâketin boyutları daha iyi anlaşılır. Sık sık çıkan yangınlar rüzgârın da etkisiyle pek çok semti kasıp kavurmuştur.
*
Celâlde cemâli görmek irfan sâhibi kâmil insanların harcıdır. “Nûr”, ışık, aydınlık; “nâr”, ateş demek. İkisi de aynı kelime kökünden gelir. Nur, Hakk’ın Cemal isminin; nâr ise Celâl isminin tecellîsidir.
Ateş aynı ateştir fakat Hz. İbrâhim’e göre serinlik ve selâmet iken, insanlar nazarında yakıcı ateştir. Farklı görünüş, bakanların gözünden kaynaklanır. İşte ilâhî tecellîler de böyledir. Tecellî aslında birdir, lâkin kābiliyet ve istîdatlara göre muhtelif olur. Fakat ehl-i hicab bunu bilmezler ve kendi idraklerinden kapalı olan bazı tecellîleri inkâr ederler. Onlar ateşin o kızıl renkli şeklini görünce, Hakk’ın o mazhardan mutlaka kahır ile görüneceğini sanırlar ve ondan lutuf da görünebileceğini inkâr ederler.2
Yangınlarda, yangının aslı olan “ateş”te de böyle bir bakış açısına yer var mıdır? Her yangın bir kıvılcımla, küçük bir ateş parçasıyla başlar. Beşir Ayvazoğlu’nun kitabında bunun örneklerine rastlamak mümkün. Oradan hareketle “ateş”in çağrıştırdığı irfanî malumatı, bir başka ifâdeyle “ateşin metafiziği”ni konu edinmek istedim.
*
Beşir Ayvazoğlu kitabının ismini Şeyh Gālib’in meşhur eseri Hüsn ü Aşk’taki “Deryâ-yı Âteş”ten almış olmalıdır. Hüsn ü Aşk sembolik bir üslupla tasavvuftaki seyr ü sülûkü anlatır. Eserdeki kişi ve yer adları tasavvufî birer remizdir. Hüsn, mutlak güzellik olan Hak Taâlâ, Aşk, sâlik yani derviş; Beni Muhabbet kabilesi tarîkat, Mekteb-i edeb dergâh, Mollay-ı Cünûn mürşid, Sühan mürşid-i kâmil, Gayret mücâhede, İsmet ihlâs, Kalb kalesi gönül, Hûşrübâ nefistir. Eser ilahî aşka ulaşmanın, Aşk’ın hüsne kavuşmasının güçlüğünü anlatır.3
Ayvazoğlu Hüsn ü Aşk’taki sahnelerle İstanbul yangınları arasında ilişki kurar. Kıvılcım tâneleri ekip paramparça kalpler biçen Beni Muhabbet kabîlesi, tutuşan ufuklara doğru dört nala ilerleyen ateşten atlılar ve alevler ortasında korkunç semenderlerle boğuşan minicik çocuklardan söz eder. “Semender”, ateşten yanmayan ve ağzından alevler saçan büyük masal hayvanı demektir.
Ayvazoğlu buradan İstanbul yangınlarına geçiş yapar ve Gālib zamanındaki bir büyük yangını uzun uzun hikâye eder:
“Süleyman Ağa vurgun yemişe dönmüştü. Daha fazla sormasına da gerek kalmadı. Birden herkesin tüylerini diken diken eden bir “Haaytt!” nârası orta yere gülle gibi düştü. Çok geçmeden kalabalık bir tulumbacı grubu, en önde fenercileri olmak üzere, köşeyi hışımla döndü. Başlarında kalaylı bakır tasları, çıplak gövdelerinde kolsuz mintanları, baldırlarını açıkta bırakan mavimsi dizlikleri ve ayaklarında kara sahtiyandan filarlarıyla, Şahnâme’den kopup gelmiş esâtirî kahramanları andırıyorlardı. Dördünün omuzladığı tulumba sandığı hiç sarsılmadan uçuyordu.
Tulumbacılardan biri, kahvenin önünden geçerlerken tekrar bir “Haaytt!” çekip bütün gücüyle haykırdı:
“Yedi kubbe altında hû çeken Hazreti Sünbülî!”
“Yaşa, varol Kocamustâpaşalı!“
“Haydin yiğitler, koşun semenderler!”
Tempolu koşar adımlarla yeri sarsıp yüreklere ürperti salan tulumbacılar, arkalarında kesif bir toz bulutu bırakarak uzaklaştılar.” (s. 226)
Ayvazoğlu bu defa Şeyh Gālib’in şahsında bir yangını tasvir eder:
“Esad Gālib, hüzünlü bir sesle, ‘Şeyhim,’ dedi, ‘bu halk ne günah işledi ki başından belâ eksik değil!’
Esad Gālib’den beş yaş kadar küçük olan Ali Nutkî Dede, mendiliyle gözlerini kuruladıktan sonra acı acı gülümsedi:
‘Hazret, bunu elbette sen daha iyi bilirsin! Senin tasvir ettiğin Benî Muhabbet kabîlesi bu kara bahtlı halk işte! Giydikleri âftâb-ı temmuz, içdikleri şu’le-i cihan-sûz… Erzakları belâ-yı nâgâh, âteş yağar üstlerine her gâh…”
Esad Gālib, yazmakta olduğu Hüsn ü Aşk mesnevîsinin birkaç ay önce bu odada okuduğu beyitlerinin genç şeyh tarafından hatırlanmasına memnun olmuştu; onun bıraktığı yerden devam etti:
“Ekdikleri dâne-i serâre, biçdikleri kalb-i pâre pâre…”
“Bu bir imtihan olsa gerek! Mesnevî-i Şerif deki o yangın hikâyesini hatırlar mısın? Hani Hazret-i Ömer zamanında bir yangın çıkar. Taşların kuru ağaçlar gibi yandığı, kuşların gökte kanatlarının tutuştuğu, suyu bile şaşırtıp korkutan dehşetengiz bir yangın… Çaresiz kalan halktan bazı kişiler Ömer’e gidip yangını suyun söndüremediğini söyleyerek yanıp yakılırlar Ömer der ki: ‘O yangın, sizin hasislik ateşinizden bir şuledir! Suyu bırakın yoksullara ekmek dağıtın!’ Onlar da derler ki: ‘Bizim kapılarımız herkese her zaman açık. Biz mürüvvet ehli cömert kişileriz!’ Ömer’in verdiği ibretamiz cevap şöyle: ‘Siz, âdet olduğu için yoksullara ekmek verdiniz, Allah için değil!’ Bu kıssayı istediğin gibi tevil ve tefsir edebilirsin!”4
“İçinden, ‘İyi ama, bu yangınlarda zenginler sadece zarara uğruyor, yoksullarsa her şeylerini kaybediyorlar!’ diye geçiren Esad Gālibin gözleri şamdandaki mumun tepesinde hafif hafif dalgalanarak etrafa cılız ışıklar yayan aleve takılıp kalmıştı; bu alevciğin içinde de korkunç yangınlar barındığını düşününce ürperdi. Bir rivayete göre, Cibali’de, Gül Câmii yakınlarındaki Çıngıraklı Değirmen Mahallesi’nde oturan Hasırcı İbrâhim Hoca’nın, başka bir rivayete göre Mavnacı Ali adında birinin evinde çıkan yangının müsebbibi belki bu kadarcık bir alev, hatta belki de ocaktan yahut tütün çubuğundan sıçrayan bir kıvılcım tanesiydi. Birkaç ay önce, bu odada Aşçıbaşı Sahih Ahmed Dede’nin da bulunduğu bir can sohbetinde ateş ve aşk üzerine konuştuklarını hatırladı. Hüsn ü Ask’tan Beni Muhabbet kabilesini tasvir ettiği beyitleri okuduktan sonra, Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinden başlayarak bir ateş denizinin içine dalmışlardı. (s. 454)
“Esad Gālib, Yenikapı Mevlevîhânesi’nden ayrıldıktan sonra, fenerini yakıp o civardaki surlara tırmanarak alevlere teslim olmuş şehrin çatırdaya çatırdaya yanışını dehşet içinde seyretmeye başladı. Kısacık ömründe onlarca yangına şâhit olan Esad Gālib, böylesini ilk defa görüyordu. Kızgın bir kül ve kıvılcım tufanı sur içini teslim almıştı; kızıldan sarıya renk renk alevler çatıları yalayarak ilerlerken her taraftan duman sütunları yükseliyordu.
Cehennem sanki yeryüzüne inmiş, gök kalın ve siyah bir duman tabakasıyla örtülmüştü. Bu, içinde cinlerin yüzdüğü bir Nemrut ateşiydi; bütün güzellikleri yakıp kül eden, zenginlikleri tüketen azgın bir ateş… İşte Hekimoğiu Ali Paşa Câmii civârını talan eden bir ateş kolu da yeni kollara ayrılıp ara sokaklara dala çıka büyük bir hızla Kocamustafapaşa’ya doğru geliyordu. Ateşin henüz ulaşamadığı mıntıkalar mahşer yeri gibiydi. Dehşet içinde bağrışıp çağrışarak oraya buraya kaçışan kadınların, çocukların, gençlerin, ihtiyarların çâresizliği onun da çaresizliğiydi, istiyordu ki gözyaşı sel olsun, akıp söndürsün dalgaları dağlar gibi kabarıp duran bu ateş denizini. Birden bası dönmeye başladı; yorgun surların üstünde fenerini bir taşın üstüne koyup olduğu yere çöktü; şimdi karşısında sadece sonsuza doğru uzanan bir ateş denizi vardı. Kızıl dalgaların üzerinde kızıl mumdan gemileriyle gezinen cinler, bu korkunç denizi aşarak selamete ulaşmak isteyenleri, ‘Gel, gemiye bin, bin de kurtuluşa er!’ diyerek aldatıyorlardı. Her gemi, cinlerin davetine aldanıp binenleri avlayan bir tuzaktı.
Esad Gālib uykuyla uyanıklık arasında görülmüş rüyalara benzeyen hayallerden silkinerek uyandı ve puthanedeki putları kırdığı için Nemrut tarafından ateşe atılıp yakılmak istenen İbrâhim Halîlullah’ı düşündü. Ateş, Allah’tan, ‘Serin ve selâmet ol!’ emrini alınca İbrâhim’i yakmamıştı. Enbiyâ sûresinde bu kadar anlatılan, fakat zamanla süslenip püslenen bu kıssayı çok severdi. Taberî Târihi’nde okuduğuna göre, dağ gibi odun yığılarak yakılan ateşe Nemrut tarafından mancınıkla fırlatılan İbrâhim, havada kendisini yakalayan ve bir arzusunun olup olmadığını soran Cebrâil’e bir şeyi ancak Allah’tan dileyebileceğini ifâde ettikten sonra, “Allah ne diliyorsa onu yapsın!” deyince ateşin içine düşer düşmez kendini bülbüllerin şakıdığı, suların cağıldadığı bir gül bahçesinde bulmuş. Ona “Halîllullah” denilmesi, bu çok zor anında Allah’a güvenmesindenmiş.” (s. 455) 5
Benzer şeyler Bursevî’nin Rûhu’l-Beyan tefsirinde de yer alır. Ayrıca şunlar ilâve edilir: Denildiki: “İbrâhim (as)’ı ateşe attıkları vakit melekler sür’atle onu tutup bir yere oturttular. Bir de ne görsün, orada tadı hoş bir su, kırmızı güller ve nergis var.” Allah Taâlâ, her ne kadar kahır (ve Celâl) sıfatı ateşle tezahür etse de kendi izni olmadan ateşin hiç kimseye bir zarar vermeyeceğini Hz. İbrâhim’e gösterdi.6
Ayvazoğlu şöyle devam eder:
“Esad Gālib, Hazret-i Pîr’in Mesnevi’sinde de İbrâhim için serinleyerek gül bahçesine dönüveren Nemrut ateşinden sıkça bahsedildiğini düşündü ve üçüncü ciltten bir beyit hatırladı:
Demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı/ Hem öyle bir ateş ki, padişahtan da saltanatından öç alıcı…7
İbrâhim gibi ateşte yanmamanın, semender-tıynet olmanın bir yolu var mıydı acaba? Şeyh-i Ekber’in eserlerinden birinde okumuştu: Rûh-ı lâtif ateşte yanmazmıs; bedenleri riyâzetle âdeta cisimsizleşen evliyâ ateşte yanmamak, suya batmamak, hattâ uçmak gibi kerâmetler gösterirlermiş. Babasının tercih ettiği yol olan Bayrâmî Melâmîliğinin doğusundaki gibi… Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halîfelerinden Göynüklü Akşemseddin’le cezbeye ve Melâmet neşesine sâhip olan Bursalı Bıçakçı Ömer Dede arasında ciddî bir meşrep farklılığı varmış. Hacı Bayram bu yüzden onların arasını ateşten başka hiçbir şeyin temyiz edemeyeceğini söylermiş. İki halîfe şeyhlerinin ölümünden sonra Göynük’te postu serip irşâda başlamışlar; ancak bütün müritler Akşemseddin’e bağlanmış. Müritsiz kalan Bıçakçı Ömer Dede, rakîbinin meclislerinde bir kösede oturur, fakat zikre katılmazmış. Bu durumdan rahatsız olan Akşemseddin, öfkesini, “Zikre mülâzemetin lâzımdır, yoksa senden şeyhin tâcını alırız!” diye ifâde edince, Ömer Dede, “Madem öyle, yarın bizim eve gelin, size hırka ve tâcı teslim ederiz!” demiş. Ertesi gün evinin avlusunda büyük bir ateş yaktıran Bıçakçı, cuma namazından çıkıp gelen Akşemseddin ve müritlerinin gözü önünde hırka ve tâcıyla ateşe dalıvermiş. Bir müddet sonra sapasağlam dışarı çıkmış. Yanan sadece hırka ve tacmış. O günden sonra Bıçakçı’nın yolunu tutan Melâmiler ne hırka giymişler, ne taç.
Esad Gālib, İbrâhim’in Nemrut ateşine, Bıçakçı Ömer Dede’nin de kendi yaktığı ateşe dalması gibi, bu cehennemde girdaplara dalıp çıkarak kemâle ermeyi arzuladı. Bu dipsiz, kıyısız, uçsuz bucaksız bir ateşti. Birden beyaz kanatlarını açmış bir kısrağın kendisine doğru süzüldüğünü gördü. Onun Aşkar olduğunu biliyordu. Ateş denizi belâ dalgalarıyla coştukça coşuyor, kıvılcım tufanı dalgalandıkça dalgalanıyor, iyilik ve güzellik adına ne varsa yutuyordu, Aşk, güzeller güzeli kısrağın, Aşkar’ın omuzlarında ateş denizini aşarken mumdan gemilerde ölüme dâvet eden gulyabânîleri kılıçtan geçirdi. Aşkar sanki bir semenderdi ve soluğu Berd Âyeti… Sonunda bu cehennemin üzerinden seher vaktinde esen rüzgâr gibi geçerek cennet gibi bir sâhile ulaştılar Orada bülbüllerin dile gelip mûcizeler söylediği cennet ülkesinin bahârı hüküm sürüyordu. Yemyeşil bir zümrüt dünyasının içindeydiler. Bin bir çeşit çiçek ay yüzlüler gibi gülümsüyordu. Güller, lâleler, sünbüller, ayçiçekleri, nergisler, karanfiller..” (s. 456-57
Beşir Ayvazoğlu ateşle ilgili başka olaylara da yer verir:
“Dedem anlatmıştı: Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Efendinin kızı Rahime Hâtun’a tâlip olmuş. Kırk deve yükü altın getirmesi şartı ileri sürülünce, şimdiki türbesinin yakınında bir yeri kazmış, çıkan toprağı çuvallara doldurup kırk deveye yükleyerek şeyhine göndermiş. Çuvallardaki toprak, Sünbül Efendi’nin önünde yere çil çil altın yığınları olarak boşalmış. Bunun üzerine kızını, olgunluğa eriştiğine kanaat getirdiği Merkez Efendi’yle evlendiren Sünbül Efendi, bir gün kalkıp damadının dergâhına gitmiş, bakmış ki, Rahime Hâtun elini bir tencerenin altına tutmuş, parmaklarından çıkan alevlerle yemek pişiriyor. ‘Rahimecik, ne yapıyorsun?’ diye sormuş. Dervişlere çorba pişirdiği cevabını alınca anlamış ki artık kızı da damadı gibi erenlerdendir.
Bu efsane (menkıbe MD) belli ki Mevlevîlerin Âteşbâz-ı Velî efsanesinden alınıp Rahime Hatun’a yakıştırılmıştı. Hani aşçısı bir gün odun kalmadığını söyleyince Hazret-i Mevlânâ, belki de şaka niyetiyle, “Kazanın altına ayaklarını sok!” demiş. Emre uyan aşçının ayak başparmaklarından çıkan alevlerle kazan kaynamaya başlamış. Keramet gösterilmesinden pek de hazzetmeyen Mevlânâ, “Hay ateşbaz, hay!” demiş ve aşçısına böyle gösterişleri yasaklamış.” (s. 186)
Evet, ateş yakıcıdır, yangınlar felâketlere yol açar. Ama ateş, yaşadığımız maddî âlemi meydana getiren dört temel unsurdan biridir. Celâl içre cemâli görebilen gözler için “nâr” ile “nûr”un aslı birdir. Nizamoğlu Seyfullah’ın dediği gibi: “Eğer âşık isen yâre/ Sakın aldanma ağyâre/ Düş İbrâhim gibi nâre/ Bu gülşende yanar olamaz.”
1 Beşir Ayvazaoğlu, Ateş Denizi, Kapı yayınları, İstanbul, 2013
2 Bk. İbn Arabî, Fusus Şerhi, Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, C. III, s. 306. Sâmiha Ayverdi (1905-1993)’nin Ateş Ağacı(Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 3. baskı, İstanbul, 2001) adlı romanının adı, Kur’an’da ifade edilen Hz. Musa’ya Tur dağındaTanrı’nın tecellî etmesinden mülhemdir. (A’raf sûresi 7/143). Tefsirlerin beyanına göre o sırada Musa’nın ateşe ihtiyacı vardı, Allah kendisine ateş şeklinde tecellî etti. Bu konuda bk. Mustafa Tahralı, “Ateş Ağacı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl: 17, sayı: 4, s. 29.
3 Bk.Naci Okçu, “Hüsn ü Aşk”, DİA, c. 19, s. 30
4 Bk. Mevlânâ, Mesnevi, C. I, beyit: 370 vd.
5 Bk. Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Zakir Kadiri Ugan-Ahmet Temir, MEB yayını, İstanbul 1954, c.I, s. 354; aynı eser, İstanbul, 1991, C. I, s. 328; Tefsîru Teberî, c. 17, s. 49, Enbiyâ 21/69. âyetin tefsîri
6 Bk. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan, çev. Abdullah Kahraman ve arkadaşları, Erkam yayınları, İstanbul, 2008, C. 12, s. 531-535,
7 Mesnevî, C. III, beyit: 884
Kaynak: http://www.mehmetdemirci.org/?p=913
#Mehmet DEMİRCİ